'Vartolu'nun önlenemez yükselişi - TAYFUN ATAY

Dünya dizi film tarihinde bir “antagonistik” (kötü) karakterin kabına sığamayıp başrole çıkmasının en çarpıcı örneği J.R.'dır.
Neo-liberalizm ile neo-muhafazakârlığı sentezleyen Reagan Çağı Amerika'sının müjdecisi niteliğindeki Dallas'ta J.R. Ewing (Larry Hagman), dizinin “protagonistik” (iyi ruhlu/huylu) başrolü olan, kardeşi Boby'nin (Patrick Dufy) karısı Pamela Ewing'i (Victoria Principal) sollayıp seyircinin rakipsiz favorisi olmuştu.
Dizi 1978'den başlayarak 14 yıl yayında kaldı ve yeryüzünün tümden Ceyar'laştığı küresel kapitalizmin eşiğinde (1990'ların başı) “doğal” ömrünü tamamladı. Denilebilir ki J.R., dünyayı fethetmişti zaten; Rusya'dan Çin'e kadar!.. Dallas böylece bitti.
Dünya televizyon tarihinde J.R. kadar benimsenip sevilen bir başka “kötü” bulmak zor. Elbette bunda karakteri canlandıran (2012'de vefat etmiş) Larry Hagman'ın katkısını kaydetmeden geçmek olmaz. O, kendine has “mizah duygusu”na da sahip şekilde, bu kötü ama sempatik karaktere eşsiz bir performansla hayat vermiştir.

Şu aralar bizim ekranlardaki Çukur dizisinde “Vartolu Sadettin” karakterinin başlangıçtan bugüne seyrine baktığımda sık sık J.R.'ı hatırlıyorum.


Uyuşturucu kaçakçısı bu genç mafya babasının, izleyici nezdinde başlangıçtan itibaren hızla antipatiklikten uzaklaşıp giderek nasıl bir “sempati kumkuması”na evrildiğini fark ettikçe, “Rahat uyu Ceyar, bayrağın emin ellerde” demek geliyor içimden!..

Aslında (övünmek gibi olmasın!) gidişatın böyle olacağını ilk fark edenlerden biriydim sanırım. Çok belirgin şekilde Mario Puzo-Francis Ford Coppola yaratısı Baba (“The Godfather”) trilojisine öykünme içinde başlayan dizinin ilk bölümü için kaleme aldığım yazıda kaydettiklerim ortada: Dünya sinemasının o efsane filminden esinlenen dizinin zamanla “yerli” bir özgünlük kazanacağına ilişkin öngörüm de yanlış çıkmadı; “Vartolu”nun bir karakter olarak dönüşüme uğratılıp, onu böylesine “korkunç” kılan hayatın izinin sürüleceğine ilişkin beklentim de gerçekleşti.

Düşmanın en yakınındır; yakının da en düşmanın” mesajını işleyen dizide;
Şu an ölümüne bir kavga içinde olduğu ailenin babasının da, oğullarının da, onlar arasında (dizinin “jönprömiye”si Aras Bulut İynemli tarafından canlandırılan) Yamaç'ın da “canından bir parça” olduğu artık anlaşılmış “Vartolu”;
Duruşu, bakışı, aksanı, havası, yürüyüşü, mimikleri, yüz jestleri, esprileriyle;
Dallas'ta nasıl J.R., bendini çiğneyip aştıysa, aynı minval üzere, enginlere sığmayıp taşmacasına yol alıyor!..
Ve bunda, aynen J.R.'a nefes üfleyen Larry Hagman'ın katkısına benzer şekilde, Vartolu'ya can suyu veren Erkan Kolçak Köstendil'in başarısı, su götürmez bir gerçek.
Yine o Kasım ayı başına tarihlenen ilk yazımda kaydetmiştim Erkan'ın “cast”ına da, kalbine de kefil olduğumu!..
Onu daha önce “Ulan İstanbul” dizisinde enine boyuna, detayına derinliğine tanıma fırsatımız oldu. Erkan, kelimenin tam anlamıyla bir “self-made man” (“kendini yaratan adam”). “Ulan İstanbul'dan “Çukur”a böyle bu...

Elbette onun yükselişinde dizinin hiçbiri en küçük bir aksama ya da zafiyet sergilemeyen tüm oyucu kadrosunun payı var! Onların emeğiyle birlikte düşünülmesi gereken bir sonuç bu. Hele ki önceki gün izlediğim son bölümü ile Çukur'un karakter takdim ve tahlilleri açısından artık bir “Memleketimden insan manzaraları” kıvamına geldiğini dahi düşünmedim değil!..

Fakat Erkan'ın başarısında kuşkusuz en büyük pay, kendisi de hiç mi hiç yabana atılmaması gereken bir yaratıcılıkla baş rolü (Yamaç Koçovalı) taşırken Vartolu Sadettin karakterinin giderek öne çıkışı karşısında yönetmen ve senaristle uyumluca performansını olgun bir tamamlayıcı zaviyeye ayarlayan Aras Bulut İynemli'ye ait. Bu da onun takdir edilmesi gereken yanı.

İşte bu imkân ve şerait içinde Vartolu, parladıkça parlıyor, patladıkça patlıyor.
Hukukçu Faruk Erem'in unutulmaz eseri, tiyatroya da uyarlanmış “Bir Ceza Avukatının Anıları”nın hafızalarımıza işlemiş sözüdür: “Suçluyu kazıyın, altından insan çıkar”.
Erkan Kolçak Köstendil bize dedirtti ki “Kötü” yü de kazıyın, altından insan çıkar!..

J.R'ın ruhu şâd olsun demek gerek, ama elbette bir kayıt düşerek: J.R. Ewing'in burjuva-bireyci kötülüğü ile Vartolu'nun daha bize özgü feodal-pastoral ve de hafiften arabesk kötülüğü arasında fark yok mu, var.
Ceyar, ailesini bile hiçe sayacak kadar kendi için yaşayan bir “kötü” idi. Vartolu ise kaybettiği ve şimdi de kendisini hiçe sayan bir ailenin arayışı içinde çılgınlaşmış bir “kötü”...

Eh, bu kadar fark da bizim hıçkırıklı şark duygusallığıyla yoğrulmuş kavruk topraklarımızdan çıkacak tabii!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Afrin’le seçime mi? - FATİH YAŞLI

Pazar günü NTV ekranı ikiye bölmüş, iki canlı yayın birden yapıyor. Ekranın solunda Afrin’deki bombardıman var, sağ tarafta Erdoğan partisinin il kongrelerinden birinde konuşuyor, ekranın altında ise “ Son dakika: Buseyra Dağı düştü” yazıyor. Diğer kanalların da pek bir farkı yok, çünkü aslında tek bir kanal var, logolar, spikerler, muhabirler değişse de tek bir kanal var, hepsi aynı yayını yapıyor, hepsi aynı şeyi söylüyor.

İçinden geçtiğimiz günleri bu ikiye bölünmüş ekran manzarası kadar anlatan çok az şey vardır. Basiretsiz ve korkak ana muhalefet partisi yönetiminin olan bitene dair söyleyebildiği tek şeyin, iktidara yalvarırcasına “Bu operasyonu iç siyasete malzeme etmeyin” olduğu günlerde, bu operasyonun her şeyden önce iç siyaset için yapıldığını bir kez daha görebiliyoruz. Erdoğan partisinin kongrelerini birer miting meydanına çeviriyor, operasyonla eş zamanlı mitingler düzenliyor, halka cepheden gelen haberleri anlık olarak aktarıyor, kitleleri savaş söyleminden büyülenmiş bir şekilde adım adım seçim atmosferine hazırlıyor.

Bunu yaparken ise yönetici kadrolarının korkaklığı ve basiretsizliği nedeniyle aslında çoktan kendi arkasında hizaya geçen, topluma giydirilen “yerlilik ve millilik” adlı deli gömleğine itiraz etmediği için siyasetsizlik bataklığında çırpınan ve “Bir iktidar için bundan daha iyi bir muhalefet partisi mi olur” dedirten CHP’yi tam da bu siyasetsizlikten aldığı güçle bir kez daha “terör çuvalı”nın içine atıyor, bir kez daha pataklıyor, bir kez daha madara ediyor.

Demek ki “biz de yerliyiz, biz de milliyiz” çırpınışları bir işe yaramıyor. Dost-düşman ikiliği, toplumsal kutuplaşma üzerine kurulan siyaset anlayışı ve süreklileşmiş olağanüstü hal, sürekli düşmana ihtiyaç duyduğundan, olağanüstü hale uygun bir olağanüstü muhalefet yapmaktan ısrarla ve özenle kaçınan CHP, ülke bir de seçim konjonktürüne girmişken, iktidar için zevkle yumruklanan bir kum torbası olmaktan öteye gidemiyor.

Ülkenin seçime nasıl götürüleceği ise artık kolaylıkla görülebiliyor. Barış Atay’ın “Sadece Diktatör” adlı tiyatro oyununun engellenmesi, oyuncuyla yapılacak her türlü etkinliğin yasaklanması ve son olarak da sosyal medya hesabının bir süreliğine askıya alınması, zamanın ruhunu muazzam bir şekilde sembolize ediyor. Aynı şekilde dün, Türk Tabipleri Birliği’ne yapılan baskın ve gözaltılar, toplumsal muhalefete yönelik baskının nasıl artırılacağını, ülkenin mutlak bir sessizlikle seçime götürülmek istendiğini açık bir şekilde gösteriyor.
Savaş aracılığıyla girilen seçim atmosferi, iktidar partisi ile MHP ve BBP arasındaki yerli ve milli koalisyonun zeminini güçlendirmeye ve bu birlikteliğin ideolojik altyapısını tahkim etmeye de hizmet ediyor. Fetih, ezan, Kuran, vatan, millet ve dahi Sakarya edebiyatı açısından, hamasetin hâkimiyetinin tesisi açısından savaş Türk sağına eşsiz bir fırsat sunuyor. Böylece İslamcılıkla milliyetçilik “ortak düşman”a karşı bir kez daha bir araya gelirken, örneğin ordu da yeniden millileşiyor, yeniden milletin ordusu haline geliyor. Buna bir de “yerli silah sanayi” mevzu eklenince tablo tamamlanıyor. “Fetih suresi” ile “Kızılelma”, yeni-Osmanlı’nın cihat için çıktığı seferde birleşiyor, yeni Milliyetçi Cephe ve yeni Türk-İslam sentezi buradan kuruluyor.
Tablo hiç şüphesiz ki karanlık ve umut verici olmaktan uzak görünüyor. Ancak öte yandan farkında olunması gereken birtakım gerçekler de var. 

Tüm bu yaşananlar iktidarın doğal sınırlarına vardığının farkında olması ve bu farkındalıkla davranmasıyla ilgili. Yani bir yanda ekonomide artık yolun sonuna gelinmesi, çarkların dönmesinin giderek zorlaşması, geçim sıkıntısının derinleşmesi, henüz yüksek sesle dile gelmese de toplumdaki homurdanmanın artması var. Kendini yakan işçiler bunun en somut göstergesi. Öte yanda ise dış politikada yeniden devreye giren emperyal fantezilerin yaratabileceği, tetikleyebileceği krizler söz konusu. Afrin ve sonrasında yaşanacaklar, ABD, Rusya, Batı, İran ve Suriye’yle ilişkiler, hepsi potansiyel olarak krizlere gebe ve bu sürecin öyle kolay sürdürülemeyeceğini gösteriyor.

Dolayısıyla savaş siyaseti güçten değil güçsüzlükten kaynaklı olarak karşımızda duruyor ve doğal sınırlarına dayanan, siyaseten gerileme dönemine giren iktidarın, ömrünü uzatmak için can havliyle giriştiği hamleleri andırıyor. Günü kurtarmanın, uzun vadeli düşünememenin ve reflekslerle hareket etmenin giderek daha belirgin bir davranış biçimine dönüştüğünü görebiliyoruz hep birlikte.

Bir yandan karanlık koyulaşırken ama öte yandan nesnel koşullar iktidarın potansiyel krizine işaret ediyorken, bu ikisini birden gözeten, bir yandan umutsuzluk iklimini dağıtacak, öte yandan ise krizin yaratacağı zeminlere doğru müdahalelerde bulunabilecek bir siyasete ihtiyacımız var. Bu ihtiyacın peşine düşmemiz, bunun üzerine düşünmemiz gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Sosyal demokrasi ölüyor, ama... - OĞUZ OYAN

Başlığı tamamlayalım: Sosyal demokrasi ölüyor, ama ondan medet umanlar (en azından bizde) eksilmiyor... 
Bu saptama bazıları açısından fazla sert, bazıları için abartılı, şüpheli veya yanlış, bazıları için malumun ilanı, bazıları açısından ise açıklanmaya muhtaç bulunabilir. Biz sonuncu grubu esas alarak ilerleyelim.

Batı Avrupa'nın sosyal demokrasileri keynesyen birikim döneminde altın çağlarını yaşadılar. Yeniden inşa edilen savaş sonrası ekonomilerinde iç talebin ekonomik büyümede belirleyici etkisi büyüktü; dolayısıyla ekonomik büyümenin refah etkilerinin topluma yayılmasını sağlayan bölüşümcü politikalar (buna kamu ekonomik girişimleri üzerinden de destek veriliyordu) sermaye birikim tarzıyla da uyumluydu. Gelişmiş ülkeler açısından dış sömürünün artık ürünü de (büyük kâr transferleri) içeri doğru çekiliyor ve bu transferler de geniş kesimlerin (ücretliler, küçük üreticiler) reel gelir düzeylerinin istikrarlı artışına yönelik politikaları destekliyordu. Bu dönemde Avrupa'nın yeniden kalkınmasında artan bir öneme sahip olmaya başlayan göçmen işçiler üzerinden ücret artışlarının "regüle" edilmesi" ve hak taleplerinin sınırlandırılmasının koşulları da sağlanıyordu. Her durumda, Avrupa'da emeğin sendikal ve siyasi örgütlenmesinin gelişmesi, emek-sermaye ilişkilerinde çubuğun eskiye göre emek yönünde kıvrılması, ücret dışı sosyal haklarda önemli kazanımlar sağlanması, aynı zamanda sosyalist sistemle kızışan rekabetin de etkilerini taşıyordu. "Sosyal demokrat" partilerin bütün bu gelişmeleri kapitalist sistemin ehlileştirilmesinin ve emek yanlısı bir refah devletinin yaratılmasının mümkün olduğu üzerinden değerlendirmeleri ve kendi katkılarını öne çıkarmaları belki anlaşılır bir siyasi pozisyondu. Ama gerçek olan şey, aslına bakılırsa, II. Dünya Savaşı sonrasındaki 30 yıllık dönemde sağ iktidarların dahi içe dönük birikim modelinin bölüşümcü uygulamalarını esas itibariyle sürdürmüş olmalarıydı. Belirleyici olan siyaset değil, onu kendisine tâbi kılan sermaye birikim rejimiydi.

Nitekim, bu birikim sürecindeki tıkanmayı izleyen neoliberal birikim rejiminde işler sadece ekonomi yönünden değişmiş olmayacaktı. 1980 sonrasındaki değişimler kuşkusuz öncelikle orada görülecekti: Yeni küreselleşme döneminin dışa açık birikim modelinde artık iç talebin önemini azaltan, talep yönetimi politikaları üzerinden içerde geniş kesimlerin reel gelir düzeylerini ve sosyal haklarını gerileten, kamu varlıklarını özelleştiren, kâr hadlerinin düşme eğilimini ayrıca finansallaşma üzerinden aşmaya çalışan, dolayısıyla hem mal ve hizmet hem de finansal akımlar önüne konulmuş tüm sınırlamaları kaldırmaya yönelen, giderek tarıma yönelik iç desteklere savaş açan, piyasalara her türlü müdahaleyi adeta yasaklayan, gelişmekte olan ülkeleri ve giderek çöken sosyalist sistem artığı ülkeleri küresel dünya pazarına korunmasız ve savunmasız bir biçimde dahil olmaya zorlayan yeni bir vahşi kapitalizm çağı açılacaktı. Sosyal demokrat partiler bu sert dönüşüm sürecini önce yumuşatmaya çalışacaklar ama çok geçmeden bu akıma iştirak etmeyi zamanın ruhuna uyumun bir gereği olarak göreceklerdi. Batı'nın gelişmiş kapitalist ekonomilerinin dümenine geçme fırsatı bulduklarında bu partiler aynı zamanda emperyalizmin küreselleşme politikalarının da uygulayıcısı olmaktan uzak durmayacaklardı. 30 yıllık siyaset pratiği sonrasında merkez sol ve merkez sağ partiler arasındaki farklar kültürel/hümanist bazı nüanslar dışında neredeyse hissedilmez olmaya başlayacaktı. 1945 sonrası nasıl merkez sağ ve sol partiler aynı birikim rejimi ekseni etrafında kümelenmişler idiyse, aynı süreç 1980 sonrasında da yaşanmaktaydı; çünkü söz konusu sistem partileri açısından belirleyici olan her zaman sermayenin birikim sorunlarının gerekleri ve öncelikleri olmaktaydı.

Buradan bakıldığında aslında sosyal demokrasinin ölüm fermanı neoliberal birikim rejimine geçişle birlikte ilan edilmiş, sosyalizmin çöküşüyle birlikte ivme kazanmış, ancak bu çöküşün siyasi sahneye yansıması zaman almıştır. 1980'den 30 yıl sonra, 2010'lu yıllarda, artık bunun farkına varılmaması mümkün değildir. Bazı ülkelerde tam bir çöküşle sonuçlanan (Yunanistan, Fransa) süreçler, bazı ülkelerde (Almanya, İspanya) daha tedrici bir erimeye dönüşmektedir. Şimdilik tekil bir örnek olarak kalan İngiltere'de ise son yıla kadar ortaya çıkan aşınma süreci, neoliberal sisteme kısmen olsun meydan okuyabilen bir liderin (Corbyn) peydahlanması ve peşine parti elitlerini değil ama seçmenlerini takabilmesi sayesinde kısmen dizginlenmiş gözükmektedir. Almanya'da olduğu gibi sistemin veya merkez sağın yedek lastiği olmaktan başka çıkış yolu bulamayan, sınıf siyasetini tamamen terkettikten sonraki (kültürel/hümanist/çevreci) mevzileri kolayca merkez sağ tarafından ele geçirilebilen, böylece varlık nedenlerini tüketen sosyal demokrat partiler ise giderek yaşayan siyasi fosillere dönüşmektedir.

CHP'yi sosyal demokrasi mi kurtaracak?

Kapitalizmin merkezi ülkelerinde bütün bunlar yaşanırken, gelişmeleri geriden izlemekten kurtulamayan gelişmekte olan ülkelerin liberal aydınları bugün bile sosyal demokrasiden medet ummaktan vazgeçmiş değiller. Kuşkusuz bunun arkasında sınıf mücadelelerini eksene almaktan şiddetle kaçınan siyasi anlayışlar var, etnik/mezhepsel/cinsiyetçi/çevreci mücadele biçimlerini asıl öncelik veya hatta tek mücadele seçeneği olarak gören ve bunu "asıl solculuk" sanan post-modernist çarpık yaklaşımlar var. Sosyal demokrasinin ancak sistemin artık yaratma kapasitesine ve sermaye birikim rejimine bağlı  olarak ve dolayısıyla geçici bir süre için çekici bir siyasal alternatif olabildiğini bir türlü anlamak istemeyenler var.

CHP'ye yönelen bazı eleştiri biçimlerini düşünün: CHP'nin gerçek sosyal demokrat parti olamadığı için, kemalizmin etkilerinden kurtulamadığı için bir siyasi seçenek oluşturamadığını düşünenler CHP içinde bile hayli etkin oldular ve hala etkileri hissediliyor. Bunların daha ileri gidenleri, daha yakın zamanlara kadar CHP'yi milliyetçi/ gerici, AKP'yi ise ilerici/özgürleştirici bir parti olarak tanımlamadılar mı? AB'nin sağ veya sol kökenli yönetici kademelerinden, sosyal demokrat partilerinden, içerdeki her türlü liberal akımdan, HDP cenahından veya ona yakın mahvillerden yükselen sesler tam da bu merkezde olmadı mı?

Çevre ülkelerinin liberal aydınları şunun farkına acaba ne zaman varacaklar: Bağımlılık ilişkilerini koyu bir biçimde yaşayan çevre ülkelerinde, sol partilerin kimlik oluşumunda anti-emperyalizm esas olmak zorundadır; emperyalizmin kökeni genişlemeci kapitalist birikim tarzı olduğuna göre, anti-emperyalizm ister istemez anti-kapitalizmi de içermek durumunda kalacaktır. Dolayısıyla, çevre ülkelerindeki merkez sol hareketlerin bile merkez ülkelerdeki sosyal demokrasilerin programını fersah fersah aşmak, onun solunda olmak, hatta onunla çatışmak zorunda olduğu (örneğin özelleştirme programlarına merkez ülkelerin sosyal demokrat partileri tam angajedir, bunun çevre ülkelerindeki merkez sol partilerde aynı karşılığı bulması bir intihar eyleminden farksızdır) ne zaman anlaşılacaktır? Dolayısıyla çevre ülkelerinin olmazsa olmazı olan bağımsızlıkçı/ anti-liberal bir sol program, bugün artık gelişmiş ülkelerin sosyal demokrat hareketlerinin programından çok farklı bir düzleme yerleşmek, bir sistem karşıtlığını içermek durumundadır.
Tamam, çevre ülkelerin merkez sol partilerinden bir marksist parti programına sahip olmayı bekleyemeyiz, o zaman kendisinden başka birşeye dönüşmüş demektir. Ama şu kadarını söyleyebiliriz: Aydınlanmacı/bağımsızlıkçı/ kamucu/ anti-liberal  bir programa sahip olmaksızın çevre ülkelerde solculuk adına ortaya çıkmak mümkün değildir; bu özellikleri, Batı'da aşılmış durumdaki birincisi hariç, merkez ülkelerdeki "sosyal demokrat" oluşumlarda bulamazsınız. Ülkeler arasındaki antagonist ilişkiler farklı çıkar ilişkilerine dönüşmektedir. Ancak ve ancak merkez ülkelerin komünist partilerinin anti-emperyalist/anti-liberal özelliklere sahip çevre merkez sol partilerini anlamasını bekleyebilirsiniz.

Peki ama bu nitelikte çevre ülke partileri oluşabilir mi? 
Neden olmasın? 
Latin Amerika'da bu yönde deneyimler yaşandı, yaşanıyor. Bu deneyimler yayılabilir. Özellikle de CHP gibi kurucuları bir kurtuluş savaşı içinden gelen, üst yapıda devrimci dönüşümler gerçekleştiren, bir köylüler toplumunda aydınlanma ateşini yakabilen (ve bunun direngen etkileri hâlâ totaliter bir dinci rejimi tedirgin edebilen) bir partinin, kendi kurucu/ bağımsızlıkçı sol kemalist ilkelerine sarılması, aydınlanma mevziine tekrar dönmesi, kamucu/planlamacı politikaları tekrar benimsemesi, sermayeye karşı mesafe koyarken emek kesimiyle olan mesafesini kısaltması, 'yurtta barış dünyada barış' şiarını her düzlemde sahiplenmesi ve iktidarın sermaye yanlısı,  işbirlikçi ve ikiyüzlü karakterini teşhir etmekten asla kaçınmaması halinde, gidebileceği kadar sola gitmiş demektir. Bunu gerçekleştiremediği taktirde ise iktidara gerçek bir alternatif oluşturamayacak ve akıbeti Batı'nın sosyal demokrat partilerinden farklı olmayacaktır.

CHP'nin 36. Olağan Kurultayı'nın böyle bir tartışmayı da içermesini bekleyebilir miyiz?

Oğuz Oyan / SOL

Kabileye dönüş - ORHAN GÖKDEMİR

Devlete yerleştirdikleri cemaatin AKP’ye darbe girişiminden sonra uyandılar. Devlete yerleştirdikleri cemaat, sınav sorularını çalarak devlete yerleşiyordu. Gördükleri hemen her yerde devlete yerleştirdiklerini kovalıyorlar şimdi. Devlet az kalsın devlete yerleştirdikleri cemaatin eline geçecekken onları devlete yerleştiren AKP’liler yetişti kurtardı devleti, öyle diyorlar.

Buyurun, kurtarılmış devlet hallerine şöyle bir göz atalım:
Kanun Hükmünde Kararname ile ihraç edilen Cenk Yiğiter'in Ankara Üniversitesindeki asistanlık görevine, AKP'li Galip Ensarioğlu'nun oğlu getirildi. Oğul Ensarioğlu büyüklerinin elini öperek göreve başladı. Daha önce de Ankara Üniversitesi Senatosu’nun yatay geçiş kontenjanını arttırması sonucu Rektör Erkan İbiş’in oğlu da Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Ankara Tıp Fakültesi’ne ışınlanmıştı.

Devlet dediğin küçük ayarlamalar dışında nedir ki zaten? Bu küçük ayarlamalara engel olduğu için yardımcı doçentlik uygulamasını kaldırdılar. Yakınlar doğrudan doktor, doktorlar da doğrudan doçent olacak artık. Böylece yakınlar doğrudan doçent olmuş oluyor ki müthiş icattır. Böyle böyle “yerli ve milli üniversite” yaratma gayretindeler. Devlet üslubuyla yazıyorum, “nasıl olacak ulan öyle üniversite” diye soran yok tabii. Gıkını çıkaranı OHAL’e çarpıp KHK’ya geriyorlar.

Gelen haberlere göre AKP yerel yönetim seçimlerini kaldırıp, merkezden atama uygulamasını getirmeyi düşünüyor. Makul, bir işlevi kalmadı zaten. Sistem tıkır tıkır işliyor seçim olsa da olmasa da. Misal; AKP’li Gaziantep Belediyesi’nin eski başkanı Dr. Asım Güzelbey’in kızı Gonca Güzelbey ile evlenen damat Koray Aksoy’un aile şirketi devlet ihalesine girerken “devlet”i referans gösteriyormuş. Bu sayede Gaziantep Valiliği’nden milyonlarca liralık ihale almış. Kar etmiş, zenginleşmiş damadımız. Düğününe katılan bakan sayısına bakılırsa bakanlar kurulu kararıyla evlenmiş görünüyor arkadaş zaten. Verme ihaleyi de görelim…

17-25 Aralık operasyonundan sonra emniyet teşkilatını hallaç pamuğu gibi attılar. Önce o polisi oraya, bu polisi buraya atadılar. Sonra buraya atadığını oraya, oraya atadığını buraya gönderdiler. Olmayınca hepsini kapının önüne koydular. Yandaşları aldılar teşkilata sözlü sınavla. Önceki gün semeresini verdi bu müthiş uygulama. 
İstanbul Fatih'teki bir döviz bürosunu giren hırsızlar 2 milyon değerinde döviz ve 1 kilogram altın olan kasayı alarak kaçtı. Olay yerini incelemeye gelen polis de hırsızlardan geriye kalanı çalıp götürdü. Fakat polis hırsızlar kadar nitelikli değildi, yakalandı. “Borcum vardı, pişmanım” diyerek çaldığı parayı iade etti. Savcılık, şüpheli polis hakkında “nitelikli hırsızlık” suçundan dava açtı. Düşünün, atadıkları polisin tek nitelikli işi hırsızlık alanında…

Durun, daha trajik olanı var. Geçtiğimiz günlerde gönüllü kayyımla yönetilen ülkenin en önemli haber kanallarından birinin Şirin P. adlı sunucusu AKP reis danışmanı Mehmet U.’yu programına konuk aldı. Program bitince programın sunucusuna “Beyefendinin programı beğenmediği”, dolayısıyla işine son verildiği bildirildi. Sunucu Beyefendinin sözcüsü İbrahim K.’yı aradı, beyefendinin programın neresini beğenmediğini sordu. Yoo, beyefendi programı beğenmişti. Bunun üzerine program sunucusu programına sözcü İbrahim K.’yı çağırdı. TV’nin patronları beyefendinin sözcüsünün geldiğini öğrenince mecbur işini geri verdiler sunucuya. Sor soruştur, programın sunucusunu kanalda çalışan ve AKP’ye daha yakın olan “gazeteci”ler Hande F. ve Hakan Ç.’nin kovdurduğu anlaşıldı. Bir yalana dayanarak hem de! Vasıfsızlığın dibini bulmuş bir sektörde sadece hırsıyla temayüz etmiş tiplerin hazin hikâyesidir... Artık küçük insanların Bizans oyunları bile Beyefendinin etrafında oynanıyor özetle.

Gördüğünüz gibi AKP tarafından devlete yerleştirilen cemaatin devleti ele geçirmesi önlenmiş, Dionysos göstermesin, büyük bir felaketin eşiğinden dönülmüştür.
Piyasa toplumunun uçsuz bucaksız özgürlük alanında yeşerdiği iddia edilen gözetleyici devletin geldiği son aşamadır bu. Kabileden türeyen devlet piyasanın kutsal eli değdikten sonra tersine evrim yaşamış, kabileye geri dönmüştür. Devlet kabileler arasındaki gidip gelmekte, sadece elinde kaldığı kabilenin üyelerine hizmet etmektedir.

                                                                     ***

Macaristan kökenli iktisatçı Karl Polanyi, İkinci Dünya Savaşı sonlanmak üzereyken, 1944’te “Büyük Dönüşüm” adlı çalışmasını yayınladı. Kitabın tezi şöyleydi: Ekonomik determinizm büyük ölçüde önemini yitirmiştir. Piyasa kurgusu insan ve toplum hakkındaki görüşlerimizi bütünüyle çarpıtmaktadır ve bu çarpık anlayış uygarlığın önündeki sorunları çözümlemeyi imkânsız kılmaktadır.

Polanyi “piyasa toplumu”nu incelediği çalışmasında şöyle diyor: “Piyasa toplumu İngiltere’de doğmuştu- ama zayıflığının yol açtığı en önemli trajik kargaşalıklar Kıta Avrupa’sındaydı. Alman faşizmini anlamak için, Ricardo İngiltere’sine dönmemiz gerekiyor. On dokuzuncu yüzyılın İngiltere’nin yüzyılı olduğunu söylemek abartma olmaz. Sanayi Devrimi bir İngiliz olayıydı. Piyasa ekonomisi, serbest ticaret ve altın standardı da İngiliz buluşları. Yirminci yüzyılda bu kurumlar her tarafta çöktüler.” Yani kitap yayınladığında, İkinci Savaşı sonunda piyasa ekonomisi ve toplumu uzatmaları yaşıyordu. Üstelik savaştan sosyalizm güçlenerek çıkmıştı, durdurulması artık imkânsız görülüyordu. Ama Polanyi’nin dediği gibi piyasa gerçekliğe değin görüşümüzü geri dönülmez bir şekilde çarpıtmıştı. O günlerde ortaya atılan sosyalist sistemin hantal ve verimsiz olduğu yönündeki tez liberal ideolojik bombardımanın büyük bir başarısıdır. Kaldı ki hantal olsa ne olacak? “Dinamik” piyasanın insanlığı getirdiği yerde iki büyük savaş çıkmış ve insanlığı yok oluşun eşiğine getirmişti.

Çok açık: “… günümüzden önce, yalnızca ilke olarak bile, piyasalar tarafından kontrol edilen bir ekonomi var olmamıştı. On dokuzuncu yüzyılda ısrarla ve koro halinde tekrarlanan akademik ilahilere karşın, değişimden sağlanan kar ve kazanç insan ekonomilerinde daha önce hiçbir zaman önemli olmamıştı.” Özetle, ticaret kimseye hiçbir şey kazandırmaz. Ticaret ile “kazanılan” şey emekçinin ürettiği artık değerdir. Sonuçta piyasanın aktörlerinin yağmaladığı şey emekçinin yaratıcı yeteneği, üretici gücüdür. Piyasa, sadece emekçinin ürettiğini yağmalayan sistemi saklayacak bir illüzyon yaratır. Böylece toplum da piyasanın önemsiz bir parçası durumuna düşürülür.

Siyasal iktisat 400 yıl boyunca işte bu saçmalığı yaratıcılık, özgürlük diye propaganda etmiştir. Sonuç ortada. İnsanlık yeniden büyük ve geri dönülmez bir yıkımın eşiğinde.

                                                                   ***

Cumhuriyet gazetesi yazarı Ergin Yıldızoğlu, son yazısında Davos zirvesindeki haleti ruhiyeyi yazdı. Bu yıl Davos’ta herkes dünya ekonomisinin ne kadar iyi bir performans sergilemekte olduğunu vurguluyordu ama geleceğe ilişkin ciddi, hatta yaşamsal kaygılar da dile getiriyordu. Bu kaygılar liberalizminin sonunun geldiğine ve büyük bir savaş olasılığına ilişkindi. Liberal düzen dağılıyordu, çünkü halkın gereksinmelerine cevap veremiyordu. Hantaldı ve üretkenliği engelliyordu.

Ama evet, sonuçta son dört yüz yılın en başarılı düşüncesinden söz ediyoruz. Başarısı ekonomiyle veya toplumla ilgili değildir; insanlığı bir ham hayale, bir imkânsız cennete inandırabilmesindedir. Davos’ta bile fark edilmiştir, illüzyon dağıldı. “Sınırsız özgürlükler âlemi piyasa” düşünün sonuna geldik. Sosyalizm yoksa savaş ve yıkım var. Sosyalizm yoksa mülk sahiplerinin açık, çıplak, acımasız diktatoryası var.

                                                                   ***

Avrasya adında bir delik açtılar Boğaz’ın altında. Yandaş müteahhide verdiler tapusunu, araç geçme garantisi ile birlikte. İzmit Körfezi’nin üstüne Osman Gazi adını verdikleri tuhaf bir köprü diktiler. Kar garantisi ile birlikte yandaş müteahhide verdiler tapusunu. Ama geçmiyor araç. Halktan alıp yandaşlara veriyorlar geçmemiş araçların ücretini. Orda bir köprü ve bir delik var uzakta. Görmesek de geçmesek de ücretini ödüyoruz mecburen. İyi de böyle liberalizm, böyle piyasa ekonomisi olur mu? 
Fıtratına ters. Araç geçmiyorsa kapatacak açtığı deliği, terk edecek kurduğu köprüyü. Kar edemiyorsa işleten iflas edip çekilecek, piyasaya girecek yeni oyunculara yer açacak. Böyle diyor kitaplar.

Neyle karşı karşıyayız peki? 
soL’da Prof. Dr. İzzettin Önder’e sorulmuş soru. Şöyle cevabı: “Türkiye şu anda bir kabile tarafından yönetiliyor bana kalırsa. Konuşulan dönüşüm biraz da böyle bir süreç. 

Zaten AKP bir parti değil bu anlamda. Bir kabilenin üst temsilcisi ve bir tabanı var. O taban da ciddi anlamda palazlanmış durumda şu anda. Şimdi böyle bir özneyle girilen seçime kaybeder ya da kazanır mantığıyla bakmak ne kadar doğru sizce?” Bir kabile devletine dönüştü devlet. Kabile reisi her şeye, her yere hükmediyor. Kimin kazanacağına, kimin üreteceğine, kimin kimden ne alacağına, kimin memuriyete atanacağına kimin atanmayacağına karar veriyor. Eskiden devlete kapıkulu almanın bile bir usulü, yol yordamı vardı. 
Artık yok.
Planlama ve sosyalizm tu kaka, hantal, verimsiz geliyor arkadaşlara haliyle. Ama bir haberimiz var. O çok güvendikleri sistem çöktü. Saçma sapan bir masaldan ibaretmiş anlatılan, inanılan her şey.

Sosyalizm ise geçen yüzyılın başında bir imkândan ibaretti, artık bir zorunluluktur. Piyasa toplumu ve liberal düşünce uzatmaları oynuyor o nedenle. Ayakta kaldığı her dakika, her saat, her gün insanlığın zararınadır.

Orhan Gökdemir / SOL

Çocuk masumdur - TURAN ESER

Çocuklara yönelik zulmü durdurmalı. Durduramazsak da, duyurmak gibi görevimiz var. “İnsanlık çocuklara en iyisini sunmayı borçludur” diye yazıyor, 1924 Cenevre Beyannamesi… “En iyisini sunmak” diyor! 
Peki, çocuklara “en iyisini sunacak” kapılar mı yoksa zulmün kapısı mı açık? Bu dünyada çocuklara yönelik taciz, sömürü, acı, açlık ve ölüm cehenneminin kapısını açanlar, siyasal günahlarını ve cehennemleştirdikleri dünyanın gerçek yüzünü örtmek için dinselleştirilmiş eğitimle, çocuklara uhrevi sanal cennet kapıları vaat ediyorlar. 
Bu dünyayı cennet olarak sunmuyorlar. Mazlumiyetin adı çocuklara zulmiyetin kapısını gösteriyorlar. İnsanlar çocuk kalmayı, devlet ve din de çocuk haklarını unuttuklarında, iyiliğin değil, kötülüğün kapıları çocuklar için aralanıyor. Siyasi ve dinci tüm kötülük en sinsi tuzaklarını özellikle ve genellikle yoksul çocukların dünyasına kuruyor. Okulda, sokakta, işyerinde, sanal, uhrevi ve dünyevi hayat, çocukları çirkinlikleriyle kuşatıyor. 
Dincilik de önce yoksulun kapısını çalıyor. Din eğitimi, din okulu, din siyaseti, “din, iman”, “yerli milli” edebiyatı ile çocuklara “şeriat andı” içirip “kutsal cihad” için hazırlıyor. “En yüce, kutsal mertebe” denilen “şehitlik”, genellikle ve özellikle yoksulun çocuklarına düşüyor. Ölüm haberleri yoksulun adresine ulaşıyor. Gözyaşı ve ağıtlar orada sel oluyor. Sermayenin, dinbazın ve iktidarın çocuklarına da “din ve iman” yerine, ihaleler, rantlar, han ve hamamların kapıları aralanıyor.
Devletin koruması altındaki okulda, o “yerli ve milli” elbise giydirilen 13 yaşındaki 6 kız çocuğuna cinsel istismarda bulunmaktan sanık, “öğrenciler yanlış anlamış olabilir” diye berat ettiriliyor! Yanlış anlayan çocuk “zalim yalancı” olunca, sanık “masum” oluyor!

Kot pantolon giyen kız çocuğa “cehennemlik” diye, “yerli ve milli” fetva veren imam, kamu görevine ve devlet maaşı almaya devam ederken, suçlu yine kot ya da etek giyen kız çocuğu oluyor!

115 kız çocuğu! Cinsel istismar sonucu hamile kalıyor! Çocuk sahibi çocuklar oluyor! Yoksullar, mülteciler! Kimsesizler…

Kamu hastaneleri sesi çıkmayan hamile çocukların sessizliğine, çığlık olamıyor. Cinsel istismar sonucu hamile kalmayı meşrulaştırıyor. ‘Hamile çocuklar’ ve bu skandalı ortaya çıkaranlar ‘suçlu’, ‘masum’ ise bu sessizliğin arkasındakiler oluyor!…

Devletin din uleması kurumu; “9 yaşındaki kız çocuğuna nikâh kıyılabilir” diyor. Gelen tepkileri, “Diyanet kız çocuklarının erken yaşta evlenmesini desteklemiyor” diye açıklama yapsalar da, DİB yayınları ve web sayfasında bu rezil görüş kalmaya devam ediyor.

Ya çocuk cezaevleri? Hafızalarımızdaki diriliği ile Pozantı, Kürkçüler, Şakran, Antalya ve Sincan Çocuk Ceza İnfaz Kurumları’ndan geriye kalan hakikatler var. Çocuklara işkence, kötü muamele ve onur kırıcı muameleler! Cezaevlerinde sadece 35 günlük tek bir Akif bebek yok. 0-6 yaş arasın tam 700 bebek-çocuk cezaevine yaşıyor.

Son 10 yılda çocuklarımızı kuşatan uyuşturucu kullanımındaki artış, artan yoksulluk ve çökmekte olan eğitim sistemiyle doğrudan alakalı hale geliyor. İnsanlık adına utanç verici, çocuk haklarına dair ihlallere çözüm bulunamıyor. Aslında çocuk masumdur. O çocuktur. Çünkü iyi, güzel, doğru, samimiyet ve dürüstlük gibi değerler sadece çocuktadır. Çünkü önyargısız, yalansız, doğal, saf ve masum olan ruh ve düşünce sadece çocukta vardır. Çocukları çocuklar, bir de çocuk olduğunu unutmayanlar anlayabilir. Ve çocuk en harika varlıktır. Onları kadının yaratıcı kerametine borçluyuz. Çocuk özgürlüğün sunulmasını sever. Hem meraklıdır hem de duyarlıdır. Hayat doludur. O hayatın içinde onu güçlü kılan doğal sevgisidir. Kirlenmemiş ruhundan coşar sevgisi. Bencil olmadığı için sevgisi etrafına yayılır. Herkesin donuk ve ruhsuz bakışlarını onun sevgisi ışıldatır. Tek zayıf ve güçsüz yanı ise, çocuk bağımlı bir varlıktır. Ailesi, okulu, devleti bu bağlılık üzerinden onun geleceğinde hak sahibi olmak isterler.

Çocuk özgürken bile, aslında özgürlüğünün gasp edildiğini sonradan fark eder. Çünkü çocuk, kendisi olunmasına izin verilmediğinin farkındadır. Çocuk, çocuk olmadan, hakkında hüküm verilmiş varlıktır. Aile “güzel meslek sahibi iyi bir evlat” ister, devlet “düzene uygun iyi bir yurttaş”, ordu, “vatanı için ölmeye ve öldürmeye hazır bir asker”, din ise ondan “iyi bir kul” olmasını bekler. Siyasi iktidar ise kendi ideolojine bağlı itaatkâr, dindar ve kindar bir neslin üyesi olmasını öğütler. Oysa çocuklar, doğuştan kazandıkları insan ve çocuk haklarıyla bu dünyaya katılırlar. Ama okullar onlara hak kullanmayı değil, itaat etmeyi öğretiyor. Sermayenin patronları ise sömürülecek çocuk emeği görüyor.
Dinsel ve askeri disiplin altında çocuk olmadan, yetişkin hale getiriyorlar. Yaşlılar gibi düşünen, onlar gibi davranan, dilleri ve kalpleri ihtiyarlaştırılmış gençlerden “süper zekâlı” diye bahsediyorlar. Çocuk kalanlara ise “halen çocuk gibi davranıyor, bir türlü büyümedi” diye “geri zekalı” diye damgalıyorlar. Devlet ve egemen ideolojiler mutlak otoriterliklerini en zayıf ve masum olanlar üzerine kuruyorlar. Oradan tecrübe ediniyorlar. 
Oysa çocuk, çocuk gibi ve haklarıyla yaşarsa, hem kendisinin hem de toplumun mutluluğunun kapısını açar ve büyüklere “en iyisini sunar.”

Turan Eser / BİRGÜN

Davos’tan başlayan bir ufuk turu...- HAYRİ KOZANOĞLU

Borsaların hızlı yükselişi sayesinde geçen yıl mülk sahiplerinin servetleri artmış olsalar da, dünyanın altta kalan yüzde 99’unun gazabından korkuyorlar.

Küresel elitler, diğer bir ifadeyle “plütokratlar” Alp Dağları’nın eteğinde, Davos Zirvesi’nde 48. kez buluştular. Şirket patronlarından, Elton John gibi sahne yıldızlarından, teknokrat ve siyasetçilerden oluşan 3 bin civarında “kaymak tabaka” mensubu, 2 metreyi bulan kar nedeniyle bu kez toplantı merkezine ulaşmakta oldukça güçlük çektiler.

Dünya Ekonomik Forumu’nun bu yılki teması, “Parçalanan Dünyada Ortak Gelecek Oluşturmak” idi. Bu başlık bile, küresel sermayeye hâkim olan endişeli ruh halinin bir yansıması gibi… 90’ların o güvenli, “serbest ticaret, kuralsızlaştırma, finansallaşma, özelleştirme” reçetesi etrafında şekillenen dayatmacı üslubunun yerine, “yoksullara, dışlananlara, göçmenlere” karşı daha “duyarlı” bir dil kullanılıyor. “Madem işsizsin, suçu önce kendinde aramalısın”, tarzı replikler terkedilmiş de olsa, ekonomik adaletsizliklerin giderilmesi için bir adım atılmıyor.

Trump’a böbürlenmek için malzeme sunan borsaların hızlı yükselişi sayesinde geçen yıl mülk sahipleri servetlerini tam %20 artırmış da olsalar, anlaşılan dünyanın altta kalan %99’unun gazabından korkuyorlar.

Oxfam örgütünün küresel eşitsizlik üzerine hazırladığı yıllık raporun açıklanması, yine Davos haftasına rastladı. Gelir ve servet dağılımında gelinen vahim noktayı bir kez daha gözler önüne serdi. Rapora göre, 2017 yılındaki servet artışlarının tam %82’si, %1’in hanesine yazılırken, dünyanın yoksul %50’sinin zaten yok denecek miktardaki serveti yerinde saydı. Her iki günde bir yenisi eklenince, dolar milyarderi sayısı da 2.043’e yükseldi.

Patronlar günah çıkarıyor
Aşağıdaki satırlar, bir sosyalist ya da sendikacıya değil, dünyanın en büyük yatırım fonu BlackRock’un tepe yöneticisi Larry Fink’e ait:
Sermaye bu süreçten aşırı yararlar sağladı. Düşük ücret artışları ve yetersiz emeklilik sistemleri çözüm beklerken, halkın hayal kırıklığı ve endişesi zirvesine ulaşmış durumda…

Davos’a katılan Amerikalı duayen sosyolog Arlie Russel Hochschild ise, kendini dışlanmış hisseden, toplumdan iyice yabancılaşan ülkesinin ücra köşelerindeki mavi yakalıların, Trump’ın elit karşıtı söylemine kulak verdiğini belirtti. Taşradaki “altta kalanların”, metropollerdeki işleri tıkırında meslek sahiplerine öfkelerini bu yolla ifade ettiğini söyledi. Siyahlara, Meksikalılara, göçmenlere yönelmiş bir tepkinin tehlikelerine dikkat çektikten sonra, çözümün sınıf temelli mücadelelerde yattığı tezini dile getirdi.
Ayrı bir yazıyı hak etmekle birlikte, bu noktada İlhan Cihaner ve Selin Sayek Böke’nin kaleme aldığı manifestonun, “sınıf temelli, emekten yana sol siyaset” vurgusunun çok yerinde olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. 
Çünkü hem dünyada kapitalist küreselleşmenin yarattığı eşitsizlikler ve adaletsizlikler karşısında, en açık biçimde Jeremy Corbyn ve Bernie Sanders örneklerinde gözlendiği gibi, sosyal demokrat partilerin sola yönelişleri halkta karşılık buluyor; diğer bir ifadeyle manifesto “zamanın ruhuna” denk düşüyor. Hem de, AKP’ye itibar eden seçmeni, metinde de vurgulandığı gibi sağcılaşarak, “muhafazakar hassasiyetlere” prim vererek “kültür cephesinden” değil; “emek ve sömürü ekseninden” kucaklamak daha gerçekçi görünüyor…

Trump Davos’ta
Davos 2017’ye Çin Devlet Başkanı Şi Cinping damgasını vurmuştu. Cinping’in İsviçre Alpleri’nde ağırlanması bir anlamda Çin’in yükselişinin küresel elitler tarafından tescili sayılabilir; kapitalist küreselleşmeye sahip çıkan konuşması da, Trump korumacılığı savunurken, Mao’nun ülkesinin “kapitalist küreselleşmenin hamisi”rolüne soyunması, tarihin garip cilvesi olarak yorumlanabilir...

Davos 2018’in katılımcı kadrosunun çok daha zengin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hindistan Başbakanı Narendra Modi ile yapılan açılışın ardından, Avrupa’nın üç büyük ülkesinin; Fransa, Almanya ve İngiltere’nin devlet ve hükümet başkanları birer birer sökün ettiler. Kanada Başbakanı Justin Trudeau’nun da katılımcılar arasında bulunduğu hesaba katılırsa, orijinal G-7’nin Japonya ve İtalya dışındaki 5 üyesi forumda temsil edildi. En merakla beklenen isim ise, tartışmasız, kapanış günü sahne alan Donald Trump’tı.

Trump’ın konuşması, basına yönelik kendi ölçülerinde küçük çaplı hakaretler dışında, oldukça yavan bulundu. Bu arada Beyaz Saray’a yerleşmesinin birinci yılı dolarken, ayrıcalıklı %1’in Trump’a yönelik endişelerinin giderek hafiflediği, “söyleminden ziyade eylemine bakalım” anlayışının egemen olduğu ifade ediliyor.

Pew Araştırma Merkezi’nin 37 ülkede gerçekleştirdiği ankete göre, dış politika konusunda katılımcıların sadece %22 Trump’a güven duyuyor. Bu ruh halinin bizim memleketteki yansıması da herhalde Afrin operasyonundaki hamasi söylemler için müsait ortam yaratıyor. Buna karşın, haftalık Amerikan dergisi New Republic’e göre, küresel elitler Trump’tan fazla şikâyetçi değil:
O dünyaya daha militarist ve acımasız bir dış politika, daha sıkı sınır kontrolleri ve daha kısıtlı çevre koruması vaad ediyor. Fakat Davos camiası, vergi indirimleri ve kuralsızlaştırma politikaları uyguladıkça bu söylemleri iplemiyor.(New Republic 27 Ocak 2017)
Ne var ki, haftalık The Economist dergisine göre, Pentagon’un yayınladığı 2018 Ulusal Savunma Stratejisi göz önüne alınırsa, büyük güçler arasında çatışma ihtimaline hiç olmadığı kadar yakınız. Aslında fazla yoruma gerek kalmaksızın derginin 26 Ocak tarihli kapağının başlığı bile mesajı aktarmaya yeterli: “Önümüzdeki savaş: Artan büyük güç çatışması tehlikesi.”

Angela Merkel ise, daha önce dile getirdiği Avrupa’nın kendi kaderini eline alması, ABD’den bağımsız bir dış politika izlemesi gerektiği görüşünü Davos’ta da yineledi:
Avrupa’nın dış politikada aktif bir kıta olmadığı ve sıklıkla ABD’ye bel bağladığı bir gerçek. Şimdi ise koşullar bizi daha fazla sorumluluk kabullenmeye, kendi kaderimizi kendi elimize almaya zorluyor…

Almanya’nın Afrin hârekâtında Türkiye’ye tepki göstermemesi, Leopard tankları satışının Berlin’in iştahını kabartması yanında, ABD ile göbek bağını kesme stratejisi kapsamında değerlendirilebilir…

Sermaye aktivizmi
Son yıllarda Davos’ta dikkat çeken eğilimlerden birisi de, “politik doğruculuk”yönünde atılan adımlar. “#Me Too”, yani kadınlara yönelik taciz konusunun, erkek konuşmacının bulunmadığı bir oturumla ele alınması, forumun “ruhunu kurtarma” çabalarının son tezahürü...
Financial Times’tan Rana Foroohar’a göre: sosyal adalet, çevre, neoliberal küreselleşmenin yarattığı olumsuzluklar gibi konuları gündeme taşıyan konuşmacıların foruma davet edilmesinin nedeni, kamuoyunun bu konulardaki memnuniyetsizliği.
Foroohar, Merck patronu Kenneth Frazier’in Trump’ın Charlottesville’deki ırkçı şiddeti kınamamasına yönelik protestosunu; Unilever’in başı Paul Polman’ın benzer şekilde ABD’nin iklim değişikliğine karşı Paris Anlaşması’ndan çekilmesini; Apple tepe yöneticisi Tim Cook’un LBGT haklarına saygı gösterilmeyen eyaletlerde faaliyetleri durdurma tehdidini, “patron aktivizminin” örnekleri olarak sıralıyor. ( F. Times, 24 Ocak 2018 )
TÜSİAD’ın “toplumsal cinsiyet” konusunda duyarlılık göstermeye başlaması, ismindeki “iş adamları” ifadesinin “iş insanları” şeklinde değiştirilmesi de küresel trendlerin bir yansıması olarak yorumlanabilir.

TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan’ın “liberal piyasa ekonomisinin barış ve refah getireceği beklentisinin boş çıktığını itiraf etmek durumundayız” sözleri ise somut bir gerçeğe dikkat çekmekle birlikte, arkasında yatan motivasyonun ne olduğunu yorumlamak doğrusu o denli kolay değil.
Hatırlanırsa, Kasım 2015’te Antalya’da gerçekleştirilen G-20 Zirvesi’ne Ali Koç’un kapitalizm eleştirileri damgasını vurmuştu. Koç, kapitalizmin insanileştirilmesini, iyileştirilmesini filan değil, “eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkmasını” savunmuştu. Ama aradan geçen süre içerisinde ne Koç Holding ne de İstanbul sermayesinin başka bir temsilcisi, bırakın böyle radikal önerilerin arkasında durmayı, işçilerinin yaşam koşullarının iyileştirilmesi için mütevazı bir adım bile atmadı.
Özilhan, Çin’in yükselişini hatırlattıktan sonra, “Liberal demokratik düzenin eşitlik ve adalet getirmediği, sadece batının emperyalist politikalarına hizmet ettiği iddiaları birçok ülkede güç kazanıyor” demişti.

Kelimelerin içinin iyice boşaldığı, “Zeytin Dalı” adıyla, “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı” ifadesi eşliğinde, Afrin operasyonunun sürdürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Yukarıdaki sözlerin yoruma çok açık olduğu da ortada. Liberal demokrasi tasarımının, “insan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü” vaatlerinin giderek anlamını yitirdiği bir ülkede sarf edildiği için, Özilhan’ın sözleri , iktidar sözcüleri paralelinde bir Batı eleştirisi de sayılabilir; dolaylı yoldan “Saray rejimine” bir gönderme de…

2004 Eylül’ünde Ömer Sabancı başkanlığındaki TÜSİAD’ın gündeme gelen “zina yasasına” açık eleştiri yöneltebildiği, kanun teklifinin geri çekilmesinde pay sahibi olduğu biliniyor. Ne yazık ki, o dönemlerin bile geride kaldığı açık...
Keşke fikirlerin doğrudan özgürce dile getirilebildiği, TÜSİAD’ın bile şifreli ifadeler kullanmak zorunda kalmadığı bir ülkede yaşıyor olsaydık da, her lafın “mealini” anlayabilmek için göbeğimiz çatlamasaydı…

HAYRİ KOZANOĞLU  / BİRGÜN

ÖSO’ya TSK’nin ihtiyacı mı var? Yeni ittifaklar, savaş olasılıkları... - ORHAN BURSALI

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Fırat Kalkanı ve Afrin operasyonları için “Özgür Suriye Ordusu”na (ÖSO) gereksinimi var mı? 
Bu soruya verilecek yanıt, siyasi iktidarın ÖSO’ya neden neredeyse TSK’ye eşdeğer bir statüde davrandığına da açıklık getirir. “Evet, TSK, ÖSO olmadan bu operasyonu yapamazdı..” yanıtı verilse, Genelkurmay, subaylar emekli komutanlar ne der, gülmezler mi?
Peki şöyle masum bir yanıt verilse: TSK onları öncü güç olarak kullanıyor, askerlerimizden daha az kayıp verelim diye.. 
Nitekim önceki gün kayıp sayılarına göre TSK’nin kaybı 7, ÖSO’nun ise 13! Peki, böyle bir yanıtın geçerliliğini kabul eder misiniz? Şüphesiz ki hayır!.. 
 

ÖSO’ya ne söz verildi? 
Peki, o halde geriye kalan seçenek,ÖSO savaşa katıldığına göre, ona önemli bir “bedel” ödeneceğidir. Paradan, maldan mülkten falan bahsetmiyoruz tabii ki! Vaat edilmiş Suriye toprakları! Bizim garantimizle! Yani onlar, kendilerine yönetim bölgeleri açılması ve Şam’dan korunmaları vaadiyle harekâta katılmaktalar. Yoksa niye ölsünler! 
Zaten Cumhurbaşkanı Şam ile doğrudan işbirliğini kesinlikle reddediyor ve Esad’ı katil vb. olarak niteliyor. ÖSO varken... 

“Teröristlerden temizleme” meşru gerekçesinin ardına baktığınızda, Türkiye’de tüm yurttaşların harekât hakkında sesli düşünmesini ve söz söylemesini gerektirecek işaretler görünmektedir. 

Bu işaretler Türkiye’yi ağır ve beklenmedik zorlukların içine sürükleyebilecek yeni ciddi senaryoları doğurmaktadır. 
 
ABD ile ‘paylaşalım’  senaryosu 
Mesela, Türkiye ABD ile de anlaşmanın yollarını arıyor. “Biz bu işi ABD ile birlikte çözmek isteriz” sözü, bunun bir ifadesidir. Bunun ardında ne var? Biraz ileriye yönelik ve geniş düşünürseniz, “PKK-PYD’ye silah verme, verdiğin silahları topla” isteğinin ötesinde, “Ben temizlediğim bölgede ÖSO çatısı altındaki silahlı örgütlere bağlı yönetim kurayım, sen de orada PKK/PYD ile özerk bir yönetim kur...” gibi bir ucube sonuca da varırsınız. 

Buna ilişkin iki tutuma değinelim: Amerikalı komutan “Menbiç’ten çekilmeyeceğiz” dedi dün. Ankara bu meydan okumayı kabul mu edecek, yoksa şimdiki pozisyonu meşrulaştırmayı mı düşünecek? Orası senin burası da bizim... Cumhurbaşkanı’nın muhtarlara yaptığı konuşmada Suriye’deki şimdi savaşılan bölgenin Misakı Milli içinde olduğunu anımsatması da, bu bağlamda bize arkadaki düşünce açılımları konusunda ipuçları veriyor: 
“Neresi Misakı Milli? İşte şu anda terör koridoru oluşturmak isteyenler var ya Kuzey Suriye’de işte oralar hep Misakı Milli’nin içinde olan yerlerdi. Bu hassasiyetlerimizi unutmayın... Kimse orada yeni bir devlet kurma gayreti içine girmesin, kararlılığımız tamdır. Kendini fiziki sınırlarına hapsedenler gönül pınarlarını kuruturlarsa ondan da mahrum kalırlar. Biz gönül pınarlarımızı asla kurutmadık, inşallah kurutmayacağız...” 

Ahmet Davutoğlu’nun kendisi yok, ama düşünceleri tam yürürlükte... ABD ile anlaşma yapılır mı? Her şeye açık bir Türkiye dış politikası ile karşı karşıyayız.
 
Peki, Türkiye’ye karşı Şam ve Moskova? 
Öyle ki, Suriye’nin parçalanmasının bir şekilde ciddi olarak gündeme gelmesi söz konusu olursa, Türkiye’nin bu kez Şam + Moskova cephesini karşısında bulacağı çok nettir. Ankara böyle bir cepheye ABD ile işbirliğiyle mi karşı çıkacak? 

Eğer tüm olasılıklara açık bir Suriye macerasını düşünecek olursak o takdirde ABD ile Rusya’nın PKK - PYD konusunda anlaşması ve Türkiye’nin yalnız bırakılarak geri çekilmeye zorlanması da gündeme gelebilir.

***
Yoksa tüm bunlar, Suriye harekâtını tırmandırarak, her türlü farklı düşüncenin kafasının kopartılacağı bir “milliyetçi şahlanma” ile bir seçime hazırlık mı, erken veya geç? 
Suriye’de geleceğin görünmediği sisli-puslu bir durum var. Bölge ülkelerinin, Irak’tan sonra Suriye’nin de parçalanması, sırayı Türkiye’ye getirir.. emperyalizm daha ne ister?!

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

‘Koçluğum Fener’e armağan olsun!’ - TAYFUN ATAY

Fenerbahçe’nin önceki günkü Divan Kurulu Toplantısı’nda Ali Koç-Şefik Mosturoğlu “atışma”sının en can alıcı noktası, Mosturoğlu’nun Koç’a yönelik, “Şahsi sevdam aileme zarar verecek derken ne düşünüyordunuz” sorusu. Bununla Mosturoğlu, Koç grubunun “Küçük Prens”ini tam yerinden yakalamış. 

Toplantı tablosuna geleceğiz. Ama önce Mosturoğlu’nun sorusunun altını kendimizce bir kazıyalım!.. 
Koç Ailesi’nin futbola ilgisi yeni değil ve Ali Koç’tan önce babası Rahmi Koç’un Beşiktaş sevdasıyla çıkar karşımıza. Lâkin mütevazı ve ölçülü kalmasını bilmiş bir sevdadır bu. 

Beşiktaş’a ömrünü vermiş, divan kurulu üyesi olarak da vefat etmiş babamdan dolayı hasbelkader aşinalığım var bu sürece. Özellikle Süleyman Seba dönemine. O zaman sahne önünde Beşiktaşlılık tarihi, kültürü, geleneğinin taşıyıcısı olarak Seba varken, sahne gerisinde de Beşiktaş için elinden ne geliyorsa yapan bir Rahmi Koç vardı. 
Böyle olmakla birlikte hiç kimse Rahmi Koç’u Kulüp’le alabildiğine hemhal görmedi. O, Beşiktaş’a elbette çok büyük olan katkısını hep geri plânda kalarak yaptı. Başkanlık arzusu, hedefi de olmadı. Seba-sonrasında aynı “çizgi” sürsün diye başkanlık açısından Hasan Arat’ı önerdiğini, desteklediğini biliyoruz ama Serdar Bilgili geldi. Bu Beşiktaş’ı ilgilendiren ayrı bir tartışma konusu, yeri burası değil. 

Rahmi Koç’un takım sevdasını bu şekilde doğrudan değil “dolayımlı” dışa vuruşu, onun “kapitalist rasyonalite” ile taraftarlığın kaçınılamaz “irrasyonalite”si arasındaki tehlikeli karşıtlığı görmesinden, buna bağlı olarak birinciyi ikinciye kurban etmek istememesinden olsa gerektir.
İşte tam bu noktada Ali Koç’a dönersek onun hiç mi hiç “Babasının oğlu” olmadığını kaydedebiliriz. 

Divan Kurulu Toplantısı’na dönelim! 

Tabloya bakıldığında tek kazanan var orada: Aziz Yıldırım.
Fenerbahçe’nin eski ve yeni asbaşkanları, Koç ve Mosturoğlu, birbirlerinin sözlerine cevap yetiştirmek üzere ha babam de babam kürsüye çıkıp inerken Yıldırım, görebildiğimiz kadarıyla ağzını bıçak açmaz vaziyette adeta “sfenks” gibi oturmaktaydı. 
Eski asbaşkan Ali Koç, yeni başkan adayı olarak kendini ifade etmeye çırpınırken şimdiki asbaşkan Mosturoğlu, mevcut başkanın, o “suskunsfenks”in adeta ağzı-dili olarak ha bire yüklendi muhatabına... 

Evet, “muhatabına”!.. Ali Koç’u Mosturoğlu muhatap aldı. Aziz Yıldırım’ın toplantıda verdiği, burada benim muhatabım yok mesajıydı. 
Ali Koç’u Mosturoğlu ile “dolayımladı” Aziz Yıldırım; onunla arasında, kendisinin lehine muazzam bir “asimetri” yaratarak... 

Konuşmaların, tartışmaların, atışmaların içeriğine de bakıyorum, ortaya çıkan sonuç, Ali Koç’un gündem oluşturamadığı, bir akışa kapılıp gittiği, Mosturoğlu “proaktif” (ve elbette “provokatif”) olurken Koç’un sadece “reaktif” (tepkisel) kaldığı... 
Ve bir “Suskun Sfenks”in kazandığı... 
Tabloyu “Koç ve ailesi” açısından tahlil ediyoruz, o yüzden dönelim tekrar Baba Koç ve Beşiktaş’a... 
Elbette Süleyman Seba, Beşiktaş’ın çocuğuydu ve o, başkan olmadan evvel de en azından futbolla ilgilenenler tarafından biliyordu. 

Rahmi Koç’u da “Türkiye ortalaması”, bir Beşiktaş sevdalısı olmaktan önce “Koç” olarak biliniyordu. Şimdi oğulları, Ömer, Ali ve rahmetli Mustafa Koç’u bildiği gibi... 
Dolayısıyla açık ki Ali Koç’un da “Ali Koç” olmak için Fenerbahçe’ye ihtiyacı yok. 
Gelelim Aziz Yıldırım’a; tabii onun için ileri süreceklerimiz Şefik Mosturoğlu için de geçerli. 

Kuşkusuz Yıldırım da Fener’e başkan olmadan önce bir çevre, kesim ya da “sınıf” için kıymeti harbiyesi olan biriydi. Ama eğri oturup doğru konuşmak gerekir, Aziz Yıldırım, “Türkiye ortalaması” açısından Fenerbahçe başkanı olmadan önce bir hiçti. 
Onu başkan olmadan önce o milyonlarca Fener taraftarı tanıyor muydu, hayır. 
Aziz Yıldırım, Fenerbahçe ile “Türkiye ortalaması”nın gözüne girdi. 
Elbette Kulüp için yaptıklarını kimse inkâr edemez, ama esas Fenerbahçe Aziz Yıldırım’ı “yaptı”

Tabii Ali Koç’un bir dönem birlikte de çalıştığı (kimse inkâr etmesin, 3 Temmuz sürecinde arkasında da durduğu) Aziz Yıldırım’a saygısı var, olacak. Tıpkı babasının da Seba’ya saygısı gibi... Ama Rahmi Koç, hiçbir zaman Beşiktaş Başkanı ile kendi temsil ettiği Koç Grubu açısından herhangi bir “asimetri”izlenimi bırakacak bir konum ve koşulda olmadı. 

Ali Koç’u bekleyen tehlike, bunun tam tersi bir koşul ve konum içinde, bir “çılgın sevda” peşinde “rasyonalite”yi de kızağa çekmiş halde savrulmasıdır. 
Mevcut yönetim, onu Yıldırım’a muhatap kılmıyor ve (sembolik açıdan) “rakiplik” platformuna yükselmesine dahi izin vermiyor. 
Dolayısıyla Fenerli’lik sevdası, Koç’luğu teslim alıyor!.. 

Şimdi bu yazıyı okuyanlar arasında Fenerbahçe’nin başarısını istemeyen kötü niyetli bir Beşiktaşlının Ali Koç’un başkanlığını engelleme yollu bir algı operasyonu yaptığını düşünen çıkar mı, çıkar. 

Eh, n’apalım, takım sevdası hepimizin çocukluk hastalığı...

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

Erdoğan'dan Trump'a 47 milyar dolarlık söz - Mustafa Balcı / Sözcü -

NATO Genel Sekreteri Rutte, Lahey'de düzenlenen  NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi'nde tüm üye ülkelerin savunma bütçelerini...