21 Ocak 2018 Pazar

Afrin, doğaçlama diplomasi ve “istikrar”... - TANER TİMUR

Gerçekten de son aylarda Türkiye-ABD ilişkileri adeta kopma noktasına geldi ve varılan noktada, örneğin bir Suriye sorununda, AKP iktidarı kendi seçmenlerinin olağan desteğinden çok daha fazlasını arkasına almış görünüyor: “Yerli ve milli” duruşla “ulusalcı” duruşun kesiştiği noktadayız ve bu noktada Yeni Şafak ve Sözcü gazeteleri benzer manşetler atabiliyorlar.

Ülkede savaş rüzgârları esiyor: Afrin’e girdik, giriyoruz!

İlk işaret bir hafta kadar önce Beştepe’den gelmişti: “Kısa süre içinde Afrin ve Menbiç’ten başlayarak Suriye’deki terör yuvalarını birer birer dağıtacağız.” Şimdi de komut bekleniyor. Kimi iktidar sözcüleri Putin’in bizlere “Afrin operasyonunun kapılarını açtığını” yazdılar bile!

Olaylar şöyle gelişti: 6 Ocak’ta Rusya’nın Suriye’deki üslerine saldırılar olmuştu. Moskova, derhal Türk Genelkurmay Başkanlığı ve MİT’e bir mektup göndererek bu saldırıların İdlib’de Türkiye’nin sorumlu olduğu bölgeden kalkan drone yapıldığını bildirdi. Tam da o günlerde Suriye ordus u İdlib’e giriyor ve çatışmalardan kaçan siviller Türk sınırlarına yığılıyordu. Yeni bir göç dalgasının eşiğinde gibiydik. Bu koşullarda Rusya’ya saldırının zamanı anlamlı, Rusya’nın ikazı da ciddi görünüyordu.


İktidar çevrelerine göre saldırı bir kışkırtma idi: “İki ülke, Suriye’de Türkiye/Rusya işbirliğini hepten bitirebilecek niteliği olan çok ciddi bir kışkırtma hali ile karşı karşıya kalmıştı” (Yeni Şafak, 8 Ocak 2018). Rus uçağının düşürülmesinden sonra yapılan hataya bu kez düşülmeyecekti. Nitekim 11 Ocak’ta Putin’le Erdoğan arasında yapılan telefon konuşmasından sonra durum aydınlandı. Putin bu konuşmadan sonra yaptığı açıklamada şunları söylemişti: “Saldırıları kimlerin provoke ettiğini ve arkasındakileri biliyoruz. Bu işin arkasında Türk devleti ve Türk ordusu yok. Bu saldırılar, Türkiye dahil olmak üzere, Rusya’nın ortaklarıyla arasını bozmaya çalışanlar tarafından gerçekleştirildi.”

Her şey açıktı; fakat yine de ihtiyatlı olmak gerekiyordu: Durumu teyit için Genelkurmay ve MİT başkanları Moskova’ya yollandı. Bu konuda iyice emin olmak lazımdı. Suriye’nin kuzeyinde ve Fırat’ın batısında bugüne kadar ne yapıldıysa, Rusya’yla işbirliği veya en azından Rusya’nın yeşil ışığı ile yapılmıştı.

                                                                    • • •

Peki, ya Amerika? Tüm karşılıklı husumet dalgalarına rağmen bu emperyal gücün bu tablodaki yeri neydi? Bu soruya yanıt aramadan önce bu noktaya nasıl geldiğimiz konusunda üç ay önce yaptığım bir analizi burada aynen alıntılamak istiyorum. Türkiye-ABD ilişkilerinde varılan noktayı anlamamızda yardımcı olabilir.

• • •

Her şey yedi yıl önce başlamıştı ve gelişmeler –çok genel hatları içinde- şöyle oldu:
“Suriye Baharı, yabancı devletlerin müdahalesi ile uluslararası bir kriz halini alınca, başlangıçta Türkiye ile Rusya iki karşıt cephede yer almışlardı. Putin, Esad rejimine sempatisini gizlemiyor, ABD ile Türkiye ise zalim Esad’ı bir an önce alaşağı etmeye kararlı görünüyordu. Ne var ki Türkiye patronajı altında kurulan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bekleneni vermedi. Kısa bir süre sonra Suriye’nin önemli bir kısmı vahşet çetelerinin eline geçiyor ve Rusya’nın da savaşa katılmasıyla ortaya yepyeni bir tablo çıkıyordu. Kimyasal bombalar; düşürülen uçaklar; öldürülen elçiler. Tünelin ucu ancak kanlı kavgalardan sonra, Aralık 2016’da, Halep’in kurtarılmasıyla göründü.


DAEŞ Halep’ten kovulmuş, Putin ve Esad nihai zafere doğru büyük bir adım atmışlardı. Türkiye “ateşkes” için Rusya ile birlikte harekete geçiyor, Astana görüşmelerinin temeli atılıyordu. Bu yöndeki asıl gelişme, 4 Mayıs 2017’de, Rusya, İran ve Türkiye arasında imzalanan ateşkes anlaşması ile sağlandı. Buna göre Suriye’de kan dökülmesini önlemek için ülkede “çatışmazlık bölgeleri” kurulacaktı.

4 Mayıs (2017) anlaşması, sanıldığı gibi, Türkiye ile Rusya’yı bir cephede birleştirmiyordu. Aksine, görüşmelere iki ülke karşıt cepheleri temsil etmek üzere katılmış, “Rusya ve İran, Suriye Devleti’nin; Türkiye de muhaliflerin garantörü” olmuştu. Türkiye, sivil halkın (ve de onların arasına karışmış cihadistlerin) İdlib’e nakledilmelerine yardımcı olacaktı. Bu demekti ki savaş bitmiyor, son perde İdlib’e erteleniyordu. BM bölge temsilcisi Staffan de Mistura’nın Halep tahliye edilirken dediği gibi “Haleb’in yerini, İdlib alıyordu.” İdlib’in nüfusu iki milyonu bulmuştu ve bunun yarısı “nakledilenler”den oluşuyordu. İdlib, yeni bir göç dalgasına yol açacak bir barut fıçısı haline gelmişti.

2017 Temmuz’unda Suriye iç savaşında iki önemli gelişme daha yaşandı. Bunlardan birincisi Trump yönetiminin Esad rejimine karşı muhalifleri desteklemekten vazgeçmesiydi. ABD, 2015 ve 2016 yıllarında, “Timber Sycamore” adlı CIA operasyonu çerçevesinde bir sürü muhalif guruba bir milyar dolar civarında yardım yapmıştı. Şimdi bu yardım kesiliyordu. Karar, Trump’ın 2016 Kasım’ında Wall Street Journal’a söylediklerinin mantıki bir sonucuydu. Bu beyanatında, Trump, “Aynı zamanda hem Esad hem de DAEŞ’le savaşmanın ahmakça bir şey olduğunu” söylemişti.

Şimdi Esad’ın elini serbest bırakıyor, ilk hedef olarak DAEŞ’i seçiyordu. Esad, Rus şemsiyesi altında, savaşı kazanmıştı.

Aynı günlerde gerçekleşen ikinci önemli gelişme de İdlib’de Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) örgütünün Ahrar al Şam’ı alt ederek eyalete hâkim olmasıydı. Böylece, Türkiye’nin yardımıyla, çoğu sivillerle beraber Halep’den İdlib’e naklonulan bu terörist grup Türk sınırlarında hegemonya kuruyordu. ABD’nin bölge özel temsilcisi McGurk da, yakınlarda, “İdlib bölgesi, 11 Eylül saldırılarından bu yana El-Kaide’nin en büyük barınma alanı haline geldi” derken, bu durumu kastediyordu. Şimdi, savaşın son aşamasında, Türkiye bunlarla karşı karşıyaydı ve 15 Eylül’de Astana’da Rusya ve İran’la yaptığı anlaşma çerçevesinde yaratılan “çatışmazlık bölgeleri”ne gözlemciler yerleştirecek ve barışı sağlamaya çalışacaktı. 

Bu arada Türkiye’ye yeni bir göç dalgasını önlemenin de yollarını arayacaktı. 7 Ekim’de, sanki bir fütuhat operasyonuymuş gibi ilan edilen “İdlip Harekâtı”nın amacı buydu”. 
(BirGün, 15 Ekim 2017).

• • •

Üç ay önce Suriye cephesinde durum buydu ve İdlib’de adeta “fırtınadan önceki sessizlik” hüküm sürüyordu. Sonunda fırtına da koptu: Suriye İdlib’te harekete geçiyor ve Beştepe de “Afrin!” diyordu. Ne var ki, Türkiye her ne kadar operasyonu “terörle mücadele” kapsamı içinde sunuyorsa da, Suriye bunu kendi topraklarına karşı bir saldırı olarak değerlendiriyor ve Dışişleri Bakanlığı şu açıklamayı yapıyordu: “Eğer Türk uçakları bir saldırıya girişirse, Suriye hava savunması herhangi bir Türk uçağı hedefini yok etmeye hazırdır.” Yani PYD/YPG’ye karşı girişilecek harekât kısa sürede bir Suriye savaşına dönüşme potansiyeli taşıyordu. Bölgedeki konumu ve Esad’la ilişkileri, Rusya’nın da böyle bir kapışmada Türkiye’nin yanında olmayacağının işaretiydi. Kaldı ki son olarak ABD Dışişleri sözcüsü de Türkiye’ye “operasyondan kaçınma” çağrısı yapmış ve “Türklerin şiddete başvurmak yerine DAEŞ’e odaklanması” temennisinde bulunmuştu.

Ne var ki son üç aydaki gelişmelere bakılırsa AKP iktidarının artık böyle temennilere kulak asacak hali yoktu. İktidara yakın bir yazarın yazdığına göre, “ABD’nin Kudüs kararından sonra artan anti-Amerikanizm Erdoğan ve AK Parti’ye yarar hale” gelmişti. (HaberTürk, 15 Aralık 2017).

ABD cephesindeki durum da buydu.

• • •

Gerçekten de son aylarda Türkiye-ABD ilişkileri adeta kopma noktasına geldi ve varılan noktada, örneğin bir Suriye sorununda, AKP iktidarı kendi seçmenlerinin olağan desteğinden çok daha fazlasını arkasına almış görünüyor: “Yerli ve milli” duruşla “ulusalcı” duruşun kesiştiği noktadayız ve bu noktada Yeni Şafak ve Sözcü gazeteleri benzer manşetler atabiliyorlar. Oysa yine bugünlerde ABD’de tüm demokratlar da Trump faşizmine savaş açmış durumdalar ve Türkiye’de yükselen anti-Amerikanizm bunlar arasında bir fark görmüyor. Bu durumda, kısasa kısas, onlar da hasıma husumetle yanıt veriyor ve farklı motivasyonlarla da olsa Türkiye karşısında ortak bir tavır sergiliyorlar.

Yoksa ipler tamamen kopuyor mu?

• • •

“Hayır!” diyor, Türkiye uzmanı Amerikalı tarihçi, ABD’ye şu sıralarda hâkim olan genel eğilimi yansıtan yazısında! Hayır, kopmamalı! ABD ile Türkiye her şeye rağmen anlaşabilirler ve anlaşmak zorundalar. Anlaşabilecekleri tek husus da zaten belli: İstikrar! (N. Y. Times, Nick Danforth, 10 Ocak, 2018).

Ulusal güvenlikle ilgili önemli bir düşünce kuruluşunda (Bipartisan Policy Center) yorumcu olan yazar, Erdoğan’ın “kuşatılma duygusu” içinde olduğunu ve bunun da kendisini yurt içinde daha sert önlemlere, dışarda da “anti-Amerikan retoriği katılaştırmaya” sevk edeceğini söylüyor. Böylece bir yanda tutuklanan gazeteci ve siyasetçiler, öte yanda Batı’yla her gün biraz daha gerilen ilişkiler bir kısır döngü yaratırken, ülkenin “sosyal dokusu ve ekonomisi” de her gün biraz daha kırılgan hale geliyor. Ve sonunda kaçınılmaz olacak büyük kriz ile de, ülke, “istikrar veya kaos” almaşıkları arasında sıkışıp kalacak! Yazar benzer görüşleri daha önce Washington Post’ta da ifade etmişti (17 Ağustos 2017).
“İstikrar veya kaos” ikilemi karşısında ABD’nin tavrı ne olabilir? Danforth bu ikilemin “Türkiye’yi Washington’a daha bağımlı hale getirmekten çok, Ankara’da Batı ile ipleri tamamen koparmanın Türkiye’nin çıkarına olacağına inananların gücünü artıracağını düşünüyor ve kendisi de “istikrar” fikrine katılıyor.

Peki, istikrarı kim ve nasıl sağlayabilir?
Bu konuda da yazarın yorumu şöyle: “İktidara nasıl sıkı sıkıya el koyduğu göz önünde bulundurulursa, Erdoğan’ın, ekonomi ne kadar kötü olursa olsun, seçimle iktidardan uzaklaşması olası görünmüyor. Eğer mutlaka iktidara asılırsa, düşüşü demokrasiye yumuşak geçişi kolaylaştırmaktan çok şiddetin yayılmasına yol açacağa benziyor. Bu koşullarda ülkeyi uçuruma doğru sürüklemek Amerikan ideallerine uygun olmadığı gibi, Türk halkının çıkarlarına hiç uygun değildir!”


O halde? 

O halde Türkiye’de istikrarı kim sağlarsa o desteklenecek ve bu koşullarda daha korkunç olan istikrarsızlığa (“kaos”a) karşı da, “Amerikalı siyasetçilerin öfkelendirici ve tehlikeli buldukları” Erdoğan, “başka birçok otoriter lider gibi”, istikrar uğruna desteklenecek! Böylece, Türkiye Cumhurbaşkanı, “her vesile ile kötülediği Amerikan sinizminin aslında başlıca yararlanıcısı” olacak! Bunları söyleyen ve önümüzdeki dönemde durumun daha da kötüleşeceğini tahmin eden yazar, siyaset yapıcılara Türkiye’deki otoriter rejime eleştiriler yöneltmek ve (kısmi) yaptırımlar uygulamaktan geri kalmamalarını da öneriyor.

• • •

Nick Danforth bu ürkütücü yorumu Afrin krizinden önce yapmıştı ve yorumu Amerikan kamuoyunu biçimlendiren çeşitli yorumlarla uyum halinde görünüyor. ABD’nin bir ileri bir geri attığı adımlar da (vize krizi, YPG/PYD ordusu, “Afrin bizi ilgilendirmez” çıkışı vb) yazarın yorumunu –ve “Amerikan sinizmi”ni- doğruluyor.

Danforth’un “istikrar” hakkında yazdıkları, yakın geçmişte yaşadıklarımızı hatırlayanların dudaklarında acı bir tebessüme yol açacaktır. Biliyoruz ki bu ülke 12 Eylül’e, ABD’nin “istikrar” kaygısı ile değil, ülkeyi destabilize etme (“kaos” yaratma) becerisiyle sürüklenmişti. O zaman Türkiye’de gerçekten antiemperyalist bir muhalefet vardı ve onlarla ABD çıkarlarına uygun bir “istikrar” mümkün görünmüyordu. 


Bugün ise, Beştepe’de -ABD’li siyasetçilere hakaret etse, vatandaşlarını hapse atsa bile- Amerikan sermayesine son derece saygılı bir Başkan oturuyor. 
Washington için önemli olan da bu değil mi?
Yine de Amerikalı yazar “Erdoğan’ın seçimle gitmesi olası görünmüyor” derken çok yanılıyor. Şimdilik gözler Afrin’de; “Türkiye hiç bu kadar yalnız olmamıştı” diyor başka bir yabancı yazar (Le Monde, 19 Ocak) ve gerçek demokratlar da “kaos”a düşmeden ülkede özgürlükleri kurtarmaya çalışıyorlar. Bu koşullarda 2019 seçimlerinin Türkiye’de insan haklarının geleceği açısından ne kadar önemli olduğunu her geçen gün biraz daha iyi anlıyoruz.

Taner Timur / BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder