Zabıtalar altı kadının yandığı gün sahte tutanak mı tuttu? -İsmail Saymaz/halkTV-

Dilovası’nda, yedi işçinin can verdiği parfüm atölyesi faciasına ilişkin bilirkişi raporu açıklandı.

Bilirkişiler AK Partili Dilovası Belediyesi’ni tali kusurlu kabul ediyor.

Öyle bir gerekçe yazmışlar ki…

Belediye avukatları böyle candan savunma yapamazdı.

Rapora göre…

Belediye yıkım kararı almış ancak ‘ekonomik koşullar, bütçe kısıtları, pandemi, kaçak yapı stoğu ve yıkım ihalelerine ilişkin operasyonel güçlükler nedeniyle öngörülen hızda’ icra edilemiş.

Ellerinden gelse “Ne kusuru, kusur-musur yok” diyeceklermiş, cüret edememişler.

Ne ruhsat var ne iskan

Dilovası Belediyesi, gerçekten kusursuz mu?

Bu sorunun yanıtını belediyenin faciadan bir gün sonra, 9 Kasım’da, Kocaeli Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdiği yazıda buluyoruz.

Belediye Başkan Yardımcısı Hüseyin Öztürk’ün imzasını taşıyan yazıya göre Ravive Kozmetik’in bulunduğu binanın iki girişi var.

Zemin katın girişi caddeye açılıyor ve ‘Mimar Sinan Mahallesi Mimar Sinan Caddesi No: 12’ diye geçiyor.

Belediyenin 5 Kasım 2024 tarihli iş yeri açma ve çalışma ruhsatında bu adres yazıyor.

Ancak Ravive Kozmetik, kaçak olarak inşa edilen ikinci katta faaliyet gösteriyor. Bu kata yan sokaktan giriliyor. Adres olarak ‘513/3 Sokak No 11’ beyan edilmiş.

İş yeri açma ve çalışma ruhsatı yok.

Hüseyin Öztürk’ün yazısında şu itiraflar yer alıyor: “Yangının Mimar Sinan Mahallesi 513/3 Sokak No: 11’de gerçekleştiği, bu adrese belediyemizce iş yeri açma ve çalışma ruhsatı düzenlenmediği… Yapı ve iskan ruhsatı yoktur. Yapı ve iskan ruhsatı bulunmadığından elektrik tesisat projesi, mimari projesi, itfaiye onay ruhsatı bulunmamaktadır.”

Yıkım bütçesi Türkkan için var

Yazıda, kaçak yapıya ilişkin belediyenin işlemleri sıralanıyor.

Görüyoruz ki 2021’deki yıkım kararı dört yıl boyunca uygulanmamış.

Yazıdan: “Yapıyla ilgili durdurma tutanağı düzenlenmiş olup idari para cezası kesilmiş ve TCK 184. madde (Ruhsatsız bina yapma) kapsamında suç duyurusunda bulunulmuş, yasal hale getirilmesi için bir ay süre verilmiş, bu süre zarfında ruhsata bağlanmadığı için yıkım kararı alınmış, yüksek ve nitelikli yapı olması nedeniyle belediyemizin mevcut makine ekipmanlarıyla yıkım yapılması mümkün olmadığından benzer yapılarla birlikte yıkımının gerçekleştirilmesi için ihaleye çıkılmış, katılımcı olmadığından yıkım işlemi yapılamamıştır.”

Bilirkişiler ‘ekonomik koşulları ve bütçe kısıtlarını’ da bahaneler arasında sayıyor.

Ravive’nin kaçak binasını yıkmaya yetmeyen bütçe ve makine ekipmanları, aynı ay iktidarın hışmına uğrayan İyi Parti Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkkan’ın çiftliğindeki iskanlı ahırı yıkmaya elveriyor!

Tarihsiz tutanak

Öztürk, zabıtanın faciadan iki hafta önce, 24 Ekim’de iş yerine rutin denetime gittiğini, herhangi bir faaliyet olmadığının görüldüğünü iddia ediyor. İş yeri sahibinin ruhsatını ve gerekli izin belgelerini ibraz edemediğini ileri sürüyor.

saymaz-belge-1.jpeg

Bu satırları okuyunca gözlerime inanamadım.

Dosyaya baktım; böyle bir tutanak var.

Zabıta Müdür Vekili Nizamettin Balcı ve zabıta Ömer Kocabay imzalı tutanakta saat belirtiliyor, tarih yazmıyor.

İş yeri sahibi Kurtuluş Oransal ile görüşüldüğünden söz edilen tutanakta şu ifadeler yer alıyor:

“Belediyemiz zabıta ekipleri tarafından yapılan rutin denetimlerde… iş yerine girilerek işletme evrakları ve izinleri talep edilmiş, ancak herhangi bir belge olmadığı, içeride herhangi bir çalışma olmadığı görüldü. İş yeri sahibi olduğunu söyleyen şahıs mülk sahibiyle sorunlar yaşadığını, o yüzden başka sanayi bölgesine 15.11.2025 tarihine kadar taşınacağını, buradaki faaliyetine son vereceğini beyan etmiştir.”

saymaz-belge-2.jpeg

Tutanakta iki zabıtanın imzası var.

Oransal’ın adının üstünde “İş yeri sahibi imzadan imtina” diye yazıyor. Buna rağmen çalakalem imza atılmış.

Olay günü mü hazırlandı?

Tutanağın belediyeyi sorumluluktan kurtarmak için facia günü tutulduğu ve bu yüzden tarih atılmadığı ileri sürülüyor.

Bu doğruysa hem kanunlara göre…

Hem de halkın vicdanında korkunç bir suçtur.

Yok eğer zabıtalar 24 Ekim’de Ravive Kozmetik’e gitmişlerse, o zaman rüşvet veya menfaat karşılığında sahte rapor düzenledikleri anlamına gelir.

Zaten yaralı kurtulan Gülhan Bendi, zabıtaların rüşvet aldığını iddia ediyor ve şöyle diyordu: “Zabıtalar denetleme adı altında gelirdi. Patronum Kurtuluş Oransal’la bir müddet oturup çay içerlerdi. Kurtuluş, zabıtalara parfüm, krem ve ne isterlerse vermemi söylerdi. Ben de zabıtalara verilmesi için hazırladığım paketi Kurtuluş’a teslim ederdim. Zabıtalar denetleme yapmadan işyerinden ayrılırdı.”

Bu verilere ışığında bilirkişilere soruyorum.

Dilovası Belediyesi, sahiden sadece tali kusurlu mu?

Yanan binayı AK Partili milletvekili ve başkan ziyaret etti

Dilovası Belediyesi’nin Ravive Kozmetik faciasındaki dahli ve rolü bilirkişilerin yansıttığı kadar masum değil.

Bakın…

Ravive Kozmetik’in bulunduğu bina üç parselden oluşuyor. Üç parselden biri ticari, ikisi konut alanı olarak ayrılmış.

Eski mülk sahibi Güven Demirbaş, 2017 yılında binayı inşa ediyor.

Belediye ‘dur’ demiyor.

Demirbaş, 2019 yılında kaçak şekilde lazer kesim ve levha sac imalatına başlıyor. Dönemin AK Partili Belediye Başkanı Hamza Şayir, akrabası Demirbaş’a yol veriyor.

Belediye 1 Haziran 2021’de kaçak kat atıldığını tespit ediyor. Bina mühürlenerek, 89.047 TL ceza kesiliyor.

Ruhsat için bir ay süre veriliyor.

Demirbaş, kılını bile kıpırdatmıyor.

Belediye 25 Ağustos 2021’de yıkım kararı alıyor, uygulamıyor.

Demirbaş’a ruhsatsız inşaattan dava açılıyor. İki yıl sonra mahkeme tarafından yapılan bilirkişi incelemesinde binanın kaçak ve yıkım kararının hala yürürlükte olduğu ortaya çıkıyor. Demirbaş’a 10 ay hapis cezasına veriliyor ve bu ceza erteleniyor.

Türkiye, 2023 yılının sonunda yerel seçim atmosferine giriyor.

AK Partililer Demirbaş’ı iş yerinde ziyaret ediyor.

Bu ziyaretin fotoğrafı var üstelik.

Sol baştan dördüncü kişi, Demirbaş’a yol veren Başkan Hamza Şayir. Soldan altıncı, AK Parti Kocaeli Milletvekili İlyas Şeker. Yanındaki AK Parti İlçe Başkanı İlhan Yıldırım. Sekizinci kişi, Demirbaş. Yanındakiler belediye meclis üyeleri. En sonda Fen İşleri Müdürü Halil Turgut var.

AK Partililer yıkmaları gereken kaçak binayı ziyaret edip önünde fotoğraf çektirmiş.

Demirbaş, ziyaret sonrası ikinci katı inşa ediyor ve 18 Ağustos 2023’te Ravive’ye kiralıyor. Ravive, 1 Ocak 2024’te üretime başlıyor. İş yeri açma ve çalışma ruhsatını mevcut Başkan Ramazan Ömeroğlu döneminde, 5 Kasım 2024’te alıyor.

Demirbaş, binayı 30 Aralık 2024’te satıyor.

Bilirkişi raporunda tali ağır kusurlu kabul edilen Demirbaş, 4 Aralık’ta savcılıkta ifade verdi. Ravive’ye zemin katı kiraladığını, girişi yan sokaktan olan birinci katta parfüm imalatı yapıldığından haberinin olmadığını savundu.

Demirbaş, kaçak katı babasının inşa ettiğini, onun da 2023’te öldüğünü belirterek, şunları söyledi:

“Yıkımla alakalı belediyede bir müracaatım olmadı. Belediyeden herhangi bir suretle taşınmazıma kimse gelmedi.”

Demirbaş, tutukladı.

Ancak hiçbir belediye yetkilisi hakkında işlem yapılmış değil.

***

İmralı’nın ham tutanakları 62, tashihli hali 17 sayfa

TBMM’de kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu adına AK Parti, MHP ve DEM Partili üç üyenin Öcalan’la görüşmesinin yankıları sürüyor.

Görüşme sonrası dört sayfalık özet metin komisyonda okundu ve kamuoyuna açıklandı.

DEM Parti, özetin Öcalan’ın görüşlerini yansıtmadığını belirterek, tüm tutanakların açıklanmasını istedi.

DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, T24’ten Cansu Çamlıbel’le yaptığı söyleşide, İmralı’ya giden üç milletvekili olarak 16 sayfalık tutanağın altına imza attıklarını söyledi. Koçyiğit, Öcalan’ın SDG’ye silah bırakma çağrısı yapmadığını da kaydetti.

Koçiyiğit’in sözleri Beştepe’yi kızdırdı.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum, sosyal medyada PKK’lıları ve DEM Partilileri ‘Terörsüz Türkiye’ sürecini sabote etmekle suçladı.

Görüşme 2 saat 50 dakika

Bu arada Beştepe’ye yakın kaynaklardan öğrendiğim kadarıyla Öcalan’la yapılan görüşme 2 saat 50 dakika sürmüş.

Görüşmenin ham tutanağı 62 sayfa tutuyor.

Tekrar ifadeler ayıklandıktan ve metin tashih edildikten sonra 17 sayfaya inmiş.

Yani, Koçyiğit, yanlış hatırlıyor.

Tutanaklar 16 değil, 17 sayfaymış.

Beştepe’ye yakın çevreler 17 sayfada toplumu rahatsız edecek bir ifadenin bulunmadığında ısrar ediyor. Ancak devletin yasadışı örgütün lideriyle yapılan mahrem görüşmeyi yayınlama gibi tavrının olamayacağı savunuyorlar.

2019’da tekrarlanan İstanbul seçimi öncesi Öcalan’ın HDP’lilere yönelik tarafsız kalma çağrısının devlet görevlileri eliyle duyurulduğunu hatırlattığımda, “İki örnek aynı değil” yanıtı aldım.

Beştepe çevreleri, Öcalan’ın İmralı’da CHP’yi de eleştirdiğini ancak Koçyiğit’in yaptığı açıklamalarda bu eleştirilere yer vermediğini söylüyorlar. Koçyiğit’e kızgınlık var.

Halen uzlaşmaya varılamadı

Öcalan ile müzakerede geçiş süreci hukuku üzerinde uzlaşmaya varılmış değil. Dağdakilerin ne şekilde döneceği ve hangi yasal işleme tabi tutulacağı netleşmedi. Üst düzey PKK’lıların üçüncü ülkelere gönderileceği söyleniyordu. Ancak şimdi Bese Hozat, kendilerinin de Türkiye’ye dönerek, siyasete katılacağını ifade ediyor. Cezaevindeki PKK’lıların durumu da belirsizliğini koruyor.

Kandil’den duyulan tehditkar söylemler ve el yükselten istekler devleti rahatsız ediyor. Bugüne kadar isimleri bilinmeyen, örneğin ‘Amed Malazgirt’ ya da ‘Zagros Hiwa’ kod adlı PKK’lıların açıklamaları tansiyonu yükseltiyor.

Örgütten silah bırakmaya yönelik daha güçlü teyitler de gelmiyor. Sembolik silah yakma eylemi hariç, adım atılmış değil.

Yeni anayasa

Beştepe’ye yakın çevreler geçiş süreci ile demokratikleşmenin ayrı aşamalar olduğunu; silahların bırakılması, örgütün feshi ve terörün tasfiyesinden sonra demokratikleşme faslının açılacağını söylüyor. Bu fasıl yeni anayasa çalışması çerçevesinde planlanıyor.

Hatta tarih veriliyor.

Gelecek yıl 1 Ekim’den sonra…

İsmail Saymaz/halkTV

 

Bir özelleştirmenin öyküsü: Şaka değil, gaflet...+ Bilal Erdoğan'ın gözünden Türkiye: 'Eğitim ve sağlıkta altın standarttayız, yalnız biraz daha özel yatırım lazım' -soL-

 Bir özelleştirmenin öyküsü: Şaka değil, gaflet...-Canan Işık-

'Bu karar, bilirkişinin teknik uyarılarının neden görmezden gelindiğine değil, şehircilik bilgisinin neden siyasal bir tehdide dönüştüğüne işaret eder; çünkü bilimsel analiz, rant üretimine dayalı mekânsal müdahaleleri görünür kılar. Böylece yargı, bilimsel planlama ilkelerini korumak yerine, sermaye yönelimli mekânsal tasarrufu hukuki kılıfa büründürmüş olur.'

“Bir kereden bir şey olmaz” mottosuyla yolunu alan Demirel ve Özal'ın miras olarak aldığı ve elek haline getirdikleri bir anayasa bıraktığını unutmamak gerek. Kentsel imar uygulamaları delik deşik edildi, yargı da buna eşlik etti.

Ankara'nın en değerli kamu arazilerinden biri olan Çayyolu'ndaki arazinin satışının öyküsünü dün soL'da oldukça ayrıntılı şekilde aktarmıştık. Bugün ise ilgili imar planı değişikliği ile ilgili kararın meslek odaları tarafından yargıya taşınmasını ve yargının bu süreçte patronların yanında nasıl saf tuttuğunu detaylarıyla anlatacağız.

Danıştay Altıncı Daire imar hukuksuzluğunun kitabını yazıyor

Danıştay 6. Daire’nin bu dosyada aldığı tutum, Türkiye’de şehircilik disiplininin nasıl siyasal kararlarla bastırıldığını açık biçimde gösteriyor. Çünkü bilirkişi raporunun ortaya koyduğu tüm tespitler —vadi tabanı niteliği, ekolojik sürekliliğin kopması, yoğunluk artışının plan bütünlüğünü bozması, ulaşım–donatı yetersizliği, jeolojik ve topografik riskler— şehircilik biliminin temel kabulleri ve yönetmeliklerle birebir uyumluyken, Danıştay bu bilimsel tespitlerin hiçbirini esas almadı. 

Dahası, teknik uzmanlık gerektiren sorulara kendi yorumuyla hüküm kurarak, adeta bilirkişi yerine geçip şehircilik biliminin yerine kendi değerlendirmesini koydu. Oysa şehircilik; plan hiyerarşisi, mekânsal analiz, taşıma kapasitesi, donatı standardı, ekolojik eşikler ve ulaşım bütünlüğü gibi kavramlarla çalışan disiplinlerarası bir bilimdir. 

Mahkemenin, bu bilimsel metodolojiyi dikkate almadan “planlamanın dinamikliği” gibi muğlak bir ifadeyle yoğun yapılaşmayı meşrulaştırması, bilimsel bilgi karşısında siyasal tercihin üstün kılındığını gösteriyor. 

Bu karar, bilirkişinin teknik uyarılarının neden görmezden gelindiğine değil, şehircilik bilgisinin neden siyasal bir tehdide dönüştüğüne işaret eder; çünkü bilimsel analiz, rant üretimine dayalı mekânsal müdahaleleri görünür kılar. Böylece yargı, bilimsel planlama ilkelerini korumak yerine, sermaye yönelimli mekânsal tasarrufu hukuki kılıfa büründürmüş olur. Bu durum yalnızca bir bilirkişi raporunun reddi değil; Türkiye’de şehircilik disiplininin yargı eliyle etkisizleştirilmesidir.

Özelleştirme İdaresi ve yargı ortaklığıyla kent suçları...

Şaka gibi değerlendirme

İmar planlamalarında bilim insanlığı yapan kişilerden oluşan bilirkişi; "1/25.000 ölçekli 2023 Başkent Ankara Nazım İmar Planında dava konusu taşınmazında içinde bulunduğu alanın vadi ile birleşen yeşil alan sürekliliğinin olduğu bir alan olduğu ve planın açık ve yeşil alanlar ile vadi tabanlarının korunması ilkesini benimsediği, dava konusu 1/25.000 ölçekli plan değişikliğinin yeşil alan sürekliliğini bozarak yoğun yapılaşma getirmesinin 1/25.000 ölçekli 2023 Başkent Ankara Nazım İmar Planının ilgili hükümlerine ve plan bütününe ilişkin ilkelerine aykırılık taşımaktadır” derken; Danıştay Altıncı Daire; 1/25000, 1/5000 ölçekli nazım imar planları ve 1/1000 ölçekli uygulama imar planı değişikliklerinin birbiriyle uyumlu olduğunu söylüyor. Bu bir şaka gibi…

Bilirkişi raporuna itibar etmedik itirafı

Hızlarını kesmiyorlar, dava konusu alanın Milli Savunma Bakanlığına tahsisli iken artık ihtiyaç kalmaması nedeniyle plan değişikliğinin yapıldığı, dolayısıyla plan değişikliğini gerekli kılan unsurların oluştuğu ifade ediliyor.

"Planlama yapıldıktan sonraki süreçte değişen şartlar nedeniyle artık ihtiyaç kalmayan tahsisli alanların boş ve atıl bırakılmasının kamu yararına aykırı olacağı açıktır" deniliyor. 

"Planlamanın dinamik yapısı gereğince değişen şartlar ve koşullara göre artık ihtiyaç duyulmayan bu alanların çevresiyle uyumlu olarak planlanarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu itibarla, dava konusu alanın çevresinde yapılaşmış konut alanlarının bulunduğu görüldüğünden 1/25000 ölçekli nazım imar planı değişikliğiyle orta yoğunlukta gelişme konut alanı olarak belirlenmesinin bölgedeki yapılaşmalar ile uyumlu olduğu sonucuna varılmaktadır" diyor.

Bu durumda, planlamanın dinamik yapısı göz önüne alındığında sınırlı bir alanda ve bölgesiyle uyumlu olacak şekilde yapılan plan değişikliğinin 1/25000 ölçekli nazım imar planı hükümleri ve genel ilkelerine aykırı olduğundan bahsedilemeyeceği sonucuna ulaşıldığından bilirkişi raporundaki "BU KONUDAKİ TESPİTLERE İTİBAR EDİLMEMİŞTİR" deniliyor. 

Bilirkişi raporunda, "Dava konusu 1/5000 ölçekli plan ve 1/1000 ölçekli plan aynı ayrıntı düzeyinde oluşturulduğu, oysa uygulama imar planları, nazım imar planlarının ayrıntılandırılarak, sürecin pratik yönünün ağır bastığı, ölçü alınabilecek ayrıntıda geliştirilen, biçim, büyüklük gibi mekânsal unsurları ayrıntılı olarak içeren planlar olarak geliştirilmesi gerektiği" tespitine dikkat çekerken; Danıştay Altıncı Daire; dersine iyi çalışmış bir örnek daha veriyor ve "1/5000 ölçekli nazım imar planında genel kullanış biçimleri gösterilirken 1/1000 ölçekli uygulama imar planında emsal değeri, kat yüksekliği, kullanım fonksiyonlarının içinin doldurulması gibi düzenlemelerin yer aldığı görüldüğünden planların birbirinin aynısı olmadığı, uygulama imar planı ve plan notlarında uygulamaya yönelik düzenlemelerin yer aldığı ve uygulama imar planının yeterli ayrıntıda düzenlendiği anlaşıldığından bilirkişi raporundaki bu TESPİTE İTİBAR EDİLMEMİŞTİR." diyor. 

Bilim insanları ne diyorsa yargı tek tek itiraz ediyor

Bilim insanları, “Plan değişikliği ile getirilen ilave nüfus için mahalledeki eğitim ve sağlık alanlarının yeterli olup olmadığı, sosyo-kültürel tesis alanları ile ibadet alanlarının yeterli olup olmadığı gibi konulara ilişkin olarak imar planı değişikliği sosyal ve teknik altyapı etki değerlendirme raporu kapsamında altyapı yeterlik analizi yapılmadığı, mevcut planlarla oluşmuş olan yapılı çevredeki nüfusun gereksinimi dikkate alınarak sosyal donatı alanları ve altyapıya ilişkin bir yeterlilik analizi yapılmamış olmasının Mekânsal Planlar Yönetmeliği kapsamında bir eksiklik ve yönetmeliğe aykırılık anlamına geldiği" tespitlerine  yer verirken; Danıştay Altıncı Daire; "Özelleştirme kapsam ve programına alınan taşınmazlara yönelik her tür ve ölçekte plan ve/veya plan değişikliğini yapma yetkisinin 3194 sayılı Kanunun 9. maddesinin 2. fıkrası uyarınca Özelleştirme İdaresi Başkanlığına ait olması ve bu yetkinin yalnızca özelleştirme programına alınan taşınmazlarla sınırlı bir yetki olması karşısında, plan açıklama raporunun ve plan değişikliğinin gerekçelerinin bu kapsamda değerlendirilmesi gerekmektedir. 214.220,57 m2'lik planlama alanının 74.050,80 m2'lik kısmının sosyal ve teknik altyapı alanı olarak ayrıldığı bu itibarla dava konusu imar planı değişiklikleri ile alana getirilen yoğunluğun çevredeki sosyal donatı dengesini bozmadığı, donatı alanları açısından ilave bir artış gerektirmediği ve ihmal edilebilir boyutta olduğu" sonucuna ulaşılmıştır.

Danıştay'ın aldığı karar hukukun kent yağmasını durdurma rolünün nasıl askıya alındığını da gösteriyor

Yer seçimine bilimsel itiraza ilginç yargı yorumu

Bilim insanları, "taşınmazda öngörülen konut alanı yapılaşma koşulları çevrede öngörülenler ile farklılaşma göstermese de, planlama alanında öngörülen diğer kullanımlardaki belirsizlikler, üst ölçekli planda yeşil alan sürekliliğinin kurgulandığı bir alanda yapılaşmanın öngörülmesi plan sürekliliğini ve bütünlüğünü, dolayısıyla çevre ve imar bütünlüğünü olumsuz etkilediği, planlama alanında bir vadinin bulunduğu, jeomorfolojik özellikleri nedeniyle de konut gelişme alanı kullanımı açısından davaya konu taşınmazın doğru bir yer seçimi olmadığı, yüksek eğime sahip olan bu alanda yapılaşma yerine açık alan kullanımı şehircilik ilkeleri ve sağlıklı kentleşme açısından daha doğru bir yaklaşım olduğu" tespitlerine yer verirken; İmar uygulama planlarının teknik bilirkişisi gibi davranan yargı; "Bilirkişi raporunda, planlama alanı içinde vadi bulunduğu belirtilmiş ise de, dava konusu planlarda bu kısma rekreasyon alanı kullanımı getirildiği, bunun yanı sıra 28/09/2011 tarihinde onaylanan jeolojik ve jeoteknik raporda, çalışma alanının önlemli alan (ÖA-2.1:önlem alınabilecek nitelikte stabilite sorunlu alanlar) olarak sınıflandırıldığı ve bu alanlarda her tür bina için parsel bazında zemin etüdü raporu hazırlanacağının, yer altı su seviyesine, zeminin oturma, şişme, sıvılaşma, taşıma gücü özellikleri ile diğer jeoteknik özelliklerine yönelik hesaplamaların yapılacağının belirtildiği, ancak yapılaşma koşullarına yönelik herhangi bir sınırlamaya yer verilmediği görüldüğünden YER SEÇİMİNİN UYGUN OLDUĞU SONUCUNA VARILMIŞ OLUP TESPİTLERE İTİBAR EDİLMEMİŞTİR" deme gafletinde bulunmuştur yargı. 

Yargı bilimin de yerini aldı, patronlar ne isterse o

"Dava konusu plan değişikliği kararları ile bölgeye gelecek olan ek nüfusun araç kullanımı ve bunun ulaşım sitemine etkisine yönelik bir değerlendirme plan açıklama raporunda ve imar planı değişikliği sosyal ve teknik altyapı etki değerlendirme raporu yer almadığı, 1/1000 ölçekli uygulama imar planında araçların giriş-çıkış açısından çevredeki şebekeye nasıl bağlanacağı, diğer bağlantılarla nasıl ilişkileneceği konuları çözümlenmediği dolayısıyla taşıt sistemi ve dolaşımı açısından uygulama imar planındaki ulaşım şeması da yetersiz kalmaktadır" bilimsel bilgisini vermesine rağmen, Danıştay Altıncı Daire Yargı mensupları; "sadece özelleştirme kapsamında bulunan taşınmazlarla sınırlı şekilde planlama yapılması mümkün olduğundan, bölgede onaylı imar planlarında öngörülen ve taşınmazlarda son bulan taşıt yollarının, dava konusu 1/5000 ölçekli nazım ve 1/1000 ölçekli uygulama imar planı sınırları içinde devam ettirilerek erişim sağlayacak şekilde sürekliliğinin sağlandığı görüldüğünden, planlama alanında ayrılan yolların planlama tekniklerine ve ulaşım planlamasına uygun olduğu anlaşılmıştır" diyerek  ihtisasları olmadığı halde verilen bu şehircilik kararı akıl durgunluğudur.

Yargının trajikomik hali

"İmar planlarının şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına uygun olduğu sonucuna varıldığından yürütmenin durdurulması isteminin yerinde olmadığı sonucuna varılmıştır" derken yargı mensuplarının şehircilik ilkeleri ve planlama esasları konusundaki ihtşisaslaşmış(!) hali trajikomik bir durumdur. 

Danıştay’ın, alanında uzman bilirkişilerin bilimsel ve teknik değerlendirmelerini göz ardı ederek aldığı karar, şehircilik disiplininin birikmiş deneyimini ve kamu yararı kavramını görmezden gelen bir tutumun göstergesidir. Bu yaklaşım, kentsel mekânın kolektif bir yaşam alanı değil, hukuki yorumların dar çerçevesine sıkıştırılmış bir “arazi parçası” olarak ele alınmasına yol açmaktadır. Oysa şehircilik, kent hakkını, ekolojik dengeleri, toplumsal ihtiyaçları ve mekânsal adaleti önceleyen bütüncül bir kamusal iradeyi temsil eder. Bilimsel bilginin yerine idari takdirin geçirilmesi, karar üretim süreçlerini demokratik ve toplumsal denetimden uzaklaştırmakta; kentlerin sermaye baskısıyla biçimlenen neoliberal dönüşüm dinamiklerine zemin hazırlamaktadır. Bu nedenle söz konusu karar, sadece teknik bir uyuşmazlığın değil, kente ilişkin kamusal değerlerin, toplumsal ortak yararın ve kolektif yaşam hakkının geriye itilmesinin somut bir örneği olarak okunmalıdır.

/././

 Bilal Erdoğan'ın gözünden Türkiye: 'Eğitim ve sağlıkta altın standarttayız, yalnız biraz daha özel yatırım lazım' 

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan, ülkenin çöken eğitim ve sağlık altyapısının "altın standart"a kavuştuğunu iddia etti. Bilal Erdoğan deprem konutları ihalelerin verildiği yandaş inşaat şirketlerininse "hayrına" çalıştığını öne sürdü.

Girişimci İşadamları Vakfı (GİV) tarafından düzenlenen Türkiye Girişimci Buluşması-Fikirden Girişime 2025 ve 12. GİV Girişimcilik Ödülleri, İstanbul Eyüpsultan'daki Bahariye Mevlevihanesi'nde gerçekleştirildi.

Programa, Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı, İstanbul Valisi Davut Gül, AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan katıldı.

Yoksulluk derinleşirken ekonomik büyümeyi ve babasını övdü

Bilal Erdoğan, burada yaptığı konuşmada, ülkede yoksulluk derinleşmiyormuş gibi ülke ekonomisinin büyüme verilerinden bahsetti.

Programın başında izletilen kısa filme değinen Bilal Erdoğan "Videoda da, 'Her iş günü 1 milyar dolar ihracat neredeyse oraya geleceğiz' demişiz. Oraları kırdık geçtik. Şu anda 275 milyar dolara geldik. Türkiye ekonomisinin büyümesini konuştuğumuz zaman bir şey görüyoruz. Türkiye'de 75 yılda kişi başına milli gelir aşağı yukarı 6-7 kat büyümüş. Son 23 yılda da 6-7 kat büyümüş. Yani son 23 yıldır yüzde 5,4 büyümüşüz" diye konuştu.

Bu büyümenin dünyada ve Türkiye'de yaşanan birçok olumsuz duruma rağmen sağlandığını savunan Bilal Erdoğan "Recep Tayyip Erdoğan'ın kıymetini, bu kadar hızlı büyüyemediğimiz, ekonominin katlanarak gitmediği zamanlarda anlayacağız. Ne zamanlar yaşamışız, ne kadar hızlı büyümüşüz, ne kadar hızlı gelişmişiz" ifadelerini kullandı.

Çöken sağlık ve eğitim altyapısına övgüler

"Girişimcilik ekosistemi" kavramından bahseden Bilal Erdoğan, bunun ülkede güçlü bir altyapı olmadığı takdirde mümkün olmadığını Türkiye'nin bu alanda hiçbir eksiği olmayan bir ülke olduğunu ve her köyde elektrik, su, internet ve yol gibi fiziki altyapıların tamamladığını iddia etti.

Erdoğan, ülkenin yerlerde sürünen sağlık altyapısına övgüler düzdü:

"İnsanımıza nasıl yatırım yapmışız? Eğitim, sağlık. Bugün Türkiye sağlık sistemi itibarıyla bu milli gelir düzeyinde dünyada en mükemmel sağlık hizmetini veren ülkedir. Türkiye'de devlet, Cumhurbaşkanımızın özel hassasiyeti sayesinde bunu başarmıştır. Yoksa 30 yıl önce hastaneden hastasını alamayan bir Türkiye vardı. Değil üç gün, üç ay, üç yıl sonrasına randevu alınamayan Türkiye vardı. Bugün gerçekten artık sağlık turizminin önemli destinasyonlarından biri olmaya uğraşan bir Türkiye söz konusu. Milyarlarca doları sadece dışarıdan ameliyat, fizik tedavi veyahut da estetik, diş ameliyatları, diş bakımı için kazanan bir ülke durumuna geliyoruz."

Ancak, ülkedeki sağlık altyapısının mevcut hali hiç de öyle parlak değil.

Ülkede doktor randevusu almak artık neredeyse imkânsız hale geldi. MHRS'de aylarca randevu bulunamayan branşlar, kapalı poliklinikler varken, hastalar acile yığılmış vaziyette. Sistemin çöktüğü Sağlık Bakanı tarafından bile kabul edildi.

Bununla birlikte, şehir hastaneleriyle kamunun kasasını boşaltan bir model yürürlüğe sokuldu. Kamu-özel işbirliği modeliyle yapılan şehir hastaneleri, devlet bütçesini yıllarca sürecek kira yüküne soktu. Bu hastaneler için kapatılan şehir içi devlet hastaneleri, sağlık erişimini birçok kentte zorlaştırdı.

Bu yıl yalnızca ilk 11 ayda 4 binden fazla hekim yurt dışına çıktı.

MESEM'de çocuklar ölürken 'eğitimde altın standart' yalanı

Bilal Erdoğan, Türkiye'nin eğitim altyapısını övmekten de geri durmadı. 

Erdoğan, "Eğitimde nasılız peki? Eğitimde sınıf başına düşen öğrenci sayısı 35-40'larda olan bir ülkeden 20'ye geldik toplamda. Öğretmen başına düşen öğrenci sayısı. Bir göstergede budur. Bugün Türkiye'de 1,1 milyonun üzerinde öğretmenimiz var. 17 milyon civarında öğrencimiz var. Şu anda birinci sınıfa başlayan öğrenci sayısı 1 milyonun altına düştü. Altın standarttayız şu anda biz. Devlet girişimcilik ekosisteminin gereksinimi olan her şeyi tamamlamış" diye devam etti.

Bilal Erdoğan'ın bu iddiası da palavradan ibaret. Türkiye'de eğitim sistemi son yılların en ağır çöküş sürecinden geçiyor. 

MESEM projeleriyle çocuklar ağır sanayi ortamlarında iş güvenliği önlemleri alınmadan çalıştırılıyor. Sadece son iki yılda çok sayıda çocuk iş cinayetinde hayatını kaybetti. Bu ölümlerin tamamı “devlet denetimi var” denilen bir model içinde gerçekleşti.

Çocuk işçi ölümlerini protesto edenler ise tutuklanıyor.

Eğitimde kamunun tasfiyesi de değinilmesi gereken bir konu. 

Ülkede bugün okulların bakım-onarım bütçeleri kaybolmuş durumda. Öğretmen açığı yüz binlerle ifade edilirken, iktidar ısrarla kadrolu öğretmen alımını kısmaya devam ediyor.

Ayrıca milyonlarca aile, devlet okullarında temel ihtiyaçların dahi velilere yüklendiği bir sistemle baş başa.

'Daha fazla piyasacılık lazım'

Konuşmasında "genç girişimcilere" de seslenen Bilal Erdoğan, ülkede özel yatırımların eksik olduğunu ve bunun halkın zararına olduğunu iddia etti: 

"Teknofest'te en son 1,5 milyonun üzerinde öğrenci, teknoloji takımlarında yarışmalara katılıyor. O çocuklar yarının girişimci adayları. Yani buralardaki başvuruların yüzlerle, yüz binlerle artacağını şimdiden hayal edebilirsiniz. Bizde eksik olan taraf özel finansman. Yani illa devlet verecek. Artık öyle bir devre geldi ki Türkiye, bu kadar altyapı yatırımını gerçekleştirdikten sonra artık vatandaşın 'Sıra bende ben ne yapacağım' diyor olması lazım.

Bilal Erdoğan, buradaki ifadesiyle piyasacılığın 40 yıllık yalanını devreye sokmuş oldu.

Bilal Erdoğan’ın “özel yatırım artarsa ülke kazanır” iddiası, Türkiye’deki tüm yapısal krizlerin merkezindeki piyasa politikalarının başarıya ulaşmış olduğu varsayımına dayanıyor. Oysa özel sektörün büyüdüğü her alanda, eğitimde, sağlıkta, barınmada, enerjide, hizmetler daha pahalı, daha güvencesiz ve daha eşitsiz hale geliyor. Devlet çekildikçe halkın payına düşen yalnızca artan faturalar, çöken sistemler ve güvencesizlik oluyor.

Yandaşlar milyarlarca liralık deprem konut ihalesi alıp 'vatandaşın yardımına koşmuş'!

Bilal Erdoğan, konuşmasının sonunda ise halen teslim edilemeyen deprem konutları üzerinden "yandaş"ları övdü.

6 Şubat depremleri sonrası yapılacak konutlar için milyarlarca liralık ihale yandaşlara verildi. 

Bilal Erdoğan "KOBİ'lerimiz, Anadolu kaplanlarımız" diyerek deprem sonrası aldıkları ihalelerle zenginleşmeye devam eden "yandaş"ların vatandaşın yanında yer alıp vatandaşın konutlarını yapmaya koştuklarını iddia etti.

Yandaşlar deprem konutu ihalelerini "hayrına" almış gibi bir çarpıtmaya imza atan Bilal Erdoğan AKP iktidarında sömürü olanakları alabildiğine genişleyen, özelleştirmelerle ülkenin en büyük zenginliklerine el koyan ve "altın çağ"ını yaşayan TÜSİAD'ın aynı "hayırseverliği" yapmadığını savunarak bir karşıtlık kurmaya çalıştı. Ortada bir eksiklik olduğunu savunan Bilal Erdoğan'a göre "bu eksikliğin biraz giderilmesine" ihtiyaç varmış!

Bilal Erdoğan şöyle konuştu:

"Türkiye'de son 23 yılda yapılan yatırımlara baktığımız zaman ya devlet eliyle yapılmış ya da devlet teşvikleri kadar yapılmış. Onun ötesinde yapan varsa yoksa bizim KOBİ'lerimiz, Anadolu kaplanlarımız. Yani büyük sermaye maalesef biriktirdiği parayı biriktirmeye devam ediyor. Asrın felaketi olduğunda TÜSİAD neredeydi? TÜSİAD çıkıp da 'Biz de şöyle 50 bin konutu TÜSİAD üyeleri olarak yapıyoruz' diyemez miydi? Ne oldu, biriktirdiğiniz paralar nereye gitti? Yatırım yapmıyorsun. Hadi gel bu memlekette depremzedenin 50 bin tane konutunu sen yap, bak devlet 500 bin tane konutu yapıyor. Yine elini cebine daldıranlar bir şekilde 'yandaş' diye yaftalananlar. Onlar yine gelip vatandaşın yanında yer alıp, vatandaşın konutlarını yapmaya koştular. Dolayısıyla bu ülkede sermaye sahibi, özellikle büyük sermaye sahibinin günahı, vebali çok. Ne fakir fukaranın, garip gurabanın yanında dururlar, ne devletin yanında dururlar, ne de girişimcinin yanında dururlar. Oradaki eksikliğin biraz giderilmesine ihtiyacımız var."

Erdoğan, ek olarak "Ülke geliştikçe sivil toplum da güçlenir, söz sahibi olur, siyasete daha fazla yön verir. Dolayısıyla işte size girişimcilikle ilgili bir sivil toplum kuruluşu, bence sermaye sahiplerine de lobi yapması, baskı yapması lazım" dedi.

"Devlet yatırımları" yalanı bir yana, deprem felaketinin üzerinden neredeyse iki yıl geçmiş olmasına rağmen, depremzedelerin önemli bir bölümü hâlâ konteynerlerde, hatta çadırlarda yaşıyor.

Bölgede altyapı eksikliği de kronikleşti. Su kesintileri, kanalizasyon sorunları, ısınma ve enerji yetersizliği rutin hale geldi.

***

soL


Ukrayna’da Avrupa’nın, NATO’nun belki Batı’nın sonu mu? + Suriye sahası hareketlendi; SDG’ye yönelik gözdağı mesajları mı var, Genelkurmay Başkanı'nın Şam ziyareti ne anlama geliyor? + Mazlum Abdi'den "entegrasyon" açıklaması: Sırada Kürtler var; ABD, SDG’yi desteklemeye devam etmeli-T24-

 Ukrayna’da Avrupa’nın, NATO’nun belki Batı’nın sonu mu?-Namık Tan- 

Zelenskiy’nin, “Ukrayna’nın haysiyetini yitirmekle en güçlü müttefikini yitirmek arasında bir tercihe zorlandığını” açıklaması gayet veciz ve geçerli. En fazla kaybettiği toprakları üzerinde Rus egemenliğini resmen tanımadan fiili durumu kabul ederek bir çıkar yol bulabileceğe benziyor.

namık tan 7 aralık

Trump’ın, Zelenskiy’e ve Avrupa’ya sırtını dönüp, Ukrayna’yı Putin’e teslim etmesine çeyrek var. Kremlin’deki beş saat süren son görüşmede ABD tarafını temsil eden heyetin oluşumu bir gösterge: New York emlâk yatırım dünyasından gelen iki üye Witkoff ve Kushner ABD’yi temsil etti.

Trump’ın yakın dostlarından olan Witkoff’un en azından “Özel Temsilci” ünvanı var. Kushner ise yalnızca Trump’ın damadı ve Gazze Planı’nın mimarı. Heyette ABD Dışişleri’nden kimse bulunmadığı gibi ABD Moskova Büyükelçisi bile en azından not tutmak için olsun söz konusu görüşmede kendine yer bulamadı.

Esasen küresel açıdan da günümüzde diplomasinin evrildiği yeri, pek çok kez vurguladığım “bir numaralar arasında sıkışıp, ivmelenmesi” durumunu dışa vurur biçimde, Rus tarafında da, Putin’in yanında Dışişleri Bakanı Lavrov bulunmadı. On yıllık yakın danışmanı Uşakov ve ABD eğitimli, iş dünyasından gelme Dmitriev masaya oturdu (Dmitriev’in eşi Putin’in kızıyla yakın dost).

Trump’ın Ukrayna’dan “sıkıldığını” gösteren bir başka gösterge, Kremlin’deki görüşmeden önce Cenevre’de Ukraynalılarla bir araya gelen Dışişleri Bakanı Rubio’nun medyaya verdiği yanıt: Rubio soruya cevaben, tek kelimeyle Avrupa Planı’nı “okumadığını” belirtti.

Avrupalılar, Florida’da Dmitriev’in Witkoff’a ilettiği anlaşılan Rus planının elini yüzünü düzeltmeye çalışmıştı. Zelenskiy ile topluca görüşerek Ukrayna’yla dayanışma mesajı vermişlerdi. Kremlin’deki masada ne Avrupa ne Ukrayna’nın olmaması sıkça yinelenen benzetmeyle bunların “menüde” olduklarını düşündürdü.

Nitekim, ekonomik ağır sıklet ama askeri ve diplomatik tüy sıklet Avrupa’nın (AB ve/veya NATO’nun Batı Avrupalı müttefikleri) sözü yahut uyarıcı çığlığı boşlukta yankılandığıyla kaldı. Kremlin’deki görüşme sonrası Putin manidar biçimde Hindistan’a giderken, Macron’un Çin’e koşması sonuç vermedi. Ukrayna konusunda Çin lideri Şi belki elini Putin’in sırtına koymuyor ama Avrupalıların da elini tutmuyor.

Üzerine ABD’nin yeni Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi (UGSB) yayımlanınca Ukrayna’yı bırakıp, Avrupalılar kendi devletlerinin beka derdine düştüler. Zira, yeni UGSB ile ABD’nin yalnızca Ukrayna’ya değil, olduğu gibi Avrupa’ya veda ettiğinin görüldüğünü ileri sürmek pek abartı sayılmaz.

Bu belge, ABD’nin kuruluş ayarlarına, eski diplomasi geleneğine, dünya görüşüne dönüşünü tescilliyor. II. Dünya Savaşı sonrası kurulan küresel düzeni deyim yerindeyse “paranteze” alıyor. ABD’nin yalıtımcı (isolationist”) tutuma geri döndüğünü gösteriyor. Her hal ve kârda kabaca 80 yıldır süren bir dönemin sonuna keskin biçimde gelinmiş durumda.

Oysa, Avrupa hesaplarını, ABD’nin küresel liderlik iddiasının sonsuza dek süreceği, zira bunun ABD’nin ulusal çıkarı gereği olduğu varsayımı üzerine yapmıştı. Putin, Ukrayna’yı işgale girişene, Trump ikinci kez başkan seçilene dek yüksek sesle hayıflanmakla yetinmiş, neredeyse bedavadan savunmasını ABD’ye emanet etmişti. Böylece, zengin refah devletlerinin sefasını sürmüştü.  

Şimdi “bir büyük boşlukta bozuldu büyü.” Avrupa yaşlanan nüfusun sosyal giderlerini nasıl karşılanacağının endişesini yaşarken, kısıtlı genç nüfusu askerliğe nasıl teşvik edeceğini düşünmeye başladı. Yeşil dönüşüm derken ortak savaş ekonomisine geçişi, nükleer enerjiye geri dönüşü tartışır oldu. En çarpıcı biçimde “lokomotif” Almanya’nın ucuz Rus gazı, dünya çapında makine imalatı ve Çin’e dev ihracat hacmi sacayağına dayanan modeli çöktü.

Ne ABD ne Çin Avrupa’ya muhtaç. Tersi ise geçerli değil. Avrupa’nın göreli küresel üstünlüğü ancak lüks ürünler gibi “soft” segmentlerde. Örnek olarak, Çin dünya pazarlarına elektrikli araç “boca ederken”, Avrupa süper/hiper araçlarda üstün. Yahut, dünyada satılan kol saatlerinin neredeyse tamamı dijitalken, yüzde birlik analog saat pazar payından elde edilen gelir geri kalana denk gibi.

ABD’siz Avrupa savunması bir yana Türkiye için daha yakıcı ve görünür olasılık ABD’siz NATO. İttifak, 1952’den bu yana ulusal savunmamızın omurgası. En kötü senaryoya örnek olarak Putin, Estonya’nın Rusya’ya sınırdaş Narva iline Kırım (2014) veya Ukrayna (2022) benzeri bir askeri hamle yapacak olsa, 5. Madde’nin işleyip işlemeyeceği belirsiz. Bu da NATO’nun sonu demek.

Kremlin’deki Rusya-ABD ikili görüşmesinin beş saat sürmesini olumlu yorumlamak yanıltıcı olur. Aksine, Putin’in Kırım bir yana Donbas’ın dört vilayetinden işgal edemediği kısımlar da dahil tümüne el koymasını, Ukrayna’nın NATO üyesi olamayacağını, silâhlı kuvvetlerinin de göstermelik nicelik ve nitelikte kalmasını dayattığını varsaymak aklın gereği.  

Trump’ın da, son olarak yüz yüze görüşmeyip Rubio’ya yönlendirdiği Zelenskiy’e, “elinden geleni yaptığını geriye anlaşmanın imzalanmasının kaldığını, aksi takdirde ABD desteğinin sona ereceğini” ifade etmesi beklenir. Zelenskiy’nin, “Ukrayna’nın haysiyetini yitirmekle en güçlü müttefikini yitirmek arasında bir tercihe zorlandığını” açıklaması gayet veciz ve geçerli. En fazla kaybettiği toprakları üzerinde Rus egemenliğini resmen tanımadan fiili durumu kabul ederek bir çıkar yol bulabileceğe benziyor.

Emperyal revizyonist bir güdüyle varlığını dahi meşru kabul etmediği komşusu Ukrayna’yı işgale girişen Putin’in barışa niyeti de barıştan çıkarı da yok. Rusya nükleer başlık sayısı ABD’ye denk ancak ekonomisi Kaliforniya veya Teksas eyaletlerinden çok daha küçük, Brezilya veya İtalya’ya denk bir ülke. Savaş ekonomisini sürdürmeye çalışarak ve Hindistan’a piyasa fiyatı altında petrol satarak yaptırımlar altında yoluna devam etmek yerine, ABD ile iş yapmak herhalde daha kârlı olacak.  

Çok kutuplu değilse de Batı’sız, üç “imparatorluk” (ABD, Rusya, Çin) egemenliği altında, eski III. Dünya’nın “Küresel Güney” adını aldığı bir dünya Türkiye’nin ulusal çıkarlarına uygun mu? Kurumsal kimliği Batı’ya çıpalı, tarihsel yönelimi yüzyıllardır Batı’ya yönelik, savunma ve ekonomisi Batı’ya eklemlenmiş Türkiye, kendine o Küresel Güney’de yer mi aramalı?

Ankara’nın Rusya ile Ukrayna arasındaki “yalancı denge” siyasetinin böylece sonu kendiliğinden geliyor. Aynı zamanda Karadeniz’deki Rus hayalet filosuna ait iki tankere kıyılarımız açıklarında Ukrayna’nın SİDA’larla düzenlediği cerrahi saldırılar yakın gelecek için yeni bir belirsizlik dönemine girildiğini somut biçimde gösteriyor.  

Erdoğan açısından ikisi aşağı yukarı diktatörlük, biri diktatoryal eğilimle yönetilen üç imparatorluğun küresel egemenliği al-verci yaklaşımla çıkarlarına uygun. Trump’la doğrudan kişisel yakın ilişkisine bel bağlayan Erdoğan, ilke ve değerlerin de kurum ve kuralların da devletlerarası ilişkilerde devre dışı kalmasından hoşnut. Demokrasi ve insan haklarının bahsinin dahi geçmez oluşu, jeopolitik değerin öne çıkması işine geliyor.

Buna karşılık, Erdoğan, Trump’la balayının onun sözünden çıkmamaya bağlı olduğunun da bilincinde mi belli değil. Ücreti ödenmiş altı adet F-35, ön ödemesi yapılmış 70 adet F-16 Viper, MMU KAAN için gereken GE üretimi F-110 motorları gibi dosyalar CAATSA yaptırımlarına bağlı duruyor. Erdoğan’ın Kongre engelini aşabilmesi İsrail’le ikili ilişkileri güncellemesine bağlı.

Bunların ötesinde F-35’ler gelecek olsa bunlar muhtemel Suudi Arabistan örneğindeki gibi ihraç versiyonu mu olacak? Yüzde ikiye zor yaklaşan savunma harcamalarının Avrupa’da olduğu gibi bizde de yüzde beş düzeyine doğru gelmesi bu ekonomik bunalımda nasıl gerçekleşecek? Kızılelma SİHA’lar, F-16’ların boşluğunu hava kuvveti caydırıcılığı açısından doldurabilecek mi? İngiltere’de üretim zincirini ve 20 bin kişilik istihdamı hayatta tutan Eurofighter alımının arkası nasıl getirilecek?

Bunların ötesinde, tepkisiz etki olmayacağını bir kez daha kanıtlayan Yunanistan-İsrail yakınlaşması diplomatik açıdan nasıl karşılanacak? Dünya yeni bir teknolojik atılımın eşiğinde; yapay zekâ, kuantum bilgisayarları, hidrojen vb. devrim niteliğinde türlü ileri sıçramalar arefesinde. Türkiye laiklik karşıtlığı, özgürlüklerin boğazlanması, Anayasasızlaşma, hukuk devletinden uzaklaşma, milli eğitimin devlet eliyle düzeysizleştirilmesiyle mi bu trene son vagonundan olsun atlayabilecek?  

İlk seçimde başlayacak CHP iktidarında da bu devasa sınamalar önümüzde aynen duruyor olacak. Aradaki fark, parti programında ortaya konulduğu üzere ve yeni yapılanmasıyla, CHP’nin aklın yolundan ayrılmayacak, Cumhuriyetin ruhuna ve erdemine sadık kalacak olmasında.

/././

 Suriye sahası hareketlendi; SDG’ye yönelik gözdağı mesajları mı var, Genelkurmay Başkanı'nın Şam ziyareti ne anlama geliyor?-Namık Durukan- 

Mazlum Abdi ve Ahmed Şara, 10 Mart mutabakatını imzaladıktan sonra

Merkezi Şam yönetiminin, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile 10 Mart’ta imzaladığı 8 maddelik anlaşma hükümlerine ilişkin sürenin dolmasına az bir zaman kala SDG’nin üç tümen ve iki tugaylık blok halinde orduya katılma sözünden dönüp görüşmelerden çekilmesi sahada etkisini gösterdi. Suriye ordusu tarafından SDG’nin kontrolündeki bölgelere ağır silah desteğinde sevkiyat hız kazanırken, sahadan Türkiye’nin verdiği silah ve ekipmanlarla askerî harekât mesajları verildi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu’nun Şam'ı ziyaret etmesi, SDG’ye gözdağı olarak algılandı.

Suriye’nin geçici Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara ile Suriye Demokratik Güçler (SDG) Genel Komutanı Mazlum Abdi arasında ekim ayı başlarında gerçekleştirilen son görüşme turunun ardından iki taraf arasındaki müzakerelerde gözle görülür bir artış yaşandı. Güvenlik ve askeri komiteler arasında görüşmeler kapsamında SDG'nin üç tümeni Suriye ordusuna entegre etmesinin yanı sıra birçok konuda sözlü anlaşmalar yapıldı. Ancak sözlü anlaşmalar bir türlü yazıya dökülüp imzalanmadı.

Ankara’yı rahatsız eden gelişme

Cumhurbaşkanı Şara'nın ABD ziyareti, Washington, Ankara ve Şam arasında dışişleri bakanları düzeyinde yapılan üçlü görüşmeler kapsamında ABD'nin Suriye Temsilcisi Tom Barrack'ın çözüme yönelik açıklamaları, Şam ile SDG arasında anlaşmanın kapısını aralamasına rağmen sonuca ulaşılamadı. Son olarak SDG Güvenlik ve Askeri Heyet Başkanı Sipan Hamo'nun Şam'a yaptığı ziyarette de ilerleme kaydedilemedi.

SDG'nin entegrasyon kapsamında askeri güçleri dağıtması, silahları merkezi orduya teslim edip bireysel olarak orduya entegre olması talebine karşı muhalefetini son ana kadar sürdürmesinin özellikle Ankara’yı rahatsız ettiği öne sürüldü.

Silahları teslim etmeyi “kırmızı çizgi” olarak gören ve bu düşüncesini Şam’a açık bir dille aktaran SDG’ye karşı kısa süre önce sınırlı saldırılarla mesajlar verildi. Tabka, Halep, Rakka ve Deyrizor bölgesinde, merkezi ordu güçleri ile SDG arasında yaşanan çatışmalar ABD'nin müdahalesi ile son buldu.

Trump ve Şara, Beyaz Saray'da / 14 Kasım

Ankara baskısı mı?

Bölgedeki kaynaklar, Şam’ın Kuzeydoğu Suriye yönetimi ile görüşmelerden geri çekilmesinin nedenini Ankara’nın baskısı olarak gösterdi. Gerekçe, “Türkiye, SDG'yi blok halinde Suriye ordusuna entegre etmeyi ısrarla reddediyor" iddiası ile açıklandı Buna karşılık, müzakerelere yakın bir hükümet kaynağı, "SDG'nin tüm askeri ve güvenlik yapılarını ve güçlerini korumak ve Savunma Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı'na resmen entegre olmak istediğini, ancak bunun imkânsız olduğunu" öne sürdü. Kaynak, şöyle devam etti: "İdlib ve Kuzey Suriye'de var olan gerçeklik, Esad rejiminin devrilmesi ile sona erdi ve artık herkes Suriye devletini temsil eden hükümet kurumlarına tabi ve SDG kontrolündeki bölgelerde başarılması gereken de bu. Bölgeyi devlet egemenliğine geri döndürmek ve ülkenin birliği ve tüm topraklarında istikrarın yeniden sağlanması için gerekli koşulları yaratmak amacıyla askeri bir çözüme doğru gidebilir. Şam, komşularının güvenliğine zarar vermeme sözü verdiği için Türkiye'nin ulusal güvenliğini önemsiyor. PKK lideri Abdullah Öcalan'ın, SDG'ye baskı yaparak 10 Mart mutabakatı hükümlerini tam olarak uygulanmasını sağlayacak olumlu bir duruş sergilemesi bekleniyor.”

Trump'ın destek açıklaması ve İsrail'i dizginlemesi

Cumhurbaşkanı Şara’nın, ABD Başkanı Donald Trump’la görüşmesinde beklediği desteği alması ve sonrasında Suriye elçisi Tom Barrack aracılığıyla, "Sen büyük bir lider olacaksın ve ABD sana yardım edecek" mesajı göndermesi, Kuzeydoğu Suriye’ye yönelik mesajlarda etkili oldu. Başta Şara olmak üzere Şam yönetiminde dil değişikliği dikkat çekti.

İsrail’de yayın yapan Kanal 12 TV’nin haberine göre ABD, Suriye'deki eylemler konusunda İsrail'i uyardı. Bir ABD yetkilisi, uyarının gerekçelerini, “İsrail'in Suriye'deki eylemlerinin, her iki tarafı da bir güvenlik anlaşmasına doğru itme çabalarımızı baltaladığına inanıyoruz. Başbakan Netanyahu'dan, yeni Suriye hükümetinin İsrail'e karşı düşmanca bir tutum sergilemesini önlemek için operasyonları durdurmasını talep ettik. Suriye, İsrail ile çatışma arayışında değil” sözleri ile aktardı.

Şam’dan söylem değişikliği

ABD’nin Şam’a yönelik bakış açısını giderek değiştirmesi, merkezi yönetimini SDG’ye karşı harekete geçirdi ve art arda uyarıcı açıklamalar geldi. Suriye Enformasyon Bakanı Hamza Mustafa’nın SDG’nin taleplerini, “Federalizm ve siyasî adem-i merkeziyetçilik dönemi bitmiştir; SDG’nin Mart anlaşmasını uygulamaktan başka bir seçeneği yoktur ancak taahhütlerini yerine getirmemektedir. SDG büyük bir hata yaptı; lideri Mazlum Abdi durumu yanlış okuyor ve tarihî fırsatları kaçırıyor" sözleri ile reddetmesi dikkat çekti.

“En iyi işleyen şey hayırsever monarşidir”

ABD’nin Şam yönetimine desteğini Doha Forumu’nda bir adım daha ileri taşıyan ABD Özel Temsilcisi Barrack, “acil demokrasi” talebinden vazgeçilmesini istedi. Barrack, açıklamasında şu görüşleri dile getirdi: “Her şeyden önce Suriye'nin, Batı'nın beklentileri dayatılmadan veya belirli bir zaman dilimi içinde demokrasi talep edilmeden kendi yolunu belirlemesine izin verilmelidir. Biz kendimiz asla gerçekten bir demokrasiye sahip olmadık ve şu anda da bir demokrasi görmüyorum. İsrail bir demokrasi olduğunu iddia edebilir, ancak bu bölgede ister insanlar beğensin ister beğenmesin, tarihsel olarak en iyi işleyen şey hayırsever bir monarşidir.”

Cephelerden görüntüler

ABD’nin İsrail’i, Şam yönetimine karşı dizginlemeye çalışması ile Ankara’nın SDG’yi karşılıksız Suriye ordusuna entegre etme girişimlerini arttırmasının aynı zaman dilimi içinde gerçekleşmesi de dikkat çekti. Suriye merkezi yönetimi ile SDG arasında 10 Mart'ta varılan anlaşmanın uygulanması için son tarih hızla yaklaşırken, her iki taraftaki cephelerde tatbikatlar eşliğinde ağır silah destekli görüntüler verilmeye başlandı.

Şam yönetiminin denetimindeki bölgelerde medya aracılığıyla SDG'ye karşı harekete geçilmesi örgütlenirken sosyal medya hesapları, SDG'ye en karşıt üç tugay komutanı olan Muhammed el-Cesim (Ebu Amşa), Ebu Hatem Şakra ve Seyf Bulad da dahil olmak üzere Savunma Bakanlığı güçlerindeki komutanların, Savunma Bakanlığı komutanı Fehim İsa ile birlikte SDG konuşlanma alanlarını gösteren bir haritayı incelerken çekilmiş fotoğraflarına yer verilmesi dikkat çekti.  

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu, Şam'da Şara'yla görüştü / 6 Aralık

Suriye ordusunun 62. Tümeni’ni komuta eden Ebu Amşe’nin, Savunma Bakanlığı tarafından düzenlenen Suriye Devrimi Askeri Sergisi'nde ise SDG’nin kontrolündeki bölgeleri işaret ederek, "Cezire'de (bölgede) korku yok, işlerimiz iyi olacak inşallah" sözleri ile tehdit imasında bulunması dikkat çeken ikinci ayrıntı oldu.

Bu tür paylaşımların, SDG'ye karşı operasyon başlatması için “Ankara’dan yeşil ışık alındığı” iddialarını gündeme getirdi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu’nun resmî davet kapsamında komuta heyetiyle birlikte Şam’a gitmesi ve Cumhurbaşkanı Ahmed Eş-Şara ile görüşmesi de önemli bir ayrıntı olarak öne çıktı.

Türkiye’nin silahları ile görüntü

Suriye ordusunu modernize etme kapsamında Ankara tarafından Şam yönetimine askeri ve silah desteği sahada görücüye çıktı. Bölgedeki kaynakların bildirdiğine göre, Türkiye tarafından verilen silah, cephane ve ekipmanlarla Suriye ordu güçleri, olası çatışmalara karşı TSK askeri uzmanları eşliğinde bir süredir eğitim görüyor. Eğitimler, tatbikatlar eşliğinde sürüyor. Ankara tarafından yeni Suriye ordusuna verilen İHA savar silahının tatbikat kapsamında görücüye çıkarılması dikkat çeken ayrıntılardan biri oldu.

Bu arada SDG’nin de güçlerinin olası saldırılara hazırlamak için Halep, Deyrizor ve Haseke kırsalında bir süreden beri kapsamlı askeri tatbikatlar yapıyor. Tatbikatların bir bölümünün ABD askeri ile ortak yapımı dikkat çekiyor.

Olası çatışmanın Şam ile SDG arasındaki ilişkinin hassasiyetinden değil, aynı zamanda SDG'nin kontrol ettiği bölgelerin doğasından da kaynaklandığı belirtiliyor. Şam yönetimine göre bu bölgeler, coğrafi ve ekonomik açıdan önemli ağırlığa sahip. Anlaşmanın uygulanmaması durumunda Suriye'nin genel istikrarının olumsuz etkileyeceğine inanılıyor.

Olası çatışma senaryosu

Olası çatışma sürecine yönelik Arap Suriye Araştırmaları Merkezi'nin çalışmasına yer veren Suriye TV, askeri çözümün en tehlikeli çözüm olduğu, diplomatik çabaların sonuç vermemesi halinde iki taraf arasında büyük çaplı bir askeri çatışma yaşanabileceğine dikkat çekti. Saha verilerinin tehlikeli bir tırmanış olasılığını gösterdiği ifade edilen haberde, olası çatışmanın başlaması ve sonrasına ilişkin şu ifadelere yer verildi:

“Çalışmada Suriye ordusu ile Türkiye arasında SDG kontrolündeki bölgelere yönelik ortak bir askeri harekâta tanık olabileceğimiz, harekâtın öncelikle Türk hava kuvvetlerinin komuta merkezleri ve stratejik depolara yoğun hava saldırılarıyla başlayacağı, ardından Suriye güçlerinin çok eksenli bir kara saldırısıyla devam edeceği belirtildi.”

“ABD’nin desteğini almaya daha yakın görünüyorlar”

Çalışmada, SDG'nin saha tecrübesi ve savunma kabiliyeti olmasına rağmen, güç dengesi (hava ve lojistik) ve yerel toplumun konumunun açıkça Suriye hükümetinin lehine olduğu, bu nedenle tam kapsamlı bir çatışma durumunda SDG'nin geniş coğrafi alanları kaybetmesinin mümkün olduğu belirtiliyor. Suriye TV’ye açıklama yapan Siyasi araştırmacı Bassam el-Süleyman, Şam'ın askeri kapasitesine rağmen sorunu güç kullanarak çözmek için aceleci görünmediğini söyledi. Bessam görüşünü şöyle ifade etti:

“Suriye hükümeti tüm sorunlarını bir yılda çözmeye meyilli değil. Askeri bir çözüm onlar için zor değil, ancak meseleyi siyasi olarak bitirmeye ve ABD'nin tam desteğini almaya daha yakın görünüyor; bu da nihai bir çözüme ulaşmayı kolaylaştıracaktır."

“Çatışma bölgesel ve uluslararası bağlantılarla bağlı”

El Süleyman, Şam'ın yakın gelecekte yeni bir çatışmaya çekilmek istemediğini, hükümetin istenmeyen çatışmalara sürüklendiği kıyı bölgesi ve Süveyda'da yaşananlara atıfta bulunarak ekledi. SDG ile herhangi bir çatışmanın bölgesel ve uluslararası bağlamlarla bağlantılı olduğunu, bu nedenle savaşa girme kararının hızlı veya tek taraflı olarak alınamayacağını belirtti.

Şam-Ankara-Washington arasında hareketlilik beklentisi

Bu değerlendirme, Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara'nın, SDG meselesinde hâlâ siyasi yolu önceliklendirdiğine inanan uluslararası ilişkiler araştırmacısı Mahmud Alluş'un görüşüyle örtüştü. Siyasi çözüm fırsatlarının hâlâ mevcut olduğunu ve bu sürenin dolmasının siyasi çözüm seçeneğinin sonu anlamına gelmediğini belirten Alluş, önümüzdeki dönemde Şam-Ankara-Washington hattında siyasi ve diplomatik hareketliliğin olabileceğini, birleşme anlaşmasının kısa vadede hayata geçirilmesi için net bir mekanizma oluşturulması hedeflendiğini söyledi.

Alluş, “Böyle bir mekanizmaya ulaşılması halinde, Şam ve Ankara sürenin dolmasına göz yumacak, hatta kısa bir süre uzatımı bile verebilir. Ancak bu mümkün olmazsa, SDG meselesinin tırmanması muhtemeldir" diye konuştu.

Alternatif seçenekler

Şam, Esad yönetiminin devrilmesinden bu yana kurmaya çalıştığı istikrar ve toparlanma yolunu tehdit edebilecek büyük çaplı bir askeri çatışmaya doğru kaymaktan kaçınmaya istekli göründüğü belirtiliyor. Bu nedenle gözlemciler, Suriye hükümetinin, gerginliği tırmandırmaya başvurmadan süreci yönetmesine olanak tanıyacak bir dizi kısmi ve alternatif seçeneğe yönelmesini bekliyor. Araştırmacı Amir El-Abdullah, bu seçeneklere ilişkin olarak şunları söyledi:

“Tom Barrack’ın Şam ile SDG arasındaki müzakereleri yönetmede oynadığı rolün devam etmesi, anlaşmanın birkaç ay daha uzatılmasını en olası ihtimal haline getiriyor ve bu da her iki tarafın da gerçekçi uygulama adımları düzenlemesine olanak tanıyor.”

El-Abdullah, uluslararası koalisyon güçlerinin konuşlanmadığı Doğu Rakka ve Doğu Halep gibi eksenlerde sınırlı askeri baskıya dayalı ikinci bir senaryo öneriyor. Bu senaryoda amaç, SDG'nin büyük çaplı bir çatışmaya girmeden temel taahhütlerinin bir kısmını uygulamaya başlamasını sağlamak.

El-Abdullah'a göre üçüncü senaryo, SDG'nin Deyr ez-Zor ve Rakka gibi yerel halkla tekrar tekrar gerginliklerin yaşandığı Arap nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerden çekilmesi ve bunun karşılığında Haseke vilayetinin kontrolünün sürdürülmesi ve yönetim biçimine ilişkin müzakerelerin daha sonraki bir aşamaya ertelenmesi olasılığı.

“SDG’ye henüz baskı işareti yok”

Kürt meseleleri araştırmacısı Ali Tami ise bu seçeneklerden herhangi birinin uygulanmasının, ABD'nin SDG üzerindeki baskısının boyutuna bağlı kalacağını belirtiyor. Tami, ABD'nin Şam'a yönelik geniş açılımına ve Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara ile ABD Başkanı Trump arasındaki gelişen ilişkiye rağmen, Trump yönetiminin SDG'yi askeri ve siyasi yapısını dağıtmaya zorlamak için gerçek bir baskı uyguladığına dair henüz net bir işaret olmadığını dikkat çekiyor.

Tami, ABD yönetiminin kendi içinde, özellikle de güvenlik ve askeri kurumlardaki görüş ayrılıklarının, SDG'yi hâlâ IŞİD'e karşı önemli bir ortak olarak gördüğünü, bu nedenle Washington'un bu konuda yavaş hareket ederek SDG'ye manevra alanı bırakarak zaman kazandığını belirtiyor.

/././

 Mazlum Abdi'den "entegrasyon" açıklaması: Sırada Kürtler var; ABD, SDG’yi desteklemeye devam etmeli -Namık Durukan- 

İsrail gazetesi The Jerusalem Post'a konuşan Demokratik Suriye Güçleri (DSG) Genel Komutanı Mazlum Abdi, entegrasyona yönelik çekincelerine, “Lazkiye'de 2 bin Alevi öldürüldü. Süveyda'da bin Dürzi öldürüldü. Dürzi toplumuna karşı bu vahşetler işlenirken videolar dolaşıma sokuluyordu. Sırada Kürtler var" sözleri ile açıklık getirdi. ABD'nin Suriye politikasının sadece askeri değil, siyasi olarak da güçlenmesi gerektiğini vurgulayan Abdi, Washington yönetimine SDG’yi destekleme çağrısı yaptı.

The Jerusalem Post yazarı Qanta Ahmed'e Haseke'deki askeri üste konuşan Abdi, Kuzeydoğu Suriye’deki (Rojava) güvenlik durumu, IŞİD'li tutuklular ve ailelerinin yarattığı riskler, Şam'daki geçiş süreci ve SDG’nin merkezi yönetime entegrasyonu hakkında açıklamalarda bulundu.

Kuzeydoğu Suriye’deki IŞİD'li tutukluların durumu ve ailelerinin kaldığı El-Hol Kampı'ndaki durumlarına dikkat çeken Abdi, ABD'nin yardımları azalttığını, bu durumun sahadaki yüklerini arttırdığını belirtti. Abdi, "Başkan Trump, USAID'i (ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı) azalttığından bu yana, El-Hol'ü yönetecek insan gücümüz ve insani desteğimiz çok daha az. DSG artık kampın güvenliğini kendi bütçesinden karşılamak zorunda kalıyor" dedi. Bölgede hala aktif IŞİD hücrelerinin bulunduğunu ve DSG'ye yönelik saldırıların sürdüğünü hatırlatan Abdi, şöyle devam etti: "Toplamda 10 bine varan IŞİD'li erkek mahkumu tutan 26'dan fazla gözaltı merkezimiz ve üç ana hapishanemiz var. Bunlar son derece tehlikeli savaşçılar."

“Yeni hükümette yer almalıyız, ABD'nin desteği sürmeli”

ABD'nin Suriye politikasına sadece askeri değil, siyasi olarak da destek vermesini isteyen Abdi, "Başkan Trump Suriye'yi yeniden harika yapmak istiyor. Bunu yaparken SDG'yi desteklemeli ve DSG yeni Suriye hükümetinde yer almalı" diye konuştu.

“Üç tümen ve iki özel taburda anlaştık”

Suriye'nin geçiş hükümeti ile SDG arasında, askeri ve sivil yapıların entegrasyonunu amaçlayan ve "10 Mart Anlaşması" olarak bilinen bir ön mutabakat olduğunu hatırlatan Abdi, "Suriye Savunma Bakanlığı'na entegrasyonumuz hakkında konuştuk. Ancak bütünlüğümüzü korumamız önemli. SDG'nin üç tümenini ve iki özel taburunu muhafaza etme konusunda anlaştık. Bunlardan biri sınır güvenliğine, diğeri ise kadın taburuna odaklanacak" dedi.

Kuzeydoğu Suriye'de 70 bini savaşçı, 30 bini polis olmak üzere 100 bin kişilik bir güçleri olduğuna vurgu yapan Abdi, entegrasyon sürecindeki zorluklara dikkat çekti. Abdi, "Onların hiç kadın taburu yok ve biz kadın savaşçılarımızı ayıramayız" diye konuştu. Abdi, şöyle devam etti:

"DSG; Kürtler, seküler Araplar, Hıristiyanlar ve farklı etnik kökenlerden oluşan bir koalisyondur. Çeşitliliğe sahip olduğumuz için güçlerimizde daha az iç sorun, daha az çatışma, daha az anlaşmazlık ve daha az mezhepçilik var.”

“Sahada endişeler var”

Suriye'nin geçici Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara’ya yönelik değerlendirmesinde geçmiş deneyimlerinden örnekler veren Abdi, "Ahmed el-Şara’yı Heyet Tahrir el-Şam’ı (HTŞ) yönettiği dönemden tanıyoruz ve güçlerinin doğasını çok iyi biliyoruz. Batı'yı ikna etmeye çalışıyor ancak sahada gerçek endişeler var" dedi.

"Lazkiye'de 2 bin Alevi öldürüldü, Süveyda'da bin Dürzi öldürüldü"

Yakın zamanda yaşanan Lazkiye ve Süveyda'da Alevi ve Dürzilere yönelik saldırıları hatırlatan Abdi, şöyle devam etti:

"Şu anda Ahmed el-Şara, Batı'yı Suriye'ye yeni bir şans vermeye ikna etmek için çalışıyor ancak sahada hala gerçek endişeler var. Lazkiye'de 2 bin Alevi öldürüldü. Süveyda'da bin Dürzi öldürüldü. Dürzi toplumuna karşı bu vahşetler işlenirken videolar dolaşıma sokuluyordu."

Verilen mesajın, "Sırada Kürtler var" şeklinde algılandığını ifade eden Abdi, "Ahmed el-Şara'dan sadece vaatler değil, gerçek bir değişim görmemiz gerekiyor. Eğer rasyonel davranırsa başarılı olabilir, 2026 belirleyici bir yıl olacak" değerlendirmesinde bulundu.

Şara’nın geleceği

Abdi, Şara’nın geleceğine yönelik soruyu, "Güçlenip güçlenmeyeceğini veya zayıflayıp zayıflamayacağını henüz bilmiyoruz. Bu ona bağlı. Eğer rasyonel davranır ve Suriye halkının ihtiyaçlarını karşılamak isterse başarılı olabilir. 2026 belirleyici bir yıl olacak" diye yanıtladı.

Abdi, "Amerikalılar daha dengeli bir rol görmeli. DSG'nin alternatifi yok; Şara’dan sadece vaatler değil, gerçek bir değişim görmemiz gerekiyor" dedi.

"Şam’ın istikrarı ABD’nin kalmasına bağlı"

İran ve Türkiye'nin etkisine yönelik soruları da yanıtlayan Abdi, İsrail ile savaş ve Esad rejiminin düşüşü sonrası İran etkisinin azaldığını, ancak Tahran'ın vekil güçleri yeniden inşa etmeye çalıştığını belirtti. Abdi, ABD güçlerinin Erbil'de yeniden konuşlanmasına ve bölgedeki dengelere dikkat çekerek, "Şam içindeki istikrar, ABD'nin Kuzeydoğu Suriye'de kalmasına ihtiyaç duyuyor" dedi.

“DSG, Suriye'yi korumak için ABD ve diğer aktif güçlerle çalışmaya hazır” diyen Abdi, Aleviler ve Dürzilerin, tıpkı seküler Suriyeli Araplar gibi DSG'yi desteklediğini söyledi.

/././

T-24


                                                         





Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -11 Aralık 2025-

 'Partiler üstü' bir örgütlenme ağı: NATO’cu gençlik kuluçkada -Ercan Küçük-  "Uluslararası vizyon" vaat edilen bu gençler...