Memleket devasa bir kumar masası gibi. Zarlar atılıyor, bahislere
giriliyor. Kağıtlar yeniden yeniden karılıyor. Kozlar habire değişip
duruyor. Sorular da her gün, hatta her saat “güncellenerek” yığılıyor:
Savaşa girecek miyiz?
Hem de İran’la birlikte Kuzey Irak’a saldıracak mıyız?
Daha Suriye’nin kiri pasından temizlenmemişken başımıza bir de böyle bir dert saracak mıyız?
ABD böyle bir savaşta -üstelik Trump İran’ı hedefe koymuşken- bizi rahat bırakır mı?
Bana kalırsa iktidar blöf yapıyor. Ama benim gibi düşünen pek az kişi var. Genel kanı, Erdoğan’ın KADER SEÇİMİ öncesinde bir maceraya atılabileceği, sandıktan çıkabilmek için savaşa gireceği yönünde.
Olur mu olur!
Beyefendilerin yüksek çıkarları için ölmeyi göze alacaklar bulundukça... Savaşa da gireriz... Kuru ekmeğe de talim ederiz... Yeter ki Reis sağolsun.
Buralarda tarih hep böyle akmıyor mu zaten! Yüksek çıkarlar için gencecik insanlar, bu ülkenin en değerli beyinleri / kalemleri hayatlarından olmadı mı!
Hangi katliamı hatırlayıp hatırlatacağımızı şaşırıyoruz.
Örneğin, birkaç gün sonra, 10 Ekim. Hani, Ankara’da 102 kişinin hayatını kaybettiği korkunç saldırının yıldönümü.
Dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun sözlerini hatırlıyorsunuz değil mi:
“Ankara’daki terör saldırısı sonrasında anket yaptık ve kamuoyunun nabzını tutuyoruz. Oylarımızda bir yükseliş trendi var.”
Evet, AKP yükselmişti. 7 Haziran seçimlerinden mağlup çıkan iktidar, 1 Kasım seçimlerinden yine tek başına çıkmıştı... 102 insanımızın kanı üzerinden yapılan siyaset “kazanmıştı” yani.
Defalarca olduğu gibi!
Bundan tam 39 yıl önce olduğu gibi!
•••
Yarın, 39 yıl önceki katliamın yıldönümü.
7 TİP’li genç -ki üçünü yakından tanıyordum- 8 Ekim 1978 gecesi katledildi.
Çok gençlerdi… 20’lerineydiler... Abdullah Çatlı’nın, katliamı planlayıp arabada gözcülük yaptığı... Haluk Kırcı’nın tel askıyla, yorganla boğamayınca o gencecik insanların kafasına kurşun sıktığı bir katliamdı.
Sadece Serdar Alten yaralı olarak kurtulmuştu... Katiller de zaten onun verdiği bilgilerle yakalanmıştı.
Serdar’ın yattığı Hacettepe Hastanesi’ne gitmiştim. Hem TİP’li yoldaşı olarak, hem de TRT muhabiri sıfatıyla... Koridoru hatırlıyorum. Kan verebilmek için, yanında olabilmek için, o gün / o an başka bir yere gidemeyeceği için gelen Genç Öncü’lerle doluydu. Aralarından zorlukla geçip odasına girmiştim. Narkozun etkisinden çıkmıştı. Az da olsa konuşabiliyordu.
Birkaç kelime etmiştik ki, kapı açıldı. Behice Boran içeri girdi. Unutulmaz... Unutulmayacak... Unutulmaması gereken bir andı. Behice Boran yavrusunu kartalın elinden kapmaya gelmiş dişi bir aslan gibiydi. Öfkeli, ama Serdar’ı etkilemesin diye kontrollü...
Ya Serdar! O ne yaptı, biliyor musunuz?
Behice Boran’ı karşılayabilmek için doğrulmaya, hatta belki ayağa kalkmaya çalıştı. Kalkamadı. Ne o gün, ne de daha sonra. Serdar, 17 Ekim’de öldü.
Sadece 23 yaşındaydı.
Aradan 39 yıl mı geçmiş sahiden?
Yazarken gözlerimden yaşlar akıyor. Ağlıyorum… VE HATIRLIYORUM!
•••
8 Ekim gecesi, katiller, gençleri etkisiz hale getirdikten sonra Bahçelievler’deki mütevazı öğrenci evini didik didik aramıştı. Sonradan kendi ifadelerinde de vurguladıkları üzere, evde tek bir silah, bomba, patlayıcı bulamamışlardı.
Ama “Reis” Abdullah Çatlı’dan emir almışlardı bir kere. Görevlerini tamamlayacaklar, öldüreceklerdi. Akla gelebilecek en vahşi yöntemlerle öldürdüler.
Katil Haluk Kırcı, o geceyi yıllar sonra ZAMANI SÜZERKEN kitabında şöyle “yorumladı”:
“Anlatılması uzun, uzun olduğu kadar da üzücü o geceyi yaşamamız, kaderimizin bir tecellisiydi.”
•••
Anlaşılan bu topraklarda kader kimileri için ölmek / katledilmek biçiminde tecelli ediyor. Kimileri içinse “yaşandı bitti” deyip “yoluna” devam etmesiyle...
Hatırlayın; Haluk Kırcı kaçakken evlendi. Nikah şahitliğini de dönemin Erzurum Valisi Mehmet Ağar yaptı.
Daha sonra yakalandı. Yine cezaevine girdi. Bu kez, 2004 yılında “yanlışlıkla” tahliye edildi. 2005’te yanlışlık telafi edilince, yeniden cezaevine girdi.
Sonrası da var...
Aslında Haluk Kırcı’nın, aldığı ceza yüzünden ŞU ANDA CEZAEVİNDE OLMASI GEREKİYORDU. Ama değil.
Zira, 2010 yılında AKP iktidarının “neredeyse Haluk Kırcı’ya özel” diye yorumlanan affıyla özgürlüğüne kavuştu.
O şimdi işadamı. Ve anlaşıldığı kadarıyla siyasetle de ilgileniyor. Elbette, eski çevresindeki kimi isimlerle beraber.
•••
Yazıyı bitirmeden bir not daha paylaşmalıyım.
Türkiye’nin en karanlık sayfalarına dair kitaplara imza atan Vedat Demiröz, REİS ABDULLAH ÇATLI’da son derece ciddi bir iddiaya yer veriyor.
1978’te, yani 7 gencin katledildiği yıl, Abdullah Çatlı bir “ağabey” tarafından iletilen notla “çok gizli bir randevuya” çağırılır. Çağıranlar, kendilerini “devlet içinde sorumluluk alarak harekete geçen vatansever bir grubun mensupları” olarak tanıtır. Grupta, generaller vardır.. Bürokratlar, siyasetçiler, yazarlar vardır... Şimdi Çatlı’yı da aralarında görmek istemektedirler.
Sözü uzatmayayım. Zira sonuç ortada.
“Vatansever” katiller gençleri öldürdüler. Aydınların, gazetecilerin, yürekli savcıların hayatlarını aldılar. Ülkeyi darbelere, diktatörlüğe sürüklediler.
8 Ekim öyle yaşandı.
Canlı bombalar haklarında “somut delil olmadığı” için yakalanamayınca (!!!) 10 Ekim katliamı da öyle yaşandı.
Bunca karanlıkta savaşın lafı mı olur!
Ayşenur Arslan / BİRGÜN
Savaşa girecek miyiz?
Hem de İran’la birlikte Kuzey Irak’a saldıracak mıyız?
Daha Suriye’nin kiri pasından temizlenmemişken başımıza bir de böyle bir dert saracak mıyız?
ABD böyle bir savaşta -üstelik Trump İran’ı hedefe koymuşken- bizi rahat bırakır mı?
Bana kalırsa iktidar blöf yapıyor. Ama benim gibi düşünen pek az kişi var. Genel kanı, Erdoğan’ın KADER SEÇİMİ öncesinde bir maceraya atılabileceği, sandıktan çıkabilmek için savaşa gireceği yönünde.
Olur mu olur!
Beyefendilerin yüksek çıkarları için ölmeyi göze alacaklar bulundukça... Savaşa da gireriz... Kuru ekmeğe de talim ederiz... Yeter ki Reis sağolsun.
Buralarda tarih hep böyle akmıyor mu zaten! Yüksek çıkarlar için gencecik insanlar, bu ülkenin en değerli beyinleri / kalemleri hayatlarından olmadı mı!
Hangi katliamı hatırlayıp hatırlatacağımızı şaşırıyoruz.
Örneğin, birkaç gün sonra, 10 Ekim. Hani, Ankara’da 102 kişinin hayatını kaybettiği korkunç saldırının yıldönümü.
Dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun sözlerini hatırlıyorsunuz değil mi:
“Ankara’daki terör saldırısı sonrasında anket yaptık ve kamuoyunun nabzını tutuyoruz. Oylarımızda bir yükseliş trendi var.”
Evet, AKP yükselmişti. 7 Haziran seçimlerinden mağlup çıkan iktidar, 1 Kasım seçimlerinden yine tek başına çıkmıştı... 102 insanımızın kanı üzerinden yapılan siyaset “kazanmıştı” yani.
Defalarca olduğu gibi!
Bundan tam 39 yıl önce olduğu gibi!
•••
Yarın, 39 yıl önceki katliamın yıldönümü.
7 TİP’li genç -ki üçünü yakından tanıyordum- 8 Ekim 1978 gecesi katledildi.
Çok gençlerdi… 20’lerineydiler... Abdullah Çatlı’nın, katliamı planlayıp arabada gözcülük yaptığı... Haluk Kırcı’nın tel askıyla, yorganla boğamayınca o gencecik insanların kafasına kurşun sıktığı bir katliamdı.
Sadece Serdar Alten yaralı olarak kurtulmuştu... Katiller de zaten onun verdiği bilgilerle yakalanmıştı.
Serdar’ın yattığı Hacettepe Hastanesi’ne gitmiştim. Hem TİP’li yoldaşı olarak, hem de TRT muhabiri sıfatıyla... Koridoru hatırlıyorum. Kan verebilmek için, yanında olabilmek için, o gün / o an başka bir yere gidemeyeceği için gelen Genç Öncü’lerle doluydu. Aralarından zorlukla geçip odasına girmiştim. Narkozun etkisinden çıkmıştı. Az da olsa konuşabiliyordu.
Birkaç kelime etmiştik ki, kapı açıldı. Behice Boran içeri girdi. Unutulmaz... Unutulmayacak... Unutulmaması gereken bir andı. Behice Boran yavrusunu kartalın elinden kapmaya gelmiş dişi bir aslan gibiydi. Öfkeli, ama Serdar’ı etkilemesin diye kontrollü...
Ya Serdar! O ne yaptı, biliyor musunuz?
Behice Boran’ı karşılayabilmek için doğrulmaya, hatta belki ayağa kalkmaya çalıştı. Kalkamadı. Ne o gün, ne de daha sonra. Serdar, 17 Ekim’de öldü.
Sadece 23 yaşındaydı.
Aradan 39 yıl mı geçmiş sahiden?
Yazarken gözlerimden yaşlar akıyor. Ağlıyorum… VE HATIRLIYORUM!
•••
8 Ekim gecesi, katiller, gençleri etkisiz hale getirdikten sonra Bahçelievler’deki mütevazı öğrenci evini didik didik aramıştı. Sonradan kendi ifadelerinde de vurguladıkları üzere, evde tek bir silah, bomba, patlayıcı bulamamışlardı.
Ama “Reis” Abdullah Çatlı’dan emir almışlardı bir kere. Görevlerini tamamlayacaklar, öldüreceklerdi. Akla gelebilecek en vahşi yöntemlerle öldürdüler.
Katil Haluk Kırcı, o geceyi yıllar sonra ZAMANI SÜZERKEN kitabında şöyle “yorumladı”:
“Anlatılması uzun, uzun olduğu kadar da üzücü o geceyi yaşamamız, kaderimizin bir tecellisiydi.”
•••
Anlaşılan bu topraklarda kader kimileri için ölmek / katledilmek biçiminde tecelli ediyor. Kimileri içinse “yaşandı bitti” deyip “yoluna” devam etmesiyle...
Hatırlayın; Haluk Kırcı kaçakken evlendi. Nikah şahitliğini de dönemin Erzurum Valisi Mehmet Ağar yaptı.
Daha sonra yakalandı. Yine cezaevine girdi. Bu kez, 2004 yılında “yanlışlıkla” tahliye edildi. 2005’te yanlışlık telafi edilince, yeniden cezaevine girdi.
Sonrası da var...
Aslında Haluk Kırcı’nın, aldığı ceza yüzünden ŞU ANDA CEZAEVİNDE OLMASI GEREKİYORDU. Ama değil.
Zira, 2010 yılında AKP iktidarının “neredeyse Haluk Kırcı’ya özel” diye yorumlanan affıyla özgürlüğüne kavuştu.
O şimdi işadamı. Ve anlaşıldığı kadarıyla siyasetle de ilgileniyor. Elbette, eski çevresindeki kimi isimlerle beraber.
•••
Yazıyı bitirmeden bir not daha paylaşmalıyım.
Türkiye’nin en karanlık sayfalarına dair kitaplara imza atan Vedat Demiröz, REİS ABDULLAH ÇATLI’da son derece ciddi bir iddiaya yer veriyor.
1978’te, yani 7 gencin katledildiği yıl, Abdullah Çatlı bir “ağabey” tarafından iletilen notla “çok gizli bir randevuya” çağırılır. Çağıranlar, kendilerini “devlet içinde sorumluluk alarak harekete geçen vatansever bir grubun mensupları” olarak tanıtır. Grupta, generaller vardır.. Bürokratlar, siyasetçiler, yazarlar vardır... Şimdi Çatlı’yı da aralarında görmek istemektedirler.
Sözü uzatmayayım. Zira sonuç ortada.
“Vatansever” katiller gençleri öldürdüler. Aydınların, gazetecilerin, yürekli savcıların hayatlarını aldılar. Ülkeyi darbelere, diktatörlüğe sürüklediler.
8 Ekim öyle yaşandı.
Canlı bombalar haklarında “somut delil olmadığı” için yakalanamayınca (!!!) 10 Ekim katliamı da öyle yaşandı.
Bunca karanlıkta savaşın lafı mı olur!
Ayşenur Arslan / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder