Sınıflı toplumu, hukukun eşitsizliğe ve sömürüye dayalı toplum düzeni içinde şekillendiğini bir an için kenara koyarak, evrensel ilkelere göre “demokratik ve laik hukuk devleti”nin kurum ve kurallarıyla yaşadığını varsayarsak;
Hırsızlar, katiller, tecavüzcüler, sapıklar tehditler savurarak ortalarda dolaşamazdı.
Anayasayı, hukuku ve yargı kararlarını tanımayanlar siyasi iktidarda olamazdı.
Halkın direniş hakkını engelleyenler, emekçilere baskı ve şiddet uygulayanlar seçimle çoğunluğu sağlayamazdı.
Hak ve özgürlükleri halk için sınırlayıp kendileri için sınırsız kullananlar iktidar koltuğunu süreli işgal edemezdi.
“Demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine” aykırı fiillerin odağı haline geldiği, 2008 yılında Anayasa Mahkemesi kararıyla saptanan; o günlerden bu yana Anayasa’ya aykırı eylemleri kat kat artan parti iktidarda kalamazdı.
Hukuksuz sokağa çıkma yasakları, baskı ve şiddet uygulamaları, göçe zorlamalar yaşanmazdı.
Suriye halkına karşı işlenen savaş suçları sürekli artan hükümet ve sorumlular, yargılanmaları gerekirken, aynı halka ve devletine karşı silahlı çetelerin yanında olamazdı.
Laiklik ayaklar altına alınmaz; gericilik toplumun, devletin ve hukukun her yerine yağ lekesi gibi yayılmazdı. Din, topluma, siyasete ve devlete sokulmaz; dinsel davranışlar hukuk kuralı yapılmazdı.
Demokratik ve laik hukuk devleti olsaydı eğer;
15 Temmuz darbe girişimi yaşanmazdı, OHAL ilan edilmezdi.
Varsayalım ki yaşandı ve ilan edildi, OHAL KHK’lerine olağanüstü halin gerekli kıldığı konular dışında maddeler yazılamazdı; OHAL konusu ve süresini aşacak şekilde kurumlar kapatılıp, çalışanlar sorgusuz sualsiz kapı önüne konulmaz ve insanlar suçlulukları mahkemelerce hükmen sabit olunmadan cezalandırılmazdı.
TBMM tatile girmez, muhalefet partileri ile AKP eküri olmazlardı. OHAL KHK’leri, duraksamaya ve mahcubiyete düşülmeksizin TBMM’de otuz gün içinde görüşülüp ya reddedilir ya da tüm hukuksuzluklardan arındırılarak kabul edilirdi. Anamuhalefet partisi otuz gün içinde görüşülmeyen KHK’leri meşru kabul edip Anayasa Mahkemesi’ne götürmeye kalkışmazdı.
Zaten, tüm suçlar yargılanacağı, suçlular cezalandırılacağı için, meşruiyeti olmayan AKP’ye meşruiyet kazandırma yarışına girilmezdi.
AKP, aynı AKP ve şimdi kendi suçlarını örterek, kendilerine destek vermeyen, biat etmeyenleri suçluyor ve cezalandırıyor.
Yıllarca, AKP/cemaat birlikteliğinde yaratılan siyasi davalarda da hukuk ve yargı oyunları oynandı. Kanıtlar yaratıldı, davalar birleştirdi, cezalar verildi. Tuzak kurarken de, tuzaktan bırakırken de aynı pişkinlikle hukuk devletinden ve bağımsız yargıdan söz ettiler. Cemaatçi yargıç ve savcılar önceleri kahramandı, şimdi suçlu ve kaçak…
Yıllarca altüst olmuş, tutuklanmış, mağduriyeti sonuna kadar yaşamış insanlar “hak yerini buldu” diye sevinebiliyor. Şimdi darbe girişimi önlendi, demokrasi geldi, milli irade çalışıyor diye sevinenler var. İşsiz kalan, hakları ellerinden alınan emekçilere de “mutlaka bir şeylere bulaşmıştır” yanılsamasıyla bakanlar var.
Paralel denilenler harıl harıl AKP için çalışırken onları kahraman ilan edenlerin niyet ve söylemleri tarihte yazılı. Kimse kimseyi kandırmadı bu ortaklıkta. Hepsi oradaydı.
AKP/cemaat ortaklığı, sömürü düzeninin ve gericiliğin tüm gereklerini yerini getirirken hepsi sermayenin ve siyasal islamın yanındaydı.
Şimdi hırsızların, cinayetlerin, talan ve yolsuzlukların sorumlulukları perdelenmeye çalışılıyor. Hem de ince çıkar pazarlıklarıyla…
Pazar açık, pazarlık açık…
Sermaye palazlandıkça palazlanıyor; mülkiyet devirleri, bir kısım patronun gözden çıkarılması onları ilgilendirmiyor bile…
Pürüzlerden ve yandaş olmayan emekçilerden arındırılmış işyerlerine, temizlenmiş üretim araçlarına bu kadar kolay kavuşamazlardı. Üretim ilişkileri bu kadar sorunsuz önlerine serilemezdi.
Siyasal iktidara kazandırılan her meşruiyet, sermaye iktidarına da kandırılıyor. Hem de devletin ve hukukun sınıfsal karakteri perdelenerek; işçilere, emekçilere işten çıkarma, soruşturma, hak ihlali, gözaltı ve tutuklama yollarıyla baskı yapılarak…
Yazının başına dönersek, Türkiye‘nin sınıflı toplum olduğunu, hukukun eşitsizliğe ve sömürüye dayalı toplum düzeni içinde şekillendiğini bir an için koyduğumuz kenardan almamız gerekiyor.
“Türkiye bir hukuk devleti olsaydı eğer, çarpıklıklar, ihlaller, keyfilikler, yolsuzluklar, kıyımlar bu derecede olmazdı” diyenlerin, normale dönmeyi hedefleyenlerin yanıldığı yer kapitalist bir toplum olduğumuz ve emperyalizme göbekten bağlılığımız.
Ekonomi politiği “sömürü”, toplum politiği “gericilik” olan düzen, hukuk devleti ilkelerine uysa da uymasa da, sermaye sınıfına istikrar vadeder, emekçileri ezer. Uyduğu zaman iyi polis, uymadığı zaman kötü polis oyunu hep pis oyundur. Bu pis oyun emekçi sınıfın piyon rolüne yerleştirilmesiyle, demokrasi ve hukuk vitrinleriyle bozulamaz.
Bugün paralel diye tanımlanan failler varsa aynı suça AKP de ortak; buradan kimseye kaçış yok. Asıl kaçışı olmayanlar ise her şeyin emirlerine amade olduğunu sanan, krizlerden kurtulma pahasına her şeyi geçerli sayan sermaye düzeninin kendisi.
Sermaye sınıfı, gericilerin kabadayılığına sığınıyor ama korkudan titriyor.
Tarihin, “sınıf mücadeleleri tarihi” olduğunu kimse unutmasın. Herkes “Komünist Manifesto”yu okusun, finalini defalarca okusun: “Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresin. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur. Kazanacakları bir dünya vardır.”
ALİ RIZA AYDIN/SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder