İnsanın elinin kaleme, kalemin kâğıda gitmediği,
gitmek istemediği anlar vardır. Dokunamazsınız kelimelere,
buluşamazsınız cümlelerle...
Coşkuyla denize dalıp da suyun altında nefessiz kalmak gibi, vurursunuz kaleminizi beyaz yapraklara ama başka zaman kalem her kâğıda dokunduğunda açılan zihin nefesiniz, tıkanmıştır; soluk alamaz halde derya içinde kulaç atmaya benzer şekilde debelenir durursunuz.
Aynen böyle bir zihin/ruh hali içinde kalemle, kâğıtla, kelimeler ve cümlelerle boğuşuyorum şu an!..
Kadri Gürsel’in Silivri Cezaevi kapısında gece yarısından sonra özgürlüğüne kavuştuğunda, hayır, “esirliği tamamına erdiğinde” sarf ettiği cümle, sanırım benim de şu an içinde bulunduğum duruma en doğru tercüme olmakta.
“Sevinecek bir şey yok ortada” dedi Kadri...
330 gün dört duvar arasında kalmış bir insanın, eşine, oğluna, yakınlarına ve tüm sevdiklerine yeniden kavuştuğu anda söylediği sözler bunlar.
Ve bu sözlerin hiç de öyle lâf olsun diye söylenmediğini Kadri cezaevi kapısından ilk çıkış yaptığında yüzündeki ifadeden de hepimiz çok somut olarak fark etmiştik.
Üç duruşmadır mahkeme salonunda hasbelkader zinde, dinamik, güleç ve neşeli olduğundan çok farklı şekilde durgun, neşesiz, mutsuz ve umarsız bir görüntüdeydi Kadri.
Ne o, nihayet artık cezaevi dışında olduğuna sevinebiliyor, ne de biz ona esareti son bulduğu için ne diyeceğimizi bilebiliyorduk!..
“Gözün aydın”?..
“Geçmiş olsun”?..
“Hoş geldin”?..
“Çok şükür”?..
“Kurtuldun”?..
“Bitti artık”?..
Hayır, ne bunları söyleyebiliyorduk, ne de ne yapacağımızı, hatta nasıl bir yüz ifadesi takınacağımızı bilebiliyorduk!..
Neşeyle gülümsemeli mi, yoksa aynen onun gibi, yüzümüzde neşeden eser olmadan, derin bir acıyı bastırmaya dönük gerginlikle yüklü bir gülücük mü sızdırmalıydık etrafa?!
Kadri Gürsel, “Ortada sevinecek bir şey yok, haksız, mesnetsiz, asılsız suçlamalarla tutuklanan Cumhuriyet çalışanları söz konusu” dedi.
Bu suçlamalarla ilgili davanın üçüncü duruşması, korkunç akıl tutulması ve vicdan zehirlenmesi içinde sürüp giden bir “taht oyunu”nun figüranlarının, kendilerinden bekleneni yine yerine getirdikleri klasik ve trajik tabloya sadece “komedi” dozunu artıran bir katkıda bulundu.
İki tanık ve onların ifadeleriydi bu katkı.
Bunlardan birinin, namus ve vicdan üzerine yeminle yaptığı tanıklığın “yalan” içerdiğini Akın Atalay bir barkovizyon gösterisi eşliğinde ortaya serdi.
Kendisini Türkiye’nin en iyi köşe yazarı olarak, hem de “üstüne basa basa” takdim ve taltif eden diğerinin ise 2011’de çalıştığı gazetenin üst yönetiminin baskısıyla “En büyük milliyetçi Fethullah Hoca” başlıklı bir köşe yazısı yazdığını öğrendik!..
Buyurun size Cumhuriyet davası!..
Gerisi eski tas eski hamam: Heyet, her zamanki gibi “deliller için teknik heyet oluşturulup incelenmesine...” dedi. Savcı, her zamanki gibi “delillerin henüz toplanmadığı ve kuvvetli suç şüphesi bulunduğu...” dedi. Ve sonuç, her zamanki gibi, “tutukluluğa devam” olup 31 Ekim’e ertelemeye vardı.
“Bir yılınızı aldık işte elinizden” demeye yani!..
Kadri’nin cezaevi önünde yaptığı konuşmada hayli çarpıcı, sarsıcı bir sözü daha vardı. Kendisine neleri özlediğini soran bir muhabire, “Şey’leri özlemedim! Elbette insanları, eşimi, çocuğumu özledim ama ‘içeride’ sağlam kalabilmek için özlememeyi de bilmek, öğrenmek durumundasınız” şeklinde cevap verdi.
Kadri’nin söyledikleri, hepimiz için geçerli bir ilke ya da yönteme de dönüştürülebilir.
Malûm, en büyük acı ölüm ve acısını yaşayanlar çeker. Bunun sebebi de ayrılık ve özlemdir. (“Ölüm Allah’ın emri/Ayrılık olmasaydı!”)
Ve belli ki bizi baskıyla, esaretle, zulümle değil, asıl birbirimize “özlem”le çökertmek istiyorlar!..
O yüzden akla, ahlâka, vicdana ziyan şekilde sündürdükçe sündürüyorlar adına “mahkeme” dedikleri bu garabeti... Komediyi... Yüz karasını...
Bu durumda ne yapmalı, işte Kadri’den öğreniyoruz:
Zor, çok zor ama mümkün mertebe özlememeyi dahi öğreneceğiz ayakta kalmak için...
Adeta ölüm acısını bile yenercesine!..
Tayfun Atay / CUMHURİYET
Coşkuyla denize dalıp da suyun altında nefessiz kalmak gibi, vurursunuz kaleminizi beyaz yapraklara ama başka zaman kalem her kâğıda dokunduğunda açılan zihin nefesiniz, tıkanmıştır; soluk alamaz halde derya içinde kulaç atmaya benzer şekilde debelenir durursunuz.
Aynen böyle bir zihin/ruh hali içinde kalemle, kâğıtla, kelimeler ve cümlelerle boğuşuyorum şu an!..
Kadri Gürsel’in Silivri Cezaevi kapısında gece yarısından sonra özgürlüğüne kavuştuğunda, hayır, “esirliği tamamına erdiğinde” sarf ettiği cümle, sanırım benim de şu an içinde bulunduğum duruma en doğru tercüme olmakta.
“Sevinecek bir şey yok ortada” dedi Kadri...
330 gün dört duvar arasında kalmış bir insanın, eşine, oğluna, yakınlarına ve tüm sevdiklerine yeniden kavuştuğu anda söylediği sözler bunlar.
Ve bu sözlerin hiç de öyle lâf olsun diye söylenmediğini Kadri cezaevi kapısından ilk çıkış yaptığında yüzündeki ifadeden de hepimiz çok somut olarak fark etmiştik.
Üç duruşmadır mahkeme salonunda hasbelkader zinde, dinamik, güleç ve neşeli olduğundan çok farklı şekilde durgun, neşesiz, mutsuz ve umarsız bir görüntüdeydi Kadri.
Ne o, nihayet artık cezaevi dışında olduğuna sevinebiliyor, ne de biz ona esareti son bulduğu için ne diyeceğimizi bilebiliyorduk!..
“Gözün aydın”?..
“Geçmiş olsun”?..
“Hoş geldin”?..
“Çok şükür”?..
“Kurtuldun”?..
“Bitti artık”?..
Hayır, ne bunları söyleyebiliyorduk, ne de ne yapacağımızı, hatta nasıl bir yüz ifadesi takınacağımızı bilebiliyorduk!..
Neşeyle gülümsemeli mi, yoksa aynen onun gibi, yüzümüzde neşeden eser olmadan, derin bir acıyı bastırmaya dönük gerginlikle yüklü bir gülücük mü sızdırmalıydık etrafa?!
Kadri Gürsel, “Ortada sevinecek bir şey yok, haksız, mesnetsiz, asılsız suçlamalarla tutuklanan Cumhuriyet çalışanları söz konusu” dedi.
Bu suçlamalarla ilgili davanın üçüncü duruşması, korkunç akıl tutulması ve vicdan zehirlenmesi içinde sürüp giden bir “taht oyunu”nun figüranlarının, kendilerinden bekleneni yine yerine getirdikleri klasik ve trajik tabloya sadece “komedi” dozunu artıran bir katkıda bulundu.
İki tanık ve onların ifadeleriydi bu katkı.
Bunlardan birinin, namus ve vicdan üzerine yeminle yaptığı tanıklığın “yalan” içerdiğini Akın Atalay bir barkovizyon gösterisi eşliğinde ortaya serdi.
Kendisini Türkiye’nin en iyi köşe yazarı olarak, hem de “üstüne basa basa” takdim ve taltif eden diğerinin ise 2011’de çalıştığı gazetenin üst yönetiminin baskısıyla “En büyük milliyetçi Fethullah Hoca” başlıklı bir köşe yazısı yazdığını öğrendik!..
Buyurun size Cumhuriyet davası!..
Gerisi eski tas eski hamam: Heyet, her zamanki gibi “deliller için teknik heyet oluşturulup incelenmesine...” dedi. Savcı, her zamanki gibi “delillerin henüz toplanmadığı ve kuvvetli suç şüphesi bulunduğu...” dedi. Ve sonuç, her zamanki gibi, “tutukluluğa devam” olup 31 Ekim’e ertelemeye vardı.
“Bir yılınızı aldık işte elinizden” demeye yani!..
Kadri’nin cezaevi önünde yaptığı konuşmada hayli çarpıcı, sarsıcı bir sözü daha vardı. Kendisine neleri özlediğini soran bir muhabire, “Şey’leri özlemedim! Elbette insanları, eşimi, çocuğumu özledim ama ‘içeride’ sağlam kalabilmek için özlememeyi de bilmek, öğrenmek durumundasınız” şeklinde cevap verdi.
Kadri’nin söyledikleri, hepimiz için geçerli bir ilke ya da yönteme de dönüştürülebilir.
Malûm, en büyük acı ölüm ve acısını yaşayanlar çeker. Bunun sebebi de ayrılık ve özlemdir. (“Ölüm Allah’ın emri/Ayrılık olmasaydı!”)
Ve belli ki bizi baskıyla, esaretle, zulümle değil, asıl birbirimize “özlem”le çökertmek istiyorlar!..
O yüzden akla, ahlâka, vicdana ziyan şekilde sündürdükçe sündürüyorlar adına “mahkeme” dedikleri bu garabeti... Komediyi... Yüz karasını...
Bu durumda ne yapmalı, işte Kadri’den öğreniyoruz:
Zor, çok zor ama mümkün mertebe özlememeyi dahi öğreneceğiz ayakta kalmak için...
Adeta ölüm acısını bile yenercesine!..
Tayfun Atay / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder