“Kötülüğün Sıradanlığı”nı keşfeden Hannah Arendt’ın filmini yeni gördüm. Festivalde kaçırmıştım…
’50’li yıllarda yazdığı “Totalitarizmin Kökenleri” isimli kitabıyla baskıcı sistemlerin çözümlenmesinde çığır açan ve sağ/sol “totalitarizmlerin” mantığını, işleyişini mercek altına tutan ilk büyük düşünür olan Arendt, arkadan “Kötülüğün Sıradanlığı” adındaki diğer ünlü eseriyle dünyayı sarstı.
Alman yönetmen Margarethe von Trotta, iki yıl önce bu olay düşünürle kitabını filme aldı.
Nicedir izlemeyi düşündüğüm filmi dün gördüm. Mutlaka sizin de DVD/internetten izlemenizi salık veririm.
Film, SS subayı Adolf Eichmann’ın yakalanması ve İsrail’de yargılanmasıyla başlıyor.
Nazizmden kaçarak ABD’ye sığınan Arendt, o yıllarda New York’ta New School’da ders veriyor ve New Yorker tarafından Eichmann davasını izlemek üzere İsrail’e Kudüs’e gönderiliyor.
Mahkemede Eichmann’ın ifadeleri ve sergilediği sıradan tavırların doğrudan tanığı olan Arendt New York’a dönüşünde, siyasi düşünce tarihinde devrim yaratan“Kötülüğün Sıradanlığını” yazıyor.
Aslında insanlar, Nazizmin en has temsilcilerinden olan Eichmann’ın, diğer insanlardan farklı bir “öcü” olmasını bekliyor.
Ama Arendt, “Hayır yanılıyorsunuz!” diyor: “O içinizden biri. Sizden hiç farklı değil. O bu kadar içinizden biri olduğu için; aslında kötülük hep bu kadar alelade ve sıradandır!”
Faşizmin dayanağı
Bu kadar sıradan biri o korkunç cürümleri peki nasıl işliyor/işleyebiliyor… sorusuna ise Arendt, “Basit”yanıtını veriyor: “Aklını kiraya vererek!”
Eichmann, sisteme seferber ettiği “aklını” bizzat kendi adına kullanmaktan kaçındığı için, artık “iyi-kötü”/“doğru/yanlış” farkını ayırt etmeyi unutuyor!
“Büyüklere sadakat” her şeyin üstüne çıkıyor…
Bu, kariyer kaygısıyla birleştiğinde, ahlaki tüm değerler uyuşuyor.
Herkes az çok, bu akıl tutulması sonunda “Eichmann-laşıyor”.
“Benim” diyerek kendisini savunuyor Eichmann: “Yahudilerle alıp veremediğim yok.Ben yalnız bana verilen emirleri ifa ettim!”
Bunu faşizmin, (“Eichmann sorununun”) en can alıcı yönü olarak tanımlayan Arendt, bu şekilde kötülüğün rutinleştirildiğini / sıradanlaştırıldığını söylüyor:
“Eichmann sorununun en feci tarafı; Eichmann gibi nicelerinin olması -ki bukişilerin hepsi, ürkütücü ölçüde ‘normaller’” diyor: “Sadist ya da sapık değiller. Bu‘normallik’, yapılan tüm canavarlıkların toplamından daha ürkütücü. Çünkü‘normallik’ şablonuyla hareket eden şahıslar, beter suçları işlerken bir ‘yanlış’ içinde olduklarının ayırdına varmıyorlar…”
‘Rezaletin sorumlusu ben miyim?’
Filmden çıkıp eve döndüğümde, Fatih Altaylı’nın 5N1K’da Cüneyt Özdemir’e verdiği “ses kayıtları” söyleşisiyle karşı karşıya geldim.
Altaylı’ya “Nazi” yakıştırması yapmıyorum ama maşallahı var; o da var gücüyle “AloFatih”in sıradanlığına sığınıyor!
“Hiçbirimizin birbirimizden farkı yok!” diyor: “Hepimize baskı var. Özel sohbetlerimizde bunları birbirimize ifade etmiyor muyuz? Medyaya baskı nedir başka türlü? Rica ederiz bunları kullanmaz mısınız mı diyorlar sanıyorlardı… Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu total rezaletin sorumlusu ben miyim? Ben olabildiğince onurlu bir şekilde bu gazeteyi çıkarmaya çalışıyorum. Bugüngazetecilik onuru ayaklar altındadır, her gün bir yerlerden talimatlar yağıyor… Bu olay, bilinen medyaya baskının ortaya çıkmasıdır. Neil Armstrong’un aya ayak basması gibidir… Ben gidersem gazete kalır mı, emin değilim… Ben namuslu bir gazeteci olarak bugünlerin elverdiği ortamda elimden geleni yaptım… Herhalde Türkiye’de 20 tane onurlu gazeteci varsa onlardan biriyim. Kimse de bana ruhunu şeytana satmışsın demiyor.”
“Yoktur farkımız! Hepimiz aynı şartlardayız. Şartlar ne elverdiyse ben onu yaptım!”kontenjanından kendisini bir çırpıda aklayan Altaylı; bu “rasyonalizasyonu” öyle noktalara vardırıyor ki “Armstrong’un aya ayak basmasıyla” örnek biçtiği olaydan neredeyse kendisine bir kahramanlık payesi çıkarıyor.
İstibdat ‘tabu’ olmayınca
Krizin en korkunç yönü bu.
Olan bitenden kimsenin utanıp sıkılmaması…
Bir kez olsun bir vicdan muhasebesi, yüzleşme gereksinimi duymaması...
Niye?
Çünkü toplu akıl tutulmasında, herkes aklını rutine dönüşen “Alo Fatih”e teslim etmiş…
“Toplu rezaletin sorumlusu ben miyim?” deyip çıkıveriyor işin içinden…
Sorun, münferit Fatih Altaylı meselesi değil.
“Alo Fatih” dalgasını Türkiye, bir doğa olgusu izler gibi izliyor.
Güneşin doğuşu ve batışını izler gibi veya bir doğa afeti izlercesine olayların arkasından sürükleniyor.
Baskının bunca sıradanlaştırılması, rutinleştirilmesi ve içselleştirilmesi, son kertede baskıyı yapanı güçlendiriyor. Daha cesaretlendirerek pervasızlaştırıyor.
Öyle olmasa Başbakan hodri meydan çıkıp, “Habertürk’ü aradıysam ben aradım!”der mi?
İstibdadın “tabu” olmaktan çıkması, maskeye artık gerek bırakmıyor.
’50’li yıllarda yazdığı “Totalitarizmin Kökenleri” isimli kitabıyla baskıcı sistemlerin çözümlenmesinde çığır açan ve sağ/sol “totalitarizmlerin” mantığını, işleyişini mercek altına tutan ilk büyük düşünür olan Arendt, arkadan “Kötülüğün Sıradanlığı” adındaki diğer ünlü eseriyle dünyayı sarstı.
Alman yönetmen Margarethe von Trotta, iki yıl önce bu olay düşünürle kitabını filme aldı.
Nicedir izlemeyi düşündüğüm filmi dün gördüm. Mutlaka sizin de DVD/internetten izlemenizi salık veririm.
Film, SS subayı Adolf Eichmann’ın yakalanması ve İsrail’de yargılanmasıyla başlıyor.
Nazizmden kaçarak ABD’ye sığınan Arendt, o yıllarda New York’ta New School’da ders veriyor ve New Yorker tarafından Eichmann davasını izlemek üzere İsrail’e Kudüs’e gönderiliyor.
Mahkemede Eichmann’ın ifadeleri ve sergilediği sıradan tavırların doğrudan tanığı olan Arendt New York’a dönüşünde, siyasi düşünce tarihinde devrim yaratan“Kötülüğün Sıradanlığını” yazıyor.
Aslında insanlar, Nazizmin en has temsilcilerinden olan Eichmann’ın, diğer insanlardan farklı bir “öcü” olmasını bekliyor.
Ama Arendt, “Hayır yanılıyorsunuz!” diyor: “O içinizden biri. Sizden hiç farklı değil. O bu kadar içinizden biri olduğu için; aslında kötülük hep bu kadar alelade ve sıradandır!”
Faşizmin dayanağı
Bu kadar sıradan biri o korkunç cürümleri peki nasıl işliyor/işleyebiliyor… sorusuna ise Arendt, “Basit”yanıtını veriyor: “Aklını kiraya vererek!”
Eichmann, sisteme seferber ettiği “aklını” bizzat kendi adına kullanmaktan kaçındığı için, artık “iyi-kötü”/“doğru/yanlış” farkını ayırt etmeyi unutuyor!
“Büyüklere sadakat” her şeyin üstüne çıkıyor…
Bu, kariyer kaygısıyla birleştiğinde, ahlaki tüm değerler uyuşuyor.
Herkes az çok, bu akıl tutulması sonunda “Eichmann-laşıyor”.
“Benim” diyerek kendisini savunuyor Eichmann: “Yahudilerle alıp veremediğim yok.Ben yalnız bana verilen emirleri ifa ettim!”
Bunu faşizmin, (“Eichmann sorununun”) en can alıcı yönü olarak tanımlayan Arendt, bu şekilde kötülüğün rutinleştirildiğini / sıradanlaştırıldığını söylüyor:
“Eichmann sorununun en feci tarafı; Eichmann gibi nicelerinin olması -ki bukişilerin hepsi, ürkütücü ölçüde ‘normaller’” diyor: “Sadist ya da sapık değiller. Bu‘normallik’, yapılan tüm canavarlıkların toplamından daha ürkütücü. Çünkü‘normallik’ şablonuyla hareket eden şahıslar, beter suçları işlerken bir ‘yanlış’ içinde olduklarının ayırdına varmıyorlar…”
‘Rezaletin sorumlusu ben miyim?’
Filmden çıkıp eve döndüğümde, Fatih Altaylı’nın 5N1K’da Cüneyt Özdemir’e verdiği “ses kayıtları” söyleşisiyle karşı karşıya geldim.
Altaylı’ya “Nazi” yakıştırması yapmıyorum ama maşallahı var; o da var gücüyle “AloFatih”in sıradanlığına sığınıyor!
“Hiçbirimizin birbirimizden farkı yok!” diyor: “Hepimize baskı var. Özel sohbetlerimizde bunları birbirimize ifade etmiyor muyuz? Medyaya baskı nedir başka türlü? Rica ederiz bunları kullanmaz mısınız mı diyorlar sanıyorlardı… Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu total rezaletin sorumlusu ben miyim? Ben olabildiğince onurlu bir şekilde bu gazeteyi çıkarmaya çalışıyorum. Bugüngazetecilik onuru ayaklar altındadır, her gün bir yerlerden talimatlar yağıyor… Bu olay, bilinen medyaya baskının ortaya çıkmasıdır. Neil Armstrong’un aya ayak basması gibidir… Ben gidersem gazete kalır mı, emin değilim… Ben namuslu bir gazeteci olarak bugünlerin elverdiği ortamda elimden geleni yaptım… Herhalde Türkiye’de 20 tane onurlu gazeteci varsa onlardan biriyim. Kimse de bana ruhunu şeytana satmışsın demiyor.”
“Yoktur farkımız! Hepimiz aynı şartlardayız. Şartlar ne elverdiyse ben onu yaptım!”kontenjanından kendisini bir çırpıda aklayan Altaylı; bu “rasyonalizasyonu” öyle noktalara vardırıyor ki “Armstrong’un aya ayak basmasıyla” örnek biçtiği olaydan neredeyse kendisine bir kahramanlık payesi çıkarıyor.
İstibdat ‘tabu’ olmayınca
Krizin en korkunç yönü bu.
Olan bitenden kimsenin utanıp sıkılmaması…
Bir kez olsun bir vicdan muhasebesi, yüzleşme gereksinimi duymaması...
Niye?
Çünkü toplu akıl tutulmasında, herkes aklını rutine dönüşen “Alo Fatih”e teslim etmiş…
“Toplu rezaletin sorumlusu ben miyim?” deyip çıkıveriyor işin içinden…
Sorun, münferit Fatih Altaylı meselesi değil.
“Alo Fatih” dalgasını Türkiye, bir doğa olgusu izler gibi izliyor.
Güneşin doğuşu ve batışını izler gibi veya bir doğa afeti izlercesine olayların arkasından sürükleniyor.
Baskının bunca sıradanlaştırılması, rutinleştirilmesi ve içselleştirilmesi, son kertede baskıyı yapanı güçlendiriyor. Daha cesaretlendirerek pervasızlaştırıyor.
Öyle olmasa Başbakan hodri meydan çıkıp, “Habertürk’ü aradıysam ben aradım!”der mi?
İstibdadın “tabu” olmaktan çıkması, maskeye artık gerek bırakmıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder