İktidar her zamanki yöntemlerini uyguluyor. Seçimleri “düşman imgesi”
üzerinden yürütüyor. Eğer güçlü bir hasımla karşıtlık oluşmamışsa, bunu
yaratıyor. İçerde bugünün siyasi çekişmelerinde yeterince
düşmanlaştırıcı öğe bulamazsa, geçmişi kurcalıyor, o da aşınınca dış
düşmanlıkları körüklüyor.
Önceleri sözde “vesayet” rejimine karşı sahte demokrasi kahramanlığı yapmaktaydı, şimdi kendi vesayet rejimini güçlendirirken kof milliyetçilikler üzerinden oy avcılığına çıkıyor. (Tabii, artık ahmak avcılığına yarıyor olmasa da, “vesayetçiliğe karşı savaşmayı” siyasi düsturu olmaktan çıkarmıyor, nitekim şimdiki anayasa değişikliğinin bile temel gerekçesi yapabiliyor). Dün “askeri vesayete” karşı paralel yapısıyla birlikte aslanlar gibi savaşıyor gözükürken, “analar ağlamasın” üzerinden yıllanmış Kürt sorununa demokratik bir çözüm sunduğu izlenimini verirken, liberalleri ve Kürt siyasetçilerini, başta AB olmak üzere bilumum Batı siyasetçilerini yanında tutarken hem Cumhuriyet kurumlarını /aydınlarını ve erkler ayrılığını fiilen ve hukuken tasfiyenin gerekçelerini ve mekanizmalarını üretmekte hem de seçimlere tedhiş eylemlerinin dizginlendiği ortamlarda girmenin avantajını kullanmaktaydı. 2015’te bunun getirisinin tükendiğini görüp masayı devirdikten sonra, aynı amaçla tam tersini uygulamayı da başarmıştı. Hal ve şartlara göre her türlü kalıba girebilen bu eyyamcı siyaset, kendi hedeflerine varabilmek için her yolu deneyebileceğinin örneklerini şimdiye kadar yeterince verdi. İktidarını sürdürme yöntemlerinin ülke çıkarlarına zarar vermesinin umurunda olmayabileceğini de defalarca kanıtladı.
2009 yerel seçimleri öncesinde, hazırlanışından (Peres’in ısrarla davet edilmesi) uygulanışına (“one minute” çıkışına) kadar her safhası planlanan Davos tiyatrosu bunun uluslararası düzlemde sahnelenen ilk örneğiydi. Gerçi derde deva olmamıştı; 2009 Mart seçimleri, ekonomik krizin tepe noktasında yapılmıştı ve iktidarın bir önceki seçimlere (2007 genel seçimine) göre oy oranı yüzde 46,5’tan yüzde 38,5 e gerilemişti. Ama Erdoğan iktidarı aynı yolda yürümekten yılmadı. Bir sene sonraki Mavi Marmara olayı, hem iktidarın işi nereye kadar götürebileceğini hem de sorumluluk almaktan her daim kaçınabileceği inanılmaz manevra yeteneğini göstermişti. Rusya ile uçak krizi de, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi çıkarlarına onulmaz zararlar verdikten sonra çözülebildi. Suriye politikaları halen zarar vermeye devam ediyor. Bunun bilançosu onmilyarlarca dolarla sınırlı değil, mülteci sorunu ile Kuzey Suriye’deki sorun nedeniyle kalıcı etkilere sahip.
Şimdi de Almanya ve Hollanda ile seçim iklimini ve “evetçileri” kızıştırmak için kasıtlı olarak tırmandırılan gerginlikler, toplumun ve ülkenin önüne yeni ekonomik ve siyasi faturalar getiriyor. Hukuken ve siyaseten hesap sorulamaz bir iktidar türü olarak davranma alışkanlığına sahip olanlar, kendi ikballeri için ülkenin çıkarlarıyla kolayca oynayabiliyorlar. Üstelik bu son olayın etkileri sadece turizmin, ihracatın, doğrudan yatırımların, dolayısıyla istihdamın yeni yaralar almasıyla sınırlı kalmayacak görünüyor; Türkiye’nin artık bir AB hikâyesinin bütünüyle iflası bakımından tüm dünya ile ilişkilerini yeniden belirleyeceği anlaşılıyor. Erdoğan/AKP iktidarının Türkiye üzerindeki yükü artıyor.
***
Gelelim referandum sürecine. Eşit ve adil bir seçim kampanyası olmazsa, referandum hukuken malul olmaz mı? Eğer demokrasi denilen şey en basitinden insanlara bir seçim hakkı verilmesi ise, insanların bu hakkı kullanabilmek için doğru bilgilenme hakkının da eksiksiz uygulanması gerekmez mi? Peki sermayenin ve iktidarın medyasının, korku ve/veya çıkar uğruna, sabah-akşam iktidarın sözcülüğünü yaptığı bir ortamda böyle bir özgür seçim hakkı kullanılabilir mi?
İktidarın dikta yetkilerini bu defa anayasal bir rejim olarak talep etmesine “hayır” diyebilme özgürlüğünün olmadığı, hayırcıların terör örgütleriyle ilişkilendirildiği bir iktidar kampanyasına maruz kalındığı durumda, hangi demokratik tercihten söz edilebilir?
Cumhurbaşkanının anayasada belirtilen, üzerine yemin de ettiği ve değişene kadar kesin bağlayıcılığı olan “tarafsızlığını” her zamanki gibi alenen çiğneyerek kendi tek adam rejimi için kampanya yaptığı bir seçim süreci nasıl adil, hukuki ve demokratik olabilir? (Bizim bu konuda görevini yapmayan YSK ile ilgili 2015 tarihli suç duyurumuz Anayasa Mahkemesi tarafından da kabul edilmeyince AİHM önüne götürmüştük; hâlâ orada bekliyor. AİHM de herhalde anayasanın “taraflı cumhurbaşkanı” doğrultusunda değişmesini bekleyerek bizim başvurumuzun kadük olmasını umuyor!).
Bir anayasa referandumunda kendi parti imkânlarının çok ötesinde kamu kaynağı kullanarak kampanya yapan bir iktidar partisi ve cumhurbaşkanı varken, eşit ve adil bir referandum sürecinden söz edilebilir mi?
Yurtdışında seçim vs. propagandası yapılmasını engelleyen kendi hukukunu çiğnemek nasıl bir demokrasi gösterisi olabiliyor?
Başka ülkelerin kendi siyasi duyarlılıklarını öne sürerek AKP'nin ülkelerindeki siyasi mitinglerini erteleme taleplerini özellikle ve hoyratça çiğnemek ve bunun üzerinden mağduriyet imal etmeye çalışmak hangi diplomatik teamüle ve siyasi terbiyeye denk düşüyor?
Peki, iktidarını korumak niçin bu kadar önemli? Ayrıca, iktidarını korumak niçin daha fazla otoriterleşme gerektiriyor? Bu iç içe iki sorunun da –artık herkesin görebileceği- iki nedeni var: Birincisi ve işin özü, iktidarın büyük ölçüde yıktığı cumhuriyet rejimi yerine kurmak istediği İslamcı rejim için yeni bir düzlemeye ve sıçramaya ihtiyacı olması. Bunu, daha fazla otoriterleşmeden yapması imkânsız. Tek seçeneği tek adam rejimi olmayabilirdi; ama burada da Erdoğan etkeni devreye giriyor; siyasal İslamcı hareketin elinde şu an başka sürükleyici siyasi figür yok, parti içi bölünmeyi önlemenin de başka çaresi yok, dolayısıyla onun kaprislerine boyun eğilmek durumunda. İkincisi, 15 yıldır tek başına ülkenin kaderini belirleyen siyasetçilerin sicillerinin iyice kabarmış olması. Bu sicil sadece kamu kaynaklarının kullanım biçimiyle, hesabı verilmemiş ve verilemeyecek büyük kişisel zenginleşmelerle ilişkili değil; aynı zamanda toplumun ve ülkenin içinden geçirildiği çeşitli badirelerdeki siyasi sorumluluklarla da ilişkili. Bunlar, anayasaya aykırı olarak paralel bir devlet yapılanmasıyla egemenlik hakkını paylaşmaktan Ergenekon-Balyoz gibi kumpas davalarına ve Kozmik Oda sırlarının ABD güdümündeki bu yapılanmaya açılmasına, komşu ülkedeki (Suriye’deki) legal rejimin tasfiyesine anayasaya aykırı bir biçimde müdahil olmaktan bu ülkede Türkiye’nin çıkarlarına aykırı bir parçalanmanın körüklenmesine, sınırlarımızda oluşumuna sebep olunan ve büyük güçlerin de desteğini alan yapılanmaya karşı girişilen nafile çabalar yüzünden önemli can kayıplarına neden olmaktan bunların yol açtığı mali/siyasi kayıplara kadar uzanmaktadır.
Bu nedenler, iktidarın korunması kadar ayarlarının iyice sıkılmasını da davet etmektedir; işte bunun için "evet" iktidarın can simididir. Ama tam da bu nedenlerle “hayır” denilmesi gerekmektedir.
Kuşkusuz, “Beni aldatırsan ayıp sana, beni ikinci defa aldatırsan ayıp bana” ünlü deyişinin halklara mal olması daha uzun zaman alacaktır. Aldatılmayı özel çıkarları nedeniyle umursamayanları kastetmiyorum. Aldatıldıkça kaybedenlerden söz ediyorum. Kaybedenlerin aldatılmaya “hayır” demelerinin zamanı gelmemiş midir? Kendi kişisel ve partisel çıkarları uğruna ülkeyi utanç duyulacak itibar kayıplarına uğratanlara "dur" demenin artık sırası değil midir?
Oğuz Oyan / SOL
Önceleri sözde “vesayet” rejimine karşı sahte demokrasi kahramanlığı yapmaktaydı, şimdi kendi vesayet rejimini güçlendirirken kof milliyetçilikler üzerinden oy avcılığına çıkıyor. (Tabii, artık ahmak avcılığına yarıyor olmasa da, “vesayetçiliğe karşı savaşmayı” siyasi düsturu olmaktan çıkarmıyor, nitekim şimdiki anayasa değişikliğinin bile temel gerekçesi yapabiliyor). Dün “askeri vesayete” karşı paralel yapısıyla birlikte aslanlar gibi savaşıyor gözükürken, “analar ağlamasın” üzerinden yıllanmış Kürt sorununa demokratik bir çözüm sunduğu izlenimini verirken, liberalleri ve Kürt siyasetçilerini, başta AB olmak üzere bilumum Batı siyasetçilerini yanında tutarken hem Cumhuriyet kurumlarını /aydınlarını ve erkler ayrılığını fiilen ve hukuken tasfiyenin gerekçelerini ve mekanizmalarını üretmekte hem de seçimlere tedhiş eylemlerinin dizginlendiği ortamlarda girmenin avantajını kullanmaktaydı. 2015’te bunun getirisinin tükendiğini görüp masayı devirdikten sonra, aynı amaçla tam tersini uygulamayı da başarmıştı. Hal ve şartlara göre her türlü kalıba girebilen bu eyyamcı siyaset, kendi hedeflerine varabilmek için her yolu deneyebileceğinin örneklerini şimdiye kadar yeterince verdi. İktidarını sürdürme yöntemlerinin ülke çıkarlarına zarar vermesinin umurunda olmayabileceğini de defalarca kanıtladı.
2009 yerel seçimleri öncesinde, hazırlanışından (Peres’in ısrarla davet edilmesi) uygulanışına (“one minute” çıkışına) kadar her safhası planlanan Davos tiyatrosu bunun uluslararası düzlemde sahnelenen ilk örneğiydi. Gerçi derde deva olmamıştı; 2009 Mart seçimleri, ekonomik krizin tepe noktasında yapılmıştı ve iktidarın bir önceki seçimlere (2007 genel seçimine) göre oy oranı yüzde 46,5’tan yüzde 38,5 e gerilemişti. Ama Erdoğan iktidarı aynı yolda yürümekten yılmadı. Bir sene sonraki Mavi Marmara olayı, hem iktidarın işi nereye kadar götürebileceğini hem de sorumluluk almaktan her daim kaçınabileceği inanılmaz manevra yeteneğini göstermişti. Rusya ile uçak krizi de, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi çıkarlarına onulmaz zararlar verdikten sonra çözülebildi. Suriye politikaları halen zarar vermeye devam ediyor. Bunun bilançosu onmilyarlarca dolarla sınırlı değil, mülteci sorunu ile Kuzey Suriye’deki sorun nedeniyle kalıcı etkilere sahip.
Şimdi de Almanya ve Hollanda ile seçim iklimini ve “evetçileri” kızıştırmak için kasıtlı olarak tırmandırılan gerginlikler, toplumun ve ülkenin önüne yeni ekonomik ve siyasi faturalar getiriyor. Hukuken ve siyaseten hesap sorulamaz bir iktidar türü olarak davranma alışkanlığına sahip olanlar, kendi ikballeri için ülkenin çıkarlarıyla kolayca oynayabiliyorlar. Üstelik bu son olayın etkileri sadece turizmin, ihracatın, doğrudan yatırımların, dolayısıyla istihdamın yeni yaralar almasıyla sınırlı kalmayacak görünüyor; Türkiye’nin artık bir AB hikâyesinin bütünüyle iflası bakımından tüm dünya ile ilişkilerini yeniden belirleyeceği anlaşılıyor. Erdoğan/AKP iktidarının Türkiye üzerindeki yükü artıyor.
***
Gelelim referandum sürecine. Eşit ve adil bir seçim kampanyası olmazsa, referandum hukuken malul olmaz mı? Eğer demokrasi denilen şey en basitinden insanlara bir seçim hakkı verilmesi ise, insanların bu hakkı kullanabilmek için doğru bilgilenme hakkının da eksiksiz uygulanması gerekmez mi? Peki sermayenin ve iktidarın medyasının, korku ve/veya çıkar uğruna, sabah-akşam iktidarın sözcülüğünü yaptığı bir ortamda böyle bir özgür seçim hakkı kullanılabilir mi?
İktidarın dikta yetkilerini bu defa anayasal bir rejim olarak talep etmesine “hayır” diyebilme özgürlüğünün olmadığı, hayırcıların terör örgütleriyle ilişkilendirildiği bir iktidar kampanyasına maruz kalındığı durumda, hangi demokratik tercihten söz edilebilir?
Cumhurbaşkanının anayasada belirtilen, üzerine yemin de ettiği ve değişene kadar kesin bağlayıcılığı olan “tarafsızlığını” her zamanki gibi alenen çiğneyerek kendi tek adam rejimi için kampanya yaptığı bir seçim süreci nasıl adil, hukuki ve demokratik olabilir? (Bizim bu konuda görevini yapmayan YSK ile ilgili 2015 tarihli suç duyurumuz Anayasa Mahkemesi tarafından da kabul edilmeyince AİHM önüne götürmüştük; hâlâ orada bekliyor. AİHM de herhalde anayasanın “taraflı cumhurbaşkanı” doğrultusunda değişmesini bekleyerek bizim başvurumuzun kadük olmasını umuyor!).
Bir anayasa referandumunda kendi parti imkânlarının çok ötesinde kamu kaynağı kullanarak kampanya yapan bir iktidar partisi ve cumhurbaşkanı varken, eşit ve adil bir referandum sürecinden söz edilebilir mi?
Yurtdışında seçim vs. propagandası yapılmasını engelleyen kendi hukukunu çiğnemek nasıl bir demokrasi gösterisi olabiliyor?
Başka ülkelerin kendi siyasi duyarlılıklarını öne sürerek AKP'nin ülkelerindeki siyasi mitinglerini erteleme taleplerini özellikle ve hoyratça çiğnemek ve bunun üzerinden mağduriyet imal etmeye çalışmak hangi diplomatik teamüle ve siyasi terbiyeye denk düşüyor?
Peki, iktidarını korumak niçin bu kadar önemli? Ayrıca, iktidarını korumak niçin daha fazla otoriterleşme gerektiriyor? Bu iç içe iki sorunun da –artık herkesin görebileceği- iki nedeni var: Birincisi ve işin özü, iktidarın büyük ölçüde yıktığı cumhuriyet rejimi yerine kurmak istediği İslamcı rejim için yeni bir düzlemeye ve sıçramaya ihtiyacı olması. Bunu, daha fazla otoriterleşmeden yapması imkânsız. Tek seçeneği tek adam rejimi olmayabilirdi; ama burada da Erdoğan etkeni devreye giriyor; siyasal İslamcı hareketin elinde şu an başka sürükleyici siyasi figür yok, parti içi bölünmeyi önlemenin de başka çaresi yok, dolayısıyla onun kaprislerine boyun eğilmek durumunda. İkincisi, 15 yıldır tek başına ülkenin kaderini belirleyen siyasetçilerin sicillerinin iyice kabarmış olması. Bu sicil sadece kamu kaynaklarının kullanım biçimiyle, hesabı verilmemiş ve verilemeyecek büyük kişisel zenginleşmelerle ilişkili değil; aynı zamanda toplumun ve ülkenin içinden geçirildiği çeşitli badirelerdeki siyasi sorumluluklarla da ilişkili. Bunlar, anayasaya aykırı olarak paralel bir devlet yapılanmasıyla egemenlik hakkını paylaşmaktan Ergenekon-Balyoz gibi kumpas davalarına ve Kozmik Oda sırlarının ABD güdümündeki bu yapılanmaya açılmasına, komşu ülkedeki (Suriye’deki) legal rejimin tasfiyesine anayasaya aykırı bir biçimde müdahil olmaktan bu ülkede Türkiye’nin çıkarlarına aykırı bir parçalanmanın körüklenmesine, sınırlarımızda oluşumuna sebep olunan ve büyük güçlerin de desteğini alan yapılanmaya karşı girişilen nafile çabalar yüzünden önemli can kayıplarına neden olmaktan bunların yol açtığı mali/siyasi kayıplara kadar uzanmaktadır.
Bu nedenler, iktidarın korunması kadar ayarlarının iyice sıkılmasını da davet etmektedir; işte bunun için "evet" iktidarın can simididir. Ama tam da bu nedenlerle “hayır” denilmesi gerekmektedir.
Kuşkusuz, “Beni aldatırsan ayıp sana, beni ikinci defa aldatırsan ayıp bana” ünlü deyişinin halklara mal olması daha uzun zaman alacaktır. Aldatılmayı özel çıkarları nedeniyle umursamayanları kastetmiyorum. Aldatıldıkça kaybedenlerden söz ediyorum. Kaybedenlerin aldatılmaya “hayır” demelerinin zamanı gelmemiş midir? Kendi kişisel ve partisel çıkarları uğruna ülkeyi utanç duyulacak itibar kayıplarına uğratanlara "dur" demenin artık sırası değil midir?
Oğuz Oyan / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder