2017’nin 1 Mayısı’nda da bize düşen demokrasi, hukuk, Aydınlanma ve
laiklik mücadelesini, ‘sınıf mücadelesiyle’ birleştirebilmektir. Ancak o
zaman, ‘zorbalar kalmaz gider’
IMF raporlarından dünya ekonomisinin encamını, küresel sermaye açısından olası riskleri ve öngörüleri iki yetkin iktisatçının, Korkut Boratav’la (BirGün 28 Nisan 2017), Mustafa Sönmez’in (Al Monitor 27 Nisan 2017) kaleminden okumanız tavsiye edilir. Ayrıca bu yazılarda IMF’nin Türkiye ekonomisine ilişkin, düşük büyüme yanında enflasyon, cari açık, işsizlik açısından da pek parlak sayılamayacak tahminleri de mercek altına alınıyor hatırlatalım. Biz ise, işçi sınıfının, “birlik, dayanışma ve mücadele günü”, 1 Mayıs’ın hemen ertesinde bulunduğumuzu da göz önüne alarak, IMF’nin Dünya Ekonomik Görünüş raporunun “emek gelirlerindeki aşağı yönlü trendi anlamak” başlıklı üçüncü bölümü üzerinde yoğunlaşmak istiyoruz.
Öncelikle, “hangi dağda kurt öldü?”, “emek gelirlerindeki gerilemeyi IMF niye kendine dert ediniyor?” diye sorulabilir. Bir neden, son tahlilde üretilen mal ve hizmetlere geniş kitlelerin talebi olmaksızın, ekonomik büyümenin hız kazanamayacağına kanaat getirmesi olabilir. Marksist terminolojiyle, kadim “gerçekleşme sorunu” nedeniyle, emekçilerin satın alma gücündeki gerilemenin kriz potansiyelini artırdığını, IMF’nin bile fark etmesi şeklinde de cevap verilebilir. 2007- 2008 küresel kriz finansallaşma mekanizmalarıyla, diğer bir ifadeyle emekçilerin borçlanarak gelirlerinin üzerinde harcama yapmaları yoluyla nihai talebin artırılması tasarımının da artık sonuna gelindiğini göstermişti. IMF’nin bu hassasiyetinin ikinci nedeni ise, neoliberal kurguya, kapitalist küreselleşmeye karşı emek cephesinden tepkilerin yükselmesinin, korumacılık eğilimlerinin artmasının getirdiği kaygılardır muhtemelen.
Dönemin mağduru orta vasıflı emekçiler
IMF araştırmasına göre, 1995-2009 arasında düşük ve orta becerili emeğin küresel gelirdeki payı 7 puan düşüyor. Yüksek vasıflı emeğin küresel pastadan aldığı pay ise 5 puan artıyor. Toplamda 2 puanlık bu gerileme, bir yılda küresel emekçi gelirlerinin yaklaşık 1.6 trilyon dolar aşınması anlamına geliyor.
Analiz gelişmiş ülkelerdeki emek gelirlerindeki düşüşün yüzde 50’sinin teknolojik gelişmelerden kaynaklandığı sonucuna varıyor. Otomasyonun yanı sıra üretimin deniz aşırı coğrafyalara kaydırılması ve ithalata dayalı rekabet orta vasıflı işlerde istihdam kaybına neden oluyor.
Öncelikle enformasyon ve iletişim teknolojisindeki hızlı ilerleme yatırım mallarının fiyatını aşağı çekiyor. Böylelikle bir çok sektörde emek gücünü sermaye mallarıyla ikame ederek maliyetleri düşürmek mümkün oluyor. Son 25 yılda uluslararası ticaretteki ve sermaye hareketlerindeki liberalleşme eğilimi, ulaşım ve iletişim maliyetlerindeki gerilemenin de yardımıyla düşük becerili, emek yoğun üretim faaliyetlerinin yükselen ve gelişen ekonomilerde konuşlanmasını beraberinde getirdi.
Geleneksel dış ticaret teorilerine bakılırsa, ticari entegrasyonun sermayenin bol bulunduğu gelişmiş ülkelerde emeğin pastadaki payını düşürürken, ucuz emeğin bol bulunduğu ülkelerde emek gelirlerinin payını artırması beklenir. Ne var ki, pratik bu öngörüyü doğrulamıyor. Çünkü, sermaye mallarının ucuzlaması sonucu, sermayenin emekle ikame edilebildiği sektörler gelişmiş ülkelerde kalıyor. Sermayenin görece pahalı olduğu, emekle ikame edilemediği sektörlerde üretim, yükselen ülkelere aktarılınca emeğin payı geriliyor.
Bu arada sendikaların zayıflatılmasının emeğin pazarlık gücünü zayıflattığını ihmal etmeyelim. Ayrıca emek piyasalarının esnekleşmesinin, yani işçi alıp çıkarmanın kolaylaştırılmasının da emek gelirlerindeki göreceli gerilemede azımsanamayacak bir payı bulunduğunu da es geçmeyelim.
Türkiye’de emek küresel tedarik zincirlerinin kurbanı
1991-2014 arasında, incelenen 35 gelişmiş ülkenin, toplam GSMH’nin yüzde 78’ini oluşturan 19’unda emek gelirlerinin payında düşüş gözleniyor. 54 yükselen ülkenin ise toplam GSHM’nin 70’ini üreten 32’sinde emek gelirlerinin payı geriliyor. Bu ülkeler arasında Türkiye de bulunuyor. Ülkemiz, üretimde emeğin payındaki düşüşün neredeyse tamamen küresel tedarik zincirlerine katılımla açıklandığı, teknolojik gelişmenin çok sınırlı bir rol oynadığı bir örnek olarak veriliyor. Özetle, yurtdışından gelen girdilere ucuz emek katıyor, üretimin sınırlı bölümünü gerçekleştirdikten sonra ihraç ediyoruz.
Küresel tedarik zincirlerinin yapılandırmasına bakıldığında, başlangıçta yüksek katma değerli finans, tasarım ve Ar-Ge faaliyetleri Kuzey’den başlatılırken, düşük katma değerli üretim aşaması Güney’de gerçekleştiriliyor. Sonra pazarlama, marka, reklam ve satış gibi yine yüksek katma değerli işler yine Kuzey’de kalıyor. Marksist terminolojiyle, bir metanın üretimi için toplumsal olarak gerekli doğrudan ve dolaylı emeğin toplamı değeri oluşturur, bu da en yüksek noktaya üretim aşamasında ulaşır. (Torkil Lauesen ve Zak Cope “Imperialism and the Transformation of Values into Prices”, Monthly Review, Temmuz-Ağustos 2015).
Küresel anlamda emek gelirlerindeki gerileme, Trump ve benzerlerini, “Çin, Meksika vb. bizim işlerimizi çalıyor” yaygarasının geçersizliğini gösteriyor. Aslında asıl suçlunun tüm coğrafyalarda sermaye lehine sonuç veren “kapitalist küreselleşme” olduğunu ortaya koyuyor.Dünyanın tüm emekçilerinin yaşam ve geçim standartları bu süreçten ortak biçimde olumsuz etkileniyor. Öte yandan vergi indirimlerinin sermayenin maliyetini düşürerek, sermaye mallarının emeğin yerine ikamesini teşvik edeceğinin IMF raporunda bile ortaya konulması, Trump’a oy veren imalat sanayii işçilerinin “yanlış bilincini” teşhir ediyor.
Küresel gelir dağılımı
Emeğin gelirlerindeki gerilemenin haliyle küresel gelir ve servet dağılımına yansımaları da oluyor. Duayen sosyolog Göran Therborn, ‘New Left Review’ dergisinin Ocak/Şubat 2017 sayısında, Branko Milanovic’in ‘Küresel Eşitsizlik’ kitabının verilerinden hareketle, küresel adaletsizlikleri mercek altına alıyor. Küresel gelir dağılımını yüzdelerle ifade edince gezegenimizdeki adaletsizlikler netleşiyor.
1988-2008 arası dönemde süreçten galip çıkan iki grup dikkat çekiyor. Birincisi tahmin edileceği gibi dünyanın en zengin yüzde 1’i; ikincisi ise, yüzde 50 ve yüzde 60’lık dilim arasında kalan Çin, Hindistan, Tayland, Vietnam ve Endonezya’nın “yükselen orta sınıfları”. Her ne kadar buradaki orta sınıf tabiri gelir ve eğitim standartları açısından Batılı kapitalist ülkelerdeki orta sınıflara tekabül etmiyorlarsa da, tüketim toplumuna bir şekilde dahil olan, AVM’leri ziyaret lüksü bulunan kesimleri kapsıyor. Kapitalist küreselleşmeden en zararlı çıkanlar ise, hâlâ geliri Asya’nın orta sınıflarından yüksek görünen, ama konumlarını kaybeden işçi sınıfına ve alt orta sınıfa dahil Amerikalılar, Avrupalılar ve Japonlar.
Bu olgular IMF raporundaki, otomasyon ve robotlaşma sonucu, rutin nitelikli işlerini yitiren, dolayısıyla gelirleri de düşen orta vasıflı emeğe yönelik tespitleri doğruluyor. Milanovic’e göre, küresel gelir dağılımında iki temel eğilim gözleniyor. Birincisi, başta Çin ve Hindistan’ın hızlı büyümesi sonucu “coğrafi bazlı” yakınsamadır. Ama gidişatın Asya ile sınırlı olduğu, başta Afrika diğer coğrafyaları kapsamadığı akıldan çıkarılmamalıdır. İkincisi ise, ulusal ekonomilerde “sınıfsal temelli” gelir dağılımı adaletsizliklerinin tırmanmasıdır. İşte küreselleşmeye ve neo-liberalizme karşı öfkesi kabaran, ne yazık ki şu ana kadar öznesini daha çok sağda, milliyetçi akımlarda arayan kesimler, küresel adaletsizliklerden en çok nasibini alan bu emekçilerdir.
Yalnız Therborn’un gönlü sadece gelir dağılımına yönelik ekonomik adaletsizliklere yoğunlaşmaktan yana değil. Çünkü zenginlik sadece bir ekonomik adaletsizlik hissi uyandırmaz; aynı zamanda öfke ve büyülenme, haset ve hayranlık gibi zıt duygular yaratır. Zenginler lüks, ihtişam ve başarı idolleri olarak merakla izlenir. Bu nedenlerle eşitsizlik sadece soyut bir rakam değil, ekonomik kaynaklar yanında, beden sağlığı (yaşamsal eşitlik) ve kişisel özerkliği (etnik-ırksal, aile-toplumsal cinsiyete ilişkin varlıksal eşitlik) içeren yerleşik bir deneyim olarak algılanmalıdır.
Therborn eşitsizliğin bu üç boyutunun karşılıklı etkileşim içerisinde olduğunun, birbirlerine tam olarak indirgenemeyeceğinin, her birinin kendi dinamikleri bulunduğunun, her zaman bir arada bulunamayabileceklerinin altını çiziyor.
Therborn’a göre, eşitsizliklerin toplumsal yeniden üretimde dört ayrı mekanizma ayırt edebiliriz: uzaklaşma, doğrudan sömürü, kurumsal hiyerarşileşme ve dışlanma. O zaman eşitlik için mücadele ederken ; uzaklaşmaya karşı, pozitif ayrımcılığı ve telafi mekanizmalarını; sömürüye karşı, yeniden bölüşüm, ulusallaştırma ve kamulaştırmayı; hiyerarşileşmeye karşı, demokratikleşmeyi; dışlanmaya karşı içermeyi, ayrımcılığa karşı yasaları ve göçmenlerin serbest dolaşımını savunabiliriz.
1 Mayıs’ta kıssadan hisse
Aslında tüm tartışmalardan çıkarılacak kıssadan hisse, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in, “hukukun iyi işlediği ülkelerde kâr marjının diğer ülkeler kadar yüksek olmadığı” sözlerinde gizli. Meali, emeğin haklarını alabilmesi ancak demokratik ülkelerde, hukukun iyi işlediği yerlerde, mümkündür. Öyleyse 2017 1 Mayısı’n da bize düşen demokrasi, hukuk, Aydınlanma ve laiklik mücadelesini, “sınıf mücadelesiyle” birleştirebilmektir. Ancak o zaman, “zorbalar kalmaz gider” sözünün hakkını verebiliriz…
Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN
IMF raporlarından dünya ekonomisinin encamını, küresel sermaye açısından olası riskleri ve öngörüleri iki yetkin iktisatçının, Korkut Boratav’la (BirGün 28 Nisan 2017), Mustafa Sönmez’in (Al Monitor 27 Nisan 2017) kaleminden okumanız tavsiye edilir. Ayrıca bu yazılarda IMF’nin Türkiye ekonomisine ilişkin, düşük büyüme yanında enflasyon, cari açık, işsizlik açısından da pek parlak sayılamayacak tahminleri de mercek altına alınıyor hatırlatalım. Biz ise, işçi sınıfının, “birlik, dayanışma ve mücadele günü”, 1 Mayıs’ın hemen ertesinde bulunduğumuzu da göz önüne alarak, IMF’nin Dünya Ekonomik Görünüş raporunun “emek gelirlerindeki aşağı yönlü trendi anlamak” başlıklı üçüncü bölümü üzerinde yoğunlaşmak istiyoruz.
Öncelikle, “hangi dağda kurt öldü?”, “emek gelirlerindeki gerilemeyi IMF niye kendine dert ediniyor?” diye sorulabilir. Bir neden, son tahlilde üretilen mal ve hizmetlere geniş kitlelerin talebi olmaksızın, ekonomik büyümenin hız kazanamayacağına kanaat getirmesi olabilir. Marksist terminolojiyle, kadim “gerçekleşme sorunu” nedeniyle, emekçilerin satın alma gücündeki gerilemenin kriz potansiyelini artırdığını, IMF’nin bile fark etmesi şeklinde de cevap verilebilir. 2007- 2008 küresel kriz finansallaşma mekanizmalarıyla, diğer bir ifadeyle emekçilerin borçlanarak gelirlerinin üzerinde harcama yapmaları yoluyla nihai talebin artırılması tasarımının da artık sonuna gelindiğini göstermişti. IMF’nin bu hassasiyetinin ikinci nedeni ise, neoliberal kurguya, kapitalist küreselleşmeye karşı emek cephesinden tepkilerin yükselmesinin, korumacılık eğilimlerinin artmasının getirdiği kaygılardır muhtemelen.
Dönemin mağduru orta vasıflı emekçiler
IMF araştırmasına göre, 1995-2009 arasında düşük ve orta becerili emeğin küresel gelirdeki payı 7 puan düşüyor. Yüksek vasıflı emeğin küresel pastadan aldığı pay ise 5 puan artıyor. Toplamda 2 puanlık bu gerileme, bir yılda küresel emekçi gelirlerinin yaklaşık 1.6 trilyon dolar aşınması anlamına geliyor.
Analiz gelişmiş ülkelerdeki emek gelirlerindeki düşüşün yüzde 50’sinin teknolojik gelişmelerden kaynaklandığı sonucuna varıyor. Otomasyonun yanı sıra üretimin deniz aşırı coğrafyalara kaydırılması ve ithalata dayalı rekabet orta vasıflı işlerde istihdam kaybına neden oluyor.
Öncelikle enformasyon ve iletişim teknolojisindeki hızlı ilerleme yatırım mallarının fiyatını aşağı çekiyor. Böylelikle bir çok sektörde emek gücünü sermaye mallarıyla ikame ederek maliyetleri düşürmek mümkün oluyor. Son 25 yılda uluslararası ticaretteki ve sermaye hareketlerindeki liberalleşme eğilimi, ulaşım ve iletişim maliyetlerindeki gerilemenin de yardımıyla düşük becerili, emek yoğun üretim faaliyetlerinin yükselen ve gelişen ekonomilerde konuşlanmasını beraberinde getirdi.
Geleneksel dış ticaret teorilerine bakılırsa, ticari entegrasyonun sermayenin bol bulunduğu gelişmiş ülkelerde emeğin pastadaki payını düşürürken, ucuz emeğin bol bulunduğu ülkelerde emek gelirlerinin payını artırması beklenir. Ne var ki, pratik bu öngörüyü doğrulamıyor. Çünkü, sermaye mallarının ucuzlaması sonucu, sermayenin emekle ikame edilebildiği sektörler gelişmiş ülkelerde kalıyor. Sermayenin görece pahalı olduğu, emekle ikame edilemediği sektörlerde üretim, yükselen ülkelere aktarılınca emeğin payı geriliyor.
Bu arada sendikaların zayıflatılmasının emeğin pazarlık gücünü zayıflattığını ihmal etmeyelim. Ayrıca emek piyasalarının esnekleşmesinin, yani işçi alıp çıkarmanın kolaylaştırılmasının da emek gelirlerindeki göreceli gerilemede azımsanamayacak bir payı bulunduğunu da es geçmeyelim.
Türkiye’de emek küresel tedarik zincirlerinin kurbanı
1991-2014 arasında, incelenen 35 gelişmiş ülkenin, toplam GSMH’nin yüzde 78’ini oluşturan 19’unda emek gelirlerinin payında düşüş gözleniyor. 54 yükselen ülkenin ise toplam GSHM’nin 70’ini üreten 32’sinde emek gelirlerinin payı geriliyor. Bu ülkeler arasında Türkiye de bulunuyor. Ülkemiz, üretimde emeğin payındaki düşüşün neredeyse tamamen küresel tedarik zincirlerine katılımla açıklandığı, teknolojik gelişmenin çok sınırlı bir rol oynadığı bir örnek olarak veriliyor. Özetle, yurtdışından gelen girdilere ucuz emek katıyor, üretimin sınırlı bölümünü gerçekleştirdikten sonra ihraç ediyoruz.
Küresel tedarik zincirlerinin yapılandırmasına bakıldığında, başlangıçta yüksek katma değerli finans, tasarım ve Ar-Ge faaliyetleri Kuzey’den başlatılırken, düşük katma değerli üretim aşaması Güney’de gerçekleştiriliyor. Sonra pazarlama, marka, reklam ve satış gibi yine yüksek katma değerli işler yine Kuzey’de kalıyor. Marksist terminolojiyle, bir metanın üretimi için toplumsal olarak gerekli doğrudan ve dolaylı emeğin toplamı değeri oluşturur, bu da en yüksek noktaya üretim aşamasında ulaşır. (Torkil Lauesen ve Zak Cope “Imperialism and the Transformation of Values into Prices”, Monthly Review, Temmuz-Ağustos 2015).
Küresel anlamda emek gelirlerindeki gerileme, Trump ve benzerlerini, “Çin, Meksika vb. bizim işlerimizi çalıyor” yaygarasının geçersizliğini gösteriyor. Aslında asıl suçlunun tüm coğrafyalarda sermaye lehine sonuç veren “kapitalist küreselleşme” olduğunu ortaya koyuyor.Dünyanın tüm emekçilerinin yaşam ve geçim standartları bu süreçten ortak biçimde olumsuz etkileniyor. Öte yandan vergi indirimlerinin sermayenin maliyetini düşürerek, sermaye mallarının emeğin yerine ikamesini teşvik edeceğinin IMF raporunda bile ortaya konulması, Trump’a oy veren imalat sanayii işçilerinin “yanlış bilincini” teşhir ediyor.
Küresel gelir dağılımı
Emeğin gelirlerindeki gerilemenin haliyle küresel gelir ve servet dağılımına yansımaları da oluyor. Duayen sosyolog Göran Therborn, ‘New Left Review’ dergisinin Ocak/Şubat 2017 sayısında, Branko Milanovic’in ‘Küresel Eşitsizlik’ kitabının verilerinden hareketle, küresel adaletsizlikleri mercek altına alıyor. Küresel gelir dağılımını yüzdelerle ifade edince gezegenimizdeki adaletsizlikler netleşiyor.
1988-2008 arası dönemde süreçten galip çıkan iki grup dikkat çekiyor. Birincisi tahmin edileceği gibi dünyanın en zengin yüzde 1’i; ikincisi ise, yüzde 50 ve yüzde 60’lık dilim arasında kalan Çin, Hindistan, Tayland, Vietnam ve Endonezya’nın “yükselen orta sınıfları”. Her ne kadar buradaki orta sınıf tabiri gelir ve eğitim standartları açısından Batılı kapitalist ülkelerdeki orta sınıflara tekabül etmiyorlarsa da, tüketim toplumuna bir şekilde dahil olan, AVM’leri ziyaret lüksü bulunan kesimleri kapsıyor. Kapitalist küreselleşmeden en zararlı çıkanlar ise, hâlâ geliri Asya’nın orta sınıflarından yüksek görünen, ama konumlarını kaybeden işçi sınıfına ve alt orta sınıfa dahil Amerikalılar, Avrupalılar ve Japonlar.
Bu olgular IMF raporundaki, otomasyon ve robotlaşma sonucu, rutin nitelikli işlerini yitiren, dolayısıyla gelirleri de düşen orta vasıflı emeğe yönelik tespitleri doğruluyor. Milanovic’e göre, küresel gelir dağılımında iki temel eğilim gözleniyor. Birincisi, başta Çin ve Hindistan’ın hızlı büyümesi sonucu “coğrafi bazlı” yakınsamadır. Ama gidişatın Asya ile sınırlı olduğu, başta Afrika diğer coğrafyaları kapsamadığı akıldan çıkarılmamalıdır. İkincisi ise, ulusal ekonomilerde “sınıfsal temelli” gelir dağılımı adaletsizliklerinin tırmanmasıdır. İşte küreselleşmeye ve neo-liberalizme karşı öfkesi kabaran, ne yazık ki şu ana kadar öznesini daha çok sağda, milliyetçi akımlarda arayan kesimler, küresel adaletsizliklerden en çok nasibini alan bu emekçilerdir.
Yalnız Therborn’un gönlü sadece gelir dağılımına yönelik ekonomik adaletsizliklere yoğunlaşmaktan yana değil. Çünkü zenginlik sadece bir ekonomik adaletsizlik hissi uyandırmaz; aynı zamanda öfke ve büyülenme, haset ve hayranlık gibi zıt duygular yaratır. Zenginler lüks, ihtişam ve başarı idolleri olarak merakla izlenir. Bu nedenlerle eşitsizlik sadece soyut bir rakam değil, ekonomik kaynaklar yanında, beden sağlığı (yaşamsal eşitlik) ve kişisel özerkliği (etnik-ırksal, aile-toplumsal cinsiyete ilişkin varlıksal eşitlik) içeren yerleşik bir deneyim olarak algılanmalıdır.
Therborn eşitsizliğin bu üç boyutunun karşılıklı etkileşim içerisinde olduğunun, birbirlerine tam olarak indirgenemeyeceğinin, her birinin kendi dinamikleri bulunduğunun, her zaman bir arada bulunamayabileceklerinin altını çiziyor.
Therborn’a göre, eşitsizliklerin toplumsal yeniden üretimde dört ayrı mekanizma ayırt edebiliriz: uzaklaşma, doğrudan sömürü, kurumsal hiyerarşileşme ve dışlanma. O zaman eşitlik için mücadele ederken ; uzaklaşmaya karşı, pozitif ayrımcılığı ve telafi mekanizmalarını; sömürüye karşı, yeniden bölüşüm, ulusallaştırma ve kamulaştırmayı; hiyerarşileşmeye karşı, demokratikleşmeyi; dışlanmaya karşı içermeyi, ayrımcılığa karşı yasaları ve göçmenlerin serbest dolaşımını savunabiliriz.
1 Mayıs’ta kıssadan hisse
Aslında tüm tartışmalardan çıkarılacak kıssadan hisse, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in, “hukukun iyi işlediği ülkelerde kâr marjının diğer ülkeler kadar yüksek olmadığı” sözlerinde gizli. Meali, emeğin haklarını alabilmesi ancak demokratik ülkelerde, hukukun iyi işlediği yerlerde, mümkündür. Öyleyse 2017 1 Mayısı’n da bize düşen demokrasi, hukuk, Aydınlanma ve laiklik mücadelesini, “sınıf mücadelesiyle” birleştirebilmektir. Ancak o zaman, “zorbalar kalmaz gider” sözünün hakkını verebiliriz…
Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder