16 Eylül 2017 Cumartesi

Leyla Alaton’a APAÇIK mektup! - Ayşenur Arslan

Aslında Leyla Alaton’la hiç tanışmadım. Hatta galiba aynı mekânda bile bulunmadım. Bazı gazeteci kadın arkadaşlarımın arkadaşı olduğunu bilirim. Onlardan da sıcakkanlı, sevimli bir kadın olduğunu duymuşumdur. O kadar!

Peki, aşağıda “mektup” niyetine yazacaklarımın muhatabı neden Leyla Alaton? Diye soracaksınız..

Şundan:
Nuriye ve Semih’in Perşembe günkü duruşmasına dair haberleri izlediğim zaman -şu sıralarda zaten pek yerinde olmayan- aklım gidiverdi.
O anda sokağa çıkmak.. Bağırmak.. Birilerine kafa falan atmak istedim.
Elbette, kafa atılabileceklerin listesi çok ama çok sınırlı.

Örneğin, Erdoğan’dan söz bile edemem. Bir kere yanına yaklaşmam söz konusu olamaz. Üstelik boyu çok uzun. Kaldı ki, hayat boyu cezaevinde kalmaya niyetim yok.

Binali Yıldırım desek.. Belediyeleri “mezarlıklar ve cenaze işleri konusundaki başarıları” nedeniyle tebrik etmeyi “espri” zanneden biri. Kafama yazık! Saçlarımı da yeni yıkadım zaten.

Devlet deseniz, soyut bir kavram. Kafa atamazsınız.

Böyle böyle delirirken, aklıma gazeteciler de gelmedi değil. Doğrusu hiç biri içime sinmedi.
Kürt siyasi hareketinden ve soldan gelip, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun kankalığına terfi eden Mahmut Övür mü! Ya da (öteki) Kabataş yalancıları mı? Değmezler!

Derken, hafızamın derinliklerinden bir yüz çıkıp geldi: Leyla Alaton.
Zihnim neden onu seçti, bilmiyorum.
Belki de, Referandum öncesi ünlü ve önemli kadınların buluştuğu bir davette Emine Erdoğan’ın elini (haberlere göre) “hararetle” sıkıp şöyle demesinden:
“Hanımefendi, var gücümle ‘evet’ çıkması için uğraşıyorum ve uğraşmaya devam edeceğim.”
Leyla Alaton, kadın / başı açık / gayrı müslim / üstelik evlilik dışı beraberliğini toplumla paylaşmaktan çekinmeyen bir isim.
Yani, Emine Erdoğan’ın ve onun temsil ettiği düşüncenin “nefret ettiği” bir kimliğe sahip.


“Neden çıkartıyorsun” diye sormayacaksınız herhalde.
Yine de bir anekdotun sırası: Emine Erdoğan, eşinin başbakanlığı sırasında bir yurt dışı gezisinde, bulunduğu ülkedeki büyükelçinin eşi tarafından ağırlanır. Sohbet sırasında Emine Erdoğan, büyükelçinin eşine “çok da iyi bir insansınız, sizin için çok üzülüyorum” der. Nedenini de hemen açıklar. Büyükelçinin eşi, ilk eşinden ayrıldıktan sonra, “evlilik dışı” beraberlik yaşamıştır. Bu yüzden de Emine Erdoğan’ın bizzat ifade ettiği üzere “cehenneme gidecek”tir.
Bu düşünceye / inanca sahip bir kişinin, Leyla Alaton’a “nereyi” uygun göreceği açık.
Ya Leyla Alaton, kendisine, çocuklarına nasıl bir ülkeyi uygun bulmakta acaba?

                                                                             • • •

Referandumda “evet” çıktığı (ya da çıkarıldığı) için, tüm yetkiler (O) tek kişide toplandığına göre.. Memleket tam da tahmin ettiğimiz gibi, bir OHAL ÜLKESİ haline geldiğine göre.. Deniz kenarında bira içti diye kadınların gözaltına alındığı bir “yere” vardığımıza göre..
Leyla Alaton, çabasının karşılığını almış olmalı.
Aferin ona.
Endişe etmesin. Kafa atmak, mecazdan ibaret. Böyle bir şeye kalkışacak değilim. Elbette “ben ne yaptım” diye kendi kafasını bir yerlere vurursa, onu bilemem.
Sadece..
Bu “apaçık” mektubu okursa veya okumuş birinden duyarsa şunu bilmesini arzu ederim.

                                                                             • • •

Hukuk tarihi adına okuduğum her şey, bana şunu -yeniden ve yeniden- göstermiştir. Hukuk, hem sınıfsal bir meseledir hem de insanlığın yolculuğundaki trajik süreçleri anlatır.
Örneğin, bir zamanlar 10-12 yaşındaki çocukları bile -mesela beyin arazisinde sülün avladı diye- idam etmişler. O zamanlar, ne herhangi bir yargıç ne de herhangi bir “bey” bunu yadırgamamış. Sonra, birilerinin yürekli mücadelesi sayesinde bu vahşet, tarihin çöplüğünü boylamış.
Geçmişe gitmeye bile gerek yok. Günümüzde, Leyla Alaton gibi başı açık, evlilik dışı ilişki konusunu “tabu” olarak görmeyen kadınlar “şeriat” gereği ölümle cezalandırılıyor. Hani şu benzemeye çalıştıkları ülkelerde.
Yok! Leyla Alaton’un başına böyle bir felaket gelecek değil elbette. En azından şimdilik.

Ama bu ülkede bazı kadınların ve erkeklerin başına çağ dışı / vicdan dışı / adalet dışı şeyler geliyor.
Nuriye ve Semih örneğin.
Perşembe günkü duruşmaya “götürülmediler”. Ankara İl Jandarma Komutanlığı, Nuriye ve Semih’in “personel yetersizliği” ve “oluşabilecek sağlık sorunları nedeniyle” duruşmada hazır edilemeyeceğini bildirdi.
Efendim, duruşma salonuna merdivenle ulaşılabiliyormuş. Nuriye ve Semih yürüyemiyormuş. Dolayısıyla tekerlekli sandalye ile çıkartmak gerekiyormuş. Zormuş. Kaldı ki, duruşma salonu, iki sanığın sağlık durumları açısından elverişli değilmiş.

Leyla Alaton, bir iş kadını olarak hukukla ilgilenmiyor olabilir. Anlatayım. İngiltere’de ta 1679 yılında çıkartılan bir yasa var: Habeas Corpus Yasası.
Habeas Corpus (latincedir) kabaca “bedeni / hakkı var” anlamına gelir.
Yasa, insanların, mahkemeye bile çıkmadan yargılanıp hapse / ölüme mahkum edildiği bir dönemde, tarihi bir adımdır.
O günlerin hukukçuları demiş ki “İnsanın mahkemeye gelmesi, duruşmaya bizzat katılması, kendisini savunup tutukluluğa itiraz etmesi HAKKIDIR”.
Sene 1679, hanımefendi.

Sizin var gücünüzle var etmeye çalıştığınız Türkiye’de, sene 2017.. Nuriye ve Semih mahkemeye götürülmedi. GÖTÜRÜLMEDİ.

Dedim ya, kafa falan atacak değilim. Ama izninizle en azından bu mektubu başınıza çalabilir miyim!!!

Sincerely yours!

Not: Eklemeye gerek var mı bilmiyorum. Nuriye ve Semih sağlık nedenleriyle mahkemeye götürülmedi, ama mahkeme onlar için “tutukluluğa devam” kararı verdi!!!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder