Piyasa (sermaye düzeni) tek başına emeği dize getiremezdi. Hele de
sınıf çıkarları etrafında örgütlenmiş emeği. Bu nedenle yardımcı
kuvvetler hep devreye sokulmak zorundadır. Bu bazen vatan savunmasıyla
ilgisi bulunmayan saldırgan (hatta emperyalist) bir milliyetçilik olur,
daha kalıcı olarak da din/inanç sistemleri... Türkiye gibi laiklik
devriminin yarım kaldığı, 70 yıldır İslamcı akımların palazlandığı bir
ülkede dinin rolü kuşkusuz daha da belirleyici olacaktır. Özellikle de
bu akımların en doğrudan temsilcileri 15 yıldır iktidarın bütün
alanlarını giderek kuşatmış durumdaysa. Öyle ki, emeğin haklarını
korumak için örgütlenmiş işçi-memur sendikaları/konfederasyonlarının
bazıları (hatta bazen önde gelenleri) bu ideolojinin “ikna odalarına”
dönüşmüş durumdadır.
Şimdi bu koşullarda örgütlü işçinin son direnç mevzilerinden birine, kıdem tazminatı hakkına, yeni bir saldırı hazırlığı yapılmaktadır. 40 yıldır sermayenin gündeminde olan bir “kıdem tazminatı fonu” kurulmasının nihayet bugünkü İslamcı-otokrat iktidar döneminde yasalaşabileceğine dönük beklentiler artmıştır. Bunun çok önemli bir nedeni de, iktidarın finansal bakımdan aşırı sıkışmışlığıdır. İktidar, İşsizlik Sigortası Fonu gibi amaçları dışında dere-tepe kullanabildiği yeni bir büyük sosyal fona gereksinim duymaktadır. Mali açıdan bir büyük (ve artık saklanamaz) iç açık vermeksizin önümüzdeki yılları çıkarabilmesinin yegâne koşulunu buna bağlamaktadır.
Siyasetin ve büyük sermayenin ihtiyaçlarının kesiştiği böyle bir konjonktürde “kıdem tazminatı fonu”nun kurulması olasılığı da büyümüştür. Nitekim Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Müezzinoğlu bu fonun kurulmasına dönük bir tasarı taslağını Bakanlar Kurulu’na dün itibariyle sunmuştur. Kuşkusuz bu taslağın tasarıya dönüşmesi zaman alabilir; nitekim Bakanın kendisi de “henüz işin başındayız, Hükümetimizin ve Başbakanımızın kanaatlerini aldıktan sonra sahaya çıkacağız, paydaşlarımızın (sendikaların e işverenlerin) katkıları, eleştirileri, önerilerine göre son şekliyle Meclis’e gitmeye gayret edeceğiz” demektedir. İktidar, işçi konfederasyonlarından birini, Hak-İş'i, tamamen kendi yörüngesinde sayarak "elde var bir" diyebilir; ancak “Kıdem tazminatı hakkının geriletilmesini genel grev nedeni sayarız” diyen, bu konuda genel kurul kararı olan ve tabanın tepkilerini daha fazla dikkate almak zorunda bulunan Türk-İş'i ikna etmekte biraz daha fazla zorlanabilir. DİSK'in direncini kırması iyice zor olmakla birlikte, diğer iki konfederasyonu yanına çekerek dar tabanlı bu konfederasyonu yalnızlaştırmaya ve etkisizleştirmeye çalışabilir.
İktidarın elindeki "ikna" araçlarından biri, çoğunluğu oluşturan sendikasız/güvencesiz işçilerin bu tazminata hiç ulaşamadıkları üzerinden işçi konfederasyonlara yüklenmek, onları kısır sendikacılıkla suçlamak olacaktır. Nitekim ilgili Bakan'ın taslağı sunarken, "Türkiye'de şu anda çalışanların yüzde 80'i kıdem tazminatı sorunu yaşıyor; böyle bir yapının daha fazla sürdürülmesi mümkün değildir" açıklaması, iktidarın çalışanları birbirine düşürerek, sanki onların çıkarları çatışıyormuş izlenimi yaratarak yol almak isteyeceğini göstermektedir. Sanki çalışanların büyük bölümünün örgütsüz olmasında iktidarın sorumluluğu yokmuş (AKP döneminde işçi sendikalarının ağırlığı üçte bire inmiştir) ve sanki tüm işçilerin kıdem tazminatı hakkına kavuşmasının tek yolu "Fon" sistemiymiş gibi.
İktidarın buradan saldıracağı epeydir bellidir. Türk-İş'in böyle bir saldırıyı cepheden göğüslemek yerine, kıdem tazminatı hesabında yılda 30 günün altına inilmemesi koşuluyla "Fon"a karşı çıkmayacak bir mevziye geri çekilmesi olasılığı zayıf değildir. Ama mesele yalnızca "30 günün korunması" değildir; sistemin "fon"a dönüşmesi halinde, iş güvencesinin çok önemli bir düzeneği de terkedilmiş olacaktır. (Tazminat yükü işverende olduğunda toplu işten çıkarmalar zorlaşırken bu yük fona devredildiğinde kolaylaşacaktır). Kaldı ki, bir kere "fon" fikri kabul edildiğinde sendikaların "30 gün" mevzisinde tutunması da zordur.
Esasen iktidarın ve sermayenin ortak talebi, tazminatın yükünün de aşağıya çekilmesidir. İktidar, tazminattan yararlanan işçi tabanını genişletirken yükünü azaltacağı vaadiyle işveren karşısına gidecektir. Sermayenin tüm kesimleri ortak görüşte de olmayacaktır. Mevcut sistemde kıdem tazminatına daha fazla muhatap olan büyük sermaye çevreleri, belki diğer sermaye kesimleriyle daha fazla rekabet eşitliği getireceği ve tazminat yükünü zamana yayacağı için "fon" uygulamasına daha yatkın olacaklardır; ama şimdiye kadar bu tazminatı ödememek için çeşitli yan yollara sapanlar açısından ek bir maliyet unsuru olarak görülecektir. Her durumda sermaye örgütleri, tazminatın en fazla yılda "10-15 gün" üzerinden hesaplanması, kendilerinden düşük prim kesilmesi ve devletin de prim katkısı yapması gibi taleplerle geleceklerdir. İçinden geçilen ekonomik durgunluk koşulları ayrı bir gerekçe olarak ileri sürülecektir. Oluşacak "fon"un amaç dışı kullanılmaması gibi zayıf talepler de ileri sürülebilecektir; ama unutmayalım ki, sermaye kesimi iktidarın mali sıkışıklığının farkındadır ve bunun kendisine dolaysız vergi yükü olarak yansımasından daha fazla tedirgin olmaktadır.
İktidarın kendisine tanıdığı 6 aylık süre içinde ikna süreçleri tamamlanabilir mi? Bunu, "Fon" tasarısına gösterilecek direncin çapı belirleyecektir. İktidarın şimdilik yapmaya çalıştığı şey de bu direncin çapını ölçmek ve mümkünse geriletmektir.
***
Peki işçi sınıfının, sendikaların direnci nasıl yükseltilecek? Dünyaya sınıf ve emek eksenli bakan aydınlar bu konuda çabalarını eksik etmiyorlar. İçinden geçtiğimiz günlerde yayınlanan dört kitap bu çabanın yeni örneklerini sunuyor. Ahmet Makal ile Aziz Çelik'in derlediği "Zor Zamanlarda Emek. Türkiye'de Çalışma Yaşamının Güncel Sorunları" kitabı, bu ay İmge Kitabevi tarafından yayınlandı. Bu kitap, Korkut Boratav'ınki dahil 13 özgün makaleyi bir araya getiren kapsamlı (523 s.) bir çalışma. Derleyenlerin "Öndeyiş"lerinde belirtildiği gibi, "Zor Zamanlarda Emek'in başlangıcı, Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin iki yıldabir düzenlediği 'Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi' programlarında yer alan Emek Oturumu'na uzanıyor". Aslında bu kongrelerde Emek Oturumlarının 2007'den beri aralıksız olarak düzenlenmesinin sorumluluğu da Ahmet Makal tarafından büyük bir sebatla sürdürülüyor. Bu son kitap da 2015'te yapılan 14. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi'nde sunulan bildirilerden bir bölümünü de içermiş oluyor. Bu Kongrelerdeki Emek Oturumlarında sunulan bildirilerin Murat Özveri'nin büyük bir özveriyle sürdürdüğü (Birleşik Metal-İş bünyesinde çıkan) Çalışma ve Toplum Dergisi tarafından da yayımlandığını belirtelim.
Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin 2015'te yapılan 14. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi'nde sunulan 400 bildirinin 35 kadarı (birden fazla imza taşıyan bildiriler dikkate alındığında 45 kadar sosyal bilimcinin bildirisi) ayrıca üç kitaplık bir seçkide yer almıştır. Nota Bene Yayınları tarafından geçtiğimiz hafta piyasaya çıkarılan üç kitaplık seçkinin başlıkları ve herbir kitabın derleme ve editör kurulları şu şekildedir:
1. Türkiye'de Sağlık ve Sosyal Güvenlik: İnsana Karşı Piyasa, editörler Gülbiye Yenimahalleli Yaşar, Asuman Göksel, Ömür Birler.
2. Finansallaşma Kıskacında Türkiye'de Devlet, Sermaye Birikimi ve Emek, editörler Pınar Bedirhanoğlu, Özlem Çelik, Hakan Mıhcı.
3. Sınıfın Suretleri: Emek Süreçleri ve Karşı Hareketler, editörler Denizcan Kutlu, Çağrı Kaderoğlu Bulut, Gökhan Bulut.
Son olarak bir çağrı da yapalım: 15. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi 29-30 Kasım ve 1 Aralık 2017'de gerçekleştirilecektir ve bu Kongre'ye bir bildiri özeti sunarak başvurmak için 2 Haziran 2017'ye kadar zaman bulunmaktadır.
Oğuz Oyan / SOL
Şimdi bu koşullarda örgütlü işçinin son direnç mevzilerinden birine, kıdem tazminatı hakkına, yeni bir saldırı hazırlığı yapılmaktadır. 40 yıldır sermayenin gündeminde olan bir “kıdem tazminatı fonu” kurulmasının nihayet bugünkü İslamcı-otokrat iktidar döneminde yasalaşabileceğine dönük beklentiler artmıştır. Bunun çok önemli bir nedeni de, iktidarın finansal bakımdan aşırı sıkışmışlığıdır. İktidar, İşsizlik Sigortası Fonu gibi amaçları dışında dere-tepe kullanabildiği yeni bir büyük sosyal fona gereksinim duymaktadır. Mali açıdan bir büyük (ve artık saklanamaz) iç açık vermeksizin önümüzdeki yılları çıkarabilmesinin yegâne koşulunu buna bağlamaktadır.
Siyasetin ve büyük sermayenin ihtiyaçlarının kesiştiği böyle bir konjonktürde “kıdem tazminatı fonu”nun kurulması olasılığı da büyümüştür. Nitekim Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Müezzinoğlu bu fonun kurulmasına dönük bir tasarı taslağını Bakanlar Kurulu’na dün itibariyle sunmuştur. Kuşkusuz bu taslağın tasarıya dönüşmesi zaman alabilir; nitekim Bakanın kendisi de “henüz işin başındayız, Hükümetimizin ve Başbakanımızın kanaatlerini aldıktan sonra sahaya çıkacağız, paydaşlarımızın (sendikaların e işverenlerin) katkıları, eleştirileri, önerilerine göre son şekliyle Meclis’e gitmeye gayret edeceğiz” demektedir. İktidar, işçi konfederasyonlarından birini, Hak-İş'i, tamamen kendi yörüngesinde sayarak "elde var bir" diyebilir; ancak “Kıdem tazminatı hakkının geriletilmesini genel grev nedeni sayarız” diyen, bu konuda genel kurul kararı olan ve tabanın tepkilerini daha fazla dikkate almak zorunda bulunan Türk-İş'i ikna etmekte biraz daha fazla zorlanabilir. DİSK'in direncini kırması iyice zor olmakla birlikte, diğer iki konfederasyonu yanına çekerek dar tabanlı bu konfederasyonu yalnızlaştırmaya ve etkisizleştirmeye çalışabilir.
İktidarın elindeki "ikna" araçlarından biri, çoğunluğu oluşturan sendikasız/güvencesiz işçilerin bu tazminata hiç ulaşamadıkları üzerinden işçi konfederasyonlara yüklenmek, onları kısır sendikacılıkla suçlamak olacaktır. Nitekim ilgili Bakan'ın taslağı sunarken, "Türkiye'de şu anda çalışanların yüzde 80'i kıdem tazminatı sorunu yaşıyor; böyle bir yapının daha fazla sürdürülmesi mümkün değildir" açıklaması, iktidarın çalışanları birbirine düşürerek, sanki onların çıkarları çatışıyormuş izlenimi yaratarak yol almak isteyeceğini göstermektedir. Sanki çalışanların büyük bölümünün örgütsüz olmasında iktidarın sorumluluğu yokmuş (AKP döneminde işçi sendikalarının ağırlığı üçte bire inmiştir) ve sanki tüm işçilerin kıdem tazminatı hakkına kavuşmasının tek yolu "Fon" sistemiymiş gibi.
İktidarın buradan saldıracağı epeydir bellidir. Türk-İş'in böyle bir saldırıyı cepheden göğüslemek yerine, kıdem tazminatı hesabında yılda 30 günün altına inilmemesi koşuluyla "Fon"a karşı çıkmayacak bir mevziye geri çekilmesi olasılığı zayıf değildir. Ama mesele yalnızca "30 günün korunması" değildir; sistemin "fon"a dönüşmesi halinde, iş güvencesinin çok önemli bir düzeneği de terkedilmiş olacaktır. (Tazminat yükü işverende olduğunda toplu işten çıkarmalar zorlaşırken bu yük fona devredildiğinde kolaylaşacaktır). Kaldı ki, bir kere "fon" fikri kabul edildiğinde sendikaların "30 gün" mevzisinde tutunması da zordur.
Esasen iktidarın ve sermayenin ortak talebi, tazminatın yükünün de aşağıya çekilmesidir. İktidar, tazminattan yararlanan işçi tabanını genişletirken yükünü azaltacağı vaadiyle işveren karşısına gidecektir. Sermayenin tüm kesimleri ortak görüşte de olmayacaktır. Mevcut sistemde kıdem tazminatına daha fazla muhatap olan büyük sermaye çevreleri, belki diğer sermaye kesimleriyle daha fazla rekabet eşitliği getireceği ve tazminat yükünü zamana yayacağı için "fon" uygulamasına daha yatkın olacaklardır; ama şimdiye kadar bu tazminatı ödememek için çeşitli yan yollara sapanlar açısından ek bir maliyet unsuru olarak görülecektir. Her durumda sermaye örgütleri, tazminatın en fazla yılda "10-15 gün" üzerinden hesaplanması, kendilerinden düşük prim kesilmesi ve devletin de prim katkısı yapması gibi taleplerle geleceklerdir. İçinden geçilen ekonomik durgunluk koşulları ayrı bir gerekçe olarak ileri sürülecektir. Oluşacak "fon"un amaç dışı kullanılmaması gibi zayıf talepler de ileri sürülebilecektir; ama unutmayalım ki, sermaye kesimi iktidarın mali sıkışıklığının farkındadır ve bunun kendisine dolaysız vergi yükü olarak yansımasından daha fazla tedirgin olmaktadır.
İktidarın kendisine tanıdığı 6 aylık süre içinde ikna süreçleri tamamlanabilir mi? Bunu, "Fon" tasarısına gösterilecek direncin çapı belirleyecektir. İktidarın şimdilik yapmaya çalıştığı şey de bu direncin çapını ölçmek ve mümkünse geriletmektir.
***
Peki işçi sınıfının, sendikaların direnci nasıl yükseltilecek? Dünyaya sınıf ve emek eksenli bakan aydınlar bu konuda çabalarını eksik etmiyorlar. İçinden geçtiğimiz günlerde yayınlanan dört kitap bu çabanın yeni örneklerini sunuyor. Ahmet Makal ile Aziz Çelik'in derlediği "Zor Zamanlarda Emek. Türkiye'de Çalışma Yaşamının Güncel Sorunları" kitabı, bu ay İmge Kitabevi tarafından yayınlandı. Bu kitap, Korkut Boratav'ınki dahil 13 özgün makaleyi bir araya getiren kapsamlı (523 s.) bir çalışma. Derleyenlerin "Öndeyiş"lerinde belirtildiği gibi, "Zor Zamanlarda Emek'in başlangıcı, Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin iki yıldabir düzenlediği 'Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi' programlarında yer alan Emek Oturumu'na uzanıyor". Aslında bu kongrelerde Emek Oturumlarının 2007'den beri aralıksız olarak düzenlenmesinin sorumluluğu da Ahmet Makal tarafından büyük bir sebatla sürdürülüyor. Bu son kitap da 2015'te yapılan 14. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi'nde sunulan bildirilerden bir bölümünü de içermiş oluyor. Bu Kongrelerdeki Emek Oturumlarında sunulan bildirilerin Murat Özveri'nin büyük bir özveriyle sürdürdüğü (Birleşik Metal-İş bünyesinde çıkan) Çalışma ve Toplum Dergisi tarafından da yayımlandığını belirtelim.
Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin 2015'te yapılan 14. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi'nde sunulan 400 bildirinin 35 kadarı (birden fazla imza taşıyan bildiriler dikkate alındığında 45 kadar sosyal bilimcinin bildirisi) ayrıca üç kitaplık bir seçkide yer almıştır. Nota Bene Yayınları tarafından geçtiğimiz hafta piyasaya çıkarılan üç kitaplık seçkinin başlıkları ve herbir kitabın derleme ve editör kurulları şu şekildedir:
1. Türkiye'de Sağlık ve Sosyal Güvenlik: İnsana Karşı Piyasa, editörler Gülbiye Yenimahalleli Yaşar, Asuman Göksel, Ömür Birler.
2. Finansallaşma Kıskacında Türkiye'de Devlet, Sermaye Birikimi ve Emek, editörler Pınar Bedirhanoğlu, Özlem Çelik, Hakan Mıhcı.
3. Sınıfın Suretleri: Emek Süreçleri ve Karşı Hareketler, editörler Denizcan Kutlu, Çağrı Kaderoğlu Bulut, Gökhan Bulut.
Son olarak bir çağrı da yapalım: 15. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi 29-30 Kasım ve 1 Aralık 2017'de gerçekleştirilecektir ve bu Kongre'ye bir bildiri özeti sunarak başvurmak için 2 Haziran 2017'ye kadar zaman bulunmaktadır.
Oğuz Oyan / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder