20 Aralık 2013 Cuma

Hakan Şükür’ün Son Golü-ALİ SİRMEN

Bunca gürültü patırdı arasında, biraz gürültüye geldi Hakan Şükür’ün AKP’den istifası ve fazla üzerinde durulmadı. Neyse ki büyük çoğunluk tarafından cemaatin basındaki en önemli kalemlerinden biri kabul edilen Hüseyin Gülerce, olayın önemini vurguladı ve şunları ileri sürdü: 
- Hakan Şükür’ün istifası 2013’ün en önemli olayıdır. AKP bu istifayı en samimi uyarı olarak anlamalıdır. Belki de son uyarı! 
Meğer Hakan Şükür büyük fırtına konusunda herkesi uyarmış. Ama ne AKP ne de Başbakan bu uyarıdaki önemi gördüler. Belki de gördüler de görmezden geldiler. 
Başbakan yalnızca, bu istifayı beklemediğini ve Hakan Şükür’e yakıştıramadığını söyledikten sonra ekledi: 
- Eğer dürüstse sadece partiden değil, parlamentodan da ayrılması gerekir. 
Gerçi parlamentodan ayrılmak Hakan’ın tek taraflı iradesiyle olacak şey değil, TBMM Başkanlığı’nın konuyu oya sunması ve Genel Kurul’un da istifayı kabul etmesi gerek. 
Kaldı ki Hakan Şükür’ün de pek öyle bir niyeti yoktu. Beklenen yanıtı yapıştırdı: 
- Orası milletin Meclis’i, bizi de oraya millet getirdi. 
Ne dersiniz Tayyip Erdoğan mı, Hakan Şükür mü haklı?
***
Sorunun yanıtını düşünürken aklıma, hemen hemen 65 yıllık bir olay geldi. 
TBMM’nin altıncı ve yedinci döneminde CHP’den milletvekili olan Behçet Kemal Çağlar, partisi içinde laiklik konusunda 1947 kurultayında başlayan tartışmalardan rahatsızdır. Bu görüşünü kurultayda da, başka platformlarda da dile getirmiştir. 
Nihayet, ilahiyat hocası Şemsettin Günaltay’ın TBMM’de 42’ye karşı 349 oyla güvenoyu aldığı 24 Ocak 1949 tarihli oturumda kürsüden partisinde siyasete devam etmesine imkân kalmadığını belirterek istifasını sunar. 
Yalnız Behçet Kemal Çağlar onunla yetinmeyip milletvekilliğinden de istifa eder. 
Şimdi bu iki olaya bakarak kim doğru davrandı diyebiliriz? Milli şair mi, milli futbolcu mu? 
İlk ağızda, Nasrettin Hoca gibi her ikisine de “sen de haklısın, sen de” diyebiliriz. 
Öyle ya, 1949 yılında partinin politikasını saptayan da, kimin milletvekili olacağına karar veren de aynı üst makamdı (İnönü). 
Kimse çıkıp da ona “ben senin politikanla aynı fikirde değilim, ama yine de burada durmaya devam edeceğim. 
Çünkü beni buraya millet seçti” diyemezdi. Çünkü kimin Meclis’e gideceğine karar veren millet değil, tek seçiciydi.
***
“Oysa aradan geçen 65 yılda durum değişmiştir. Artık ‘tek adam’ dönemi geride kalmıştır” diyebilir miyiz? 
Deriz demesine de, gerçeği yansıtmış ve pek de doğru söylemiş olmayız. 
Yani “Behçet Kemal Çağlar’ı TBMM’ye yollayan tek adamın iradesiydi, oysa şimdiHakan Şükür’ü aynı çatı altına gönderen milli iradedir” dersek doğru mu olur? 
Burada tayin edici irade İstanbul halkının mı, yoksa Tayyip Bey’in iradesi mi? 
Tayin edici iradenin Tayyip Bey’in olduğu, İstanbul seçmeninin iradesinin ise tasdik kabilinden bir formalite olduğu, halkın da Hakan Şükür’e onay verirken ondan çok Tayyip Bey’i tasvip ve tasdik ettiğini söylemek daha doğru olmaz mı? 

Biliyorum söylediklerim sistemin resmi tarifine uymuyor. 
Ama gelin görün ki fiili uygulamaya fevkalade uyuyor. 
Şimdi bu durumda Tayyip Bey Hakan Şükür’e açıkça şunu söylemek istiyor: 
- Politikama karşıysan Meclis’ten de ayrıl! Çünkü seni oraya sokan benim. 
Buna mukabil, Hakan Şükür de demek istiyor ki: 
- Yok öyle yağma; anayasa beni senin değil, milli iradenin seçtiğini söylüyor. 
Görüyorsunuz, bu durumda her ikisi de haklı. Ya da bakış açınıza göre her ikisi de haksız. 
Bu yoldan giderek kim haklı konusunda bir sonuca varamayız. 
Ama bu örnek olay bize şunu gösteriyor ki eğer sistemin bütünü yanlışsa, onun ayrıntılarında doğru aramak abestir. 
Zaten o yüzdendir ki yıllardır sistem içinde doğruyu bir türlü bulamıyoruz ya!  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder