İktidar kavgasında en güçlü silahlardan biri hiç şüphesiz din
silahıdır. Tarih bu kavganın acımasız, kanlı yüzünü açık bir biçimde
ortaya koyar. Özellikle ortaçağ Hıristiyanlığı, o Hıristiyanlığın kilise
yorumu, engizisyonlar, cadı diye yakılan kadınlar, giyotine gönderilen
binlerce insan o tarihin karanlık sayfalarının başında gelir. İktidar
kavgasında dini bir araç olmaktan çıkarmak elbette kolay olmadı. Zira
iktidar sahipleri için bu kabul edilecek bir durum değil. Dolayısıyla
din adına hareket ettiğini söyleyen muktedirler, iktidarın nimetlerinden
ve fırsatlarından yararlanmak, sahip oldukları ayrıcalıklı konumlarını
sürdürmek için “kutsal” diye sahiplendikleri isim ve söylemler başta
olmak üzere her türlü olguyu bu yolda “harcamaktan” geri durmamışlardır.
Bu noktada İslam tarihinin karanlık sayfalarının, ortaçağ kilise
hâkimiyetinden pek farklı olmadığını söyleyebiliriz.
Bağnaz din yorumu
Daha dört halife döneminden itibaren başlayan iktidar mücadeleleri ve akabinde Emeviler, Abbasilerle devam eden otoriter, ganimet ve mülk odaklı din siyaseti günümüze kadar varlığını sürdürdü. Bu siyasetin vazgeçilmez unsuru da hiç kuşkusuz bağnaz, totaliter geriyi, geçmişi kutsayan din yorumu oldu. Günümüzde de bu egemen söylemin İslam topraklarında farklı veçhelerle sürdürüldüğünü ifade edebiliriz. Son günlerde Mustafa Kemal’e karşı yükseltilen çirkin seslerin arkasında, belirttiğimiz siyaset tonunu görmemek elde değil. Öyle ki edep ve asgari saygınlıktan uzak bu seslerin temel motivasyonunu da iktidar odaklı din siyaseti ile bu siyasete rengini veren bağnaz söylem oluşturuyor. Dahası bu kimseler ancak Mustafa Kemal’e sataşmakla, saldırmakla imtiyazlı koltuklarının hakkını vereceğini düşünüyor, kendilerine bahşedilen din iktidarını böyle sürdüreceğini sanıyorlar. Bir yönüyle kendi iç dünyalarında bu çok da karşılıksız bir beklenti değil. Nitekim Cumhuriyet’in kuruluşunda bile karşı karşıya kaldığımız kimi hadiseler din egemenliğinin gücünü göstermeye yeter. Nasıl mı? Örneklerle devam edelim.
Kadınlara haklar
Misal Mustafa Kemal’e rağmen kadınlar ancak 1930’da belediye seçimlerine katılabilmişler ve ancak 1934’te seçme seçilme hakkına kavuşabilmişlerdir. Çünkü söz konusu dönemin bağnaz egemen zihniyeti kadınlara verilen bu hakka şiddetle karşı çıkmıştı. Ve nihai olarak 1923, 1927 ve 1931 tarihlerinde kadınlara seçilme hakkı tanınmadığı gibi seçme hakkı da tanınmamıştır. Dönemin vekillerinden Tunalı Hilmi Bey, din adına kadın düşmanlığı yapan vekillere, isyanını şöyle dile getirmişti: “Seçmek ve seçilmek hakkını vermiyorsunuz, fakat kadınları saymıyorsunuz da...” (Güldal Okuducu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kadınının Kısa Tarihi).
İçki yasağı
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde geçmişin ve tabii olarak din iktidarının gücünü göstermesi bakımından bir diğer çarpıcı örnek ise içki yasağıdır. Buna göre Birinci Meclis 1920’de ülkede içki üretilmesini ve hatta içki içilmesini yasaklar. 1926’ya kadar da bu yasak devam eder. Bu arada bir ara not olarak hatırlatalım ki, halihazırda ilahiyat fakültelerinde ve imam hatiplerde okutulan fıkıh kitaplarında içkinin cezası 40 ila 80 değnek olarak aktarılmaktadır. Devam edelim.
Mezhep hanesi
Söz konusu yılları ve dahi bir yarım yüzyılı etkileyen diğer bir çarpıcı hadise ise nüfus cüzdanlarında yer alan mezhep hanesidir. Düşünebiliyor musunuz “dini inancınızı” ifade etme buyruğunun yanına bir de mezhep hanesi eklenmiş! Ve siz ister istemez mezhebinizi açıklamak durumunda kalıyorsunuz! Peygamberin ölümünden 150- 200 yıl sonra oluşturulan bu mezhepler bir anda “din” gibi değer görüyor ve “kimliğin” bir parçası olarak dayatılıyor. Ta ki, 1972’ye kadar bu uygulama devam ediyor.
Çocuklar
Unutmamalı ki, Mustafa Kemal’e ve yeni rejimin “seküler” kadrolarına rağmen hayat buldu bu uygulamalar. Peki, bu nasıl başarıldı? Bağnaz kadrolar, arkasına aldığı bin yıllık din geleneği, “kadın düşmanı” söyleminin halk nezdindeki karşılığı ve provokatör ruhları ile bu sonuca ulaştılar. Öte yandan yakın bir dönemde yayımlanan bir kararname de bu gücün tarihi ayağını ifşa ediyor. 1917’de yayımlanan ve döneme göre reformist olarak adlandırılan “Hukuk-ı Aile Kararnâmesi”ndeki kimi maddeler oldukça çarpıcı. Buna göre bahse konu kanunda kız çocukları için ergenlik yaşı 9, erkekler için ise 12 olarak kabul edilir. Diğer bir ifadeyle bu kanun uyarınca kız çocuklarının 9, erkeklerin ise 12 yaşında evlendirilebileceği kabul edilir. Hemen belirtelim ki, dört mezhep için de bu evlilik yaşları geçerlidir. Yine bu kararnamede erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesi hakkı da geçerliliğini sürdürmüştür. (Abdurrahman Yazıcı, Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi (1917) ve Sadrettin Efendi’nin Eleştirileri).
Truman’ın tıpkısı
Dini, iktidar çıkarları için kullanan ya da düşünsel kimliğini bu söyleme yaslayan kimselerin arkasında işte bu tarih yatıyor. Üstelik sözünü ettiğimiz tarih bize hiç de uzak değil. Mustafa Kemal de o tarihin din bezirgânlarına, iktidar heveslilerine karşı mücadele etmiş bir kurtuluş önderidir. Dolayısıyla bugünün koltuk meraklısı din bezirgânlarının Mustafa Kemal’e saldırması, dünden kalan çirkin stratejilerinin zorunlu bir sonucu olarak zuhur ediyor. Çünkü onlar din adına sömürdükleri, akıllarını kötürümleştirdikleri, kin ve nefretle zehirledikleri kitlelerle ancak böyle buluşabileceklerdir. Çünkü onlar “dinsel söylemin” gücünü böylesine fütursuzca kullanmakta hiçbir beis görmezler. Tıpkı ABD başkanı Truman’ın Hiroşima’ya atılan atom bombası sonrasında yaptığı konuşma gibi. Truman insanı, doğayı ve cümle mahlukatı acıya, kana, gözyaşına boğan atom bombasını üç gün sonra radyoda şöyle yorumlar: “Bu bombayı düşmanlarımıza değil de bizim elimize verdiği için Tanrı’ya müteşekkiriz; onun yoluna ve amacına uygun kullanımında da bize rehberlik yapması için ona dua ediyoruz.” (Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı).
Cumhuriyet Olaylar ve Görüşler
Bağnaz din yorumu
Daha dört halife döneminden itibaren başlayan iktidar mücadeleleri ve akabinde Emeviler, Abbasilerle devam eden otoriter, ganimet ve mülk odaklı din siyaseti günümüze kadar varlığını sürdürdü. Bu siyasetin vazgeçilmez unsuru da hiç kuşkusuz bağnaz, totaliter geriyi, geçmişi kutsayan din yorumu oldu. Günümüzde de bu egemen söylemin İslam topraklarında farklı veçhelerle sürdürüldüğünü ifade edebiliriz. Son günlerde Mustafa Kemal’e karşı yükseltilen çirkin seslerin arkasında, belirttiğimiz siyaset tonunu görmemek elde değil. Öyle ki edep ve asgari saygınlıktan uzak bu seslerin temel motivasyonunu da iktidar odaklı din siyaseti ile bu siyasete rengini veren bağnaz söylem oluşturuyor. Dahası bu kimseler ancak Mustafa Kemal’e sataşmakla, saldırmakla imtiyazlı koltuklarının hakkını vereceğini düşünüyor, kendilerine bahşedilen din iktidarını böyle sürdüreceğini sanıyorlar. Bir yönüyle kendi iç dünyalarında bu çok da karşılıksız bir beklenti değil. Nitekim Cumhuriyet’in kuruluşunda bile karşı karşıya kaldığımız kimi hadiseler din egemenliğinin gücünü göstermeye yeter. Nasıl mı? Örneklerle devam edelim.
Kadınlara haklar
Misal Mustafa Kemal’e rağmen kadınlar ancak 1930’da belediye seçimlerine katılabilmişler ve ancak 1934’te seçme seçilme hakkına kavuşabilmişlerdir. Çünkü söz konusu dönemin bağnaz egemen zihniyeti kadınlara verilen bu hakka şiddetle karşı çıkmıştı. Ve nihai olarak 1923, 1927 ve 1931 tarihlerinde kadınlara seçilme hakkı tanınmadığı gibi seçme hakkı da tanınmamıştır. Dönemin vekillerinden Tunalı Hilmi Bey, din adına kadın düşmanlığı yapan vekillere, isyanını şöyle dile getirmişti: “Seçmek ve seçilmek hakkını vermiyorsunuz, fakat kadınları saymıyorsunuz da...” (Güldal Okuducu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kadınının Kısa Tarihi).
İçki yasağı
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde geçmişin ve tabii olarak din iktidarının gücünü göstermesi bakımından bir diğer çarpıcı örnek ise içki yasağıdır. Buna göre Birinci Meclis 1920’de ülkede içki üretilmesini ve hatta içki içilmesini yasaklar. 1926’ya kadar da bu yasak devam eder. Bu arada bir ara not olarak hatırlatalım ki, halihazırda ilahiyat fakültelerinde ve imam hatiplerde okutulan fıkıh kitaplarında içkinin cezası 40 ila 80 değnek olarak aktarılmaktadır. Devam edelim.
Mezhep hanesi
Söz konusu yılları ve dahi bir yarım yüzyılı etkileyen diğer bir çarpıcı hadise ise nüfus cüzdanlarında yer alan mezhep hanesidir. Düşünebiliyor musunuz “dini inancınızı” ifade etme buyruğunun yanına bir de mezhep hanesi eklenmiş! Ve siz ister istemez mezhebinizi açıklamak durumunda kalıyorsunuz! Peygamberin ölümünden 150- 200 yıl sonra oluşturulan bu mezhepler bir anda “din” gibi değer görüyor ve “kimliğin” bir parçası olarak dayatılıyor. Ta ki, 1972’ye kadar bu uygulama devam ediyor.
Çocuklar
Unutmamalı ki, Mustafa Kemal’e ve yeni rejimin “seküler” kadrolarına rağmen hayat buldu bu uygulamalar. Peki, bu nasıl başarıldı? Bağnaz kadrolar, arkasına aldığı bin yıllık din geleneği, “kadın düşmanı” söyleminin halk nezdindeki karşılığı ve provokatör ruhları ile bu sonuca ulaştılar. Öte yandan yakın bir dönemde yayımlanan bir kararname de bu gücün tarihi ayağını ifşa ediyor. 1917’de yayımlanan ve döneme göre reformist olarak adlandırılan “Hukuk-ı Aile Kararnâmesi”ndeki kimi maddeler oldukça çarpıcı. Buna göre bahse konu kanunda kız çocukları için ergenlik yaşı 9, erkekler için ise 12 olarak kabul edilir. Diğer bir ifadeyle bu kanun uyarınca kız çocuklarının 9, erkeklerin ise 12 yaşında evlendirilebileceği kabul edilir. Hemen belirtelim ki, dört mezhep için de bu evlilik yaşları geçerlidir. Yine bu kararnamede erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesi hakkı da geçerliliğini sürdürmüştür. (Abdurrahman Yazıcı, Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi (1917) ve Sadrettin Efendi’nin Eleştirileri).
Truman’ın tıpkısı
Dini, iktidar çıkarları için kullanan ya da düşünsel kimliğini bu söyleme yaslayan kimselerin arkasında işte bu tarih yatıyor. Üstelik sözünü ettiğimiz tarih bize hiç de uzak değil. Mustafa Kemal de o tarihin din bezirgânlarına, iktidar heveslilerine karşı mücadele etmiş bir kurtuluş önderidir. Dolayısıyla bugünün koltuk meraklısı din bezirgânlarının Mustafa Kemal’e saldırması, dünden kalan çirkin stratejilerinin zorunlu bir sonucu olarak zuhur ediyor. Çünkü onlar din adına sömürdükleri, akıllarını kötürümleştirdikleri, kin ve nefretle zehirledikleri kitlelerle ancak böyle buluşabileceklerdir. Çünkü onlar “dinsel söylemin” gücünü böylesine fütursuzca kullanmakta hiçbir beis görmezler. Tıpkı ABD başkanı Truman’ın Hiroşima’ya atılan atom bombası sonrasında yaptığı konuşma gibi. Truman insanı, doğayı ve cümle mahlukatı acıya, kana, gözyaşına boğan atom bombasını üç gün sonra radyoda şöyle yorumlar: “Bu bombayı düşmanlarımıza değil de bizim elimize verdiği için Tanrı’ya müteşekkiriz; onun yoluna ve amacına uygun kullanımında da bize rehberlik yapması için ona dua ediyoruz.” (Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı).
Cumhuriyet Olaylar ve Görüşler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder