13 Şubat 2017 Pazartesi

Geçiş mi, bitiş mi? - İZZETTİN ÖNDER

İçinden geçtiğimiz hazin günlerin “geçiş” i mi, yoksa “bitiş” i mi ifade ediyor, doğrusu meçhul. Bugünlerde sıkça kullanılan ifade ile, freni patlamış bir ağır vasıtanın yokuş aşağı hızla inmesine benzer bir politik ortamda kestiremediğimiz konu şu ki, acaba iniş bitti de çıkışa geçeme zamanı geldi mi, yoksa hâlâ iniş devam ediyor mu? Siyasi erkin “kötü polis – iyi polis” güdülemesi ile iradi olarak uyguladığı politikanın gidişatı, şimdilik her geçtiğimiz kâbus tünelinin bir diğerine geçiş olduğu şeklinde olduğu anlaşılıyor. Böyle düşünmemin ana nedeni son iki seçim arasında uygulanan politikanın semeresinin(!) alınması ve bu bilginin öğrenilmiş yöntem olarak siyasi arenada içselleştirilmesidir. Sürecin bu şekilde gelişeceğinin en son kanıtını da Taksim’de uzun süredir yapılması planlanan cami inşaatının referandum tarihinin açıklanması ile aynı günde başlatılmış olmasıdır.

Öğrenilmiş sürecin, tedhiş ile tabanı tahkim etme mantığına dayandığı bilinmektedir. Batı literatüründe bu yaklaşım bir tür popülizm olarak tanımlanır. Ünlü Princeton üniversitesi profesörlerinden Jan Werner Müller’in, örnek olarak Türkiye’den de figürlerin kullanıldığı, Popülizm Nedir başlıklı kitabında tedhiş ve politik baskılamanın nasıl popülizme dönüştürülerek tabanın yönetildiği anlatılmaktadır. Ona göre, herhangi bir nedenle toplumsal oylamaya gidileceği dönemler öncesinde uygulanan şiddet politikası toplumu korku ve telaşa sürükleyerek, toplumun bir kesiminin bu politikayı uygulayan politikacının yanında toplanmasına yol açabilmektedir. Emperyalizmin gölgesinde seyreden ve onun direktifleri ile şekillenen bir ülkede başat emperyalist ülke psikologlarının ve/veya sosyologlarının teorik kurallarının başarı ile uygulanması hiç de rastlantısal olarak görülemez. CIA başkanının ülkemizi ziyaretinde sol cephe dostlarımızın protestoları bu bakımdan anlamlı ve manidardır.

Günümüzde yaşadığımız tedhiş olayının en vahimi hiç kuşku yok ki, akademiye yapılan saldırıdır. Hukuki bir temele dayandırılmayan ve makul gerekçe ile savunulamaz bu saldırının tek açıklaması, Jan Werner Müller’in bilimsel açıklamasına uygun şekilde sahnelenmiş olan referandum öncesi şiddet ve tedhiş olabilir. Netice alabilmek amacıyla tedhiş o boyutlara vardırılabilir ki, sonuçların “hayır” çıkması durumunda da, yinelenen son seçime giderken yaşanan acılara benzeyen senaryoların sahnelenebileceği dahi düşünülebilir. Çünkü popülizm, çoğunlukla düşünüldüğü gibi, ne bir uçta halk dalkavukluğudur, ne de diğer uçta halk kesimi ile siyasi kadro arasında kurulmuş uygun yönetişim yoluyla güçlendirilmiş demokrasidir. Müller anlatımı ve zamanımıza uyan popülizm despotizme oldukça yakın bir siyasi manevradır.

Barış imzacısı akademisyenlerin ceste ceste akademiden ihracı, genel görüntüsü ile anlık olduğu kadar, ileriye yönelik olası etkisiyle de Türkiye’nin tedricen cehalet batağına gömülmesidir. Bir zamanların yükseköğretim mekânı olan Almanya, 1933 yılında çıkarılan yasa ile üniversitelerinin çökertilmesi sonucunda, aradan elli yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ kendisini tam olarak toparlayamadı. Alman hükümeti nitelikli yükseköğretim kurumları oluşturabilmek amacı ile bazı kurumlara 2006 yılından itibaren özel mali destek sağlamış olmasına rağmen, kurumların ayağa kalkışı çok cılız gelişmektedir. Türkiye’de akademi, Hitler’den kaçan Alman profesörlerin de çok büyük desteği ile lisans düzeyinde oldukça olumlu seviyeye gelmiş ve daha ileri aşamalara yönelme hamlesinde iken, bu kez de Barış İmzacıları bahanesi ile tırpanlanmış ve hâlâ da tırpanlanmaktadır. Türkiye ne zaman bir hamle yapsa kıskananların ayağımıza çelme taktığı savını ileri sürenler, bir an olsun hiç düşünmez mi ki, bu kez kim ya da kimler ülkemizin yılların birikimi olan bilim ve sanat gibi ana damarlarını keserek ayağına çelme takmakta ve ülkeyi telafisi fevkalade zor geriliğe itmektedir?

Emperyalist güç yöneteceği ülkede aklı çalışan, düşünen akademist ve ülkesinin aleyhinde gelişen konu ve politikalara itiraz edebilen halk kesimi değil, siyaset patronuna biat ve itaat eden insan yığını ister. Her ülkede siyaset akademi ile çatışmalıdır, ancak Türkiye’de günümüzde genelde eğitime özelde de akademiye vurulan darbenin, kapitalizmin küresel çöküşü ve Ortadoğu politikaları bağlamında özel bir önemi vardır. İzlenen politikalarla yaşanan yoğun beyin göçü tabiatıyla göç edenler üzerinde derin tahribat yaratmakla beraber, asıl etki, maalesef, uzun dönemde ülkede akademik yaşamın, dolayısıyla ülkenin geleceği üzerinde yapacağı tahribattır.

Akademinin uğradığı saldırının en acı tarafı da, bizzat akademinin yandaş cenahının bu saldırı da hem kurmay hem de kumanda mevkiinde yer alıyor olmasıdır. Cahil kesimden gelen tahribat bir nedene bağlanabilir ve hatta anlaşılabilir de, akademisyen diye makamlar işgal eden insancıklardan gelen tahribat anlaşılamaz ve bu vicdansız davranışı ülke halkı affetmeyecek ve yıllar boyunca unutmayacaktır. Akademiye saldırı listelerinde söz ve yetki sahibi olan mevki ve makam sahibi akademisyen görüntülü mahlûklar salt ülkenin değil, bizzat kendi geleceklerini karartmışlardır. Başta YÖK yöneticileri olmak üzere, üniversitelerdeki makam sahiplerinin ülke ve bilim adına hiç mi vicdanları sızlamaz ki, bir araya gelip siyasi erke durumu anlatıp, makul bir sonuca ulaşmayı düşünmeden emir-kumanda zincirine tabi oldular. Çok yazık! Son kıyım üzerine, listeleri kimlerin yaptığı konusunda suçu birbiri üzerine atan, başta YÖK yöneticileri olmak üzere tüm camia mensupları yarın halkın karşısına nasıl çıkacak? Denebilir ki, yarını düşünecek kadar basiret ve fazilet sahibi olanlar, zaten bugün bu işlere girişmezdi!

Eğitim bir ülkenin varlığıdır. Neron’un Roma’yı yakması maddi hasar oluşturdu, telafisi kısa sürede oldu ve olay unutuldu. Ancak 1933 yasası ile Almanya’da akademinin çökertilmesi böyle bir şey değildi; ne unutuldu, ne de telafi edilebildi. Hitler’e bazı filozoflar, akademisyenler, hatta sanatçılar da biat etti. Sonuçta, hepsi birden tarihin derinliklerine göçtü ve bugün de nefret ve insanlık dışı suç işlemiş olarak lanetle unutulmaya çalışılıyorlar. Tarihin insanlığa en büyük hizmeti, zaman içinde biriktirerek taşıdığı olumlu ve olumsuz büyük zenginliği insanlığın hizmetine sunmasıdır. Defalarca yazdığım gibi, bir kez daha zikretmeme lütfen izin veriniz; eğitim profesörü Apple’ın veciz ifadesi ile, cahil olan cehaletini idrak edemez. Toplum vüsatında giderek yaygınlaşan cehalet idraksizliği de beraberinde taşır. Buna rağmen umalım ki, süreç bitmiş olsun!


İzzettin Önder / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder