Bu satırları yazarken seni şimdi salondaki koltuğun üzerinde hayal ediyorum.
Yıllar öncesinde Ağca’nın müthiş firar döneminin Mallorca Adası maceralarını kovalarken İspanya’da evimize gelmiştin...
Ben mesleğe yeni giren bir muhabirdim.
Sana çay dahi ikram edemediğimizi hatırlıyorum. Çok kötü bir ülserinin olduğunu anlatmış ve suyla yetinmiştin. Ama salonda hâlâ duran o koltuğun üzerinde saatler boyu sohbet etmiştik.
Yıllar öncesinde Ağca’nın müthiş firar döneminin Mallorca Adası maceralarını kovalarken İspanya’da evimize gelmiştin...
Ben mesleğe yeni giren bir muhabirdim.
Sana çay dahi ikram edemediğimizi hatırlıyorum. Çok kötü bir ülserinin olduğunu anlatmış ve suyla yetinmiştin. Ama salonda hâlâ duran o koltuğun üzerinde saatler boyu sohbet etmiştik.
Cebinden derhal cüzdanında taşıdığın, yanından hiç ayırmadığın güzel ve sevgili eşin Güldal’ın fotoğrafını çıkarıp göstermiştin. Güldal’ı o yıllarda daha hâlâ rakipsiz olan Sofia Loren’e benzetmiştik. Sonra da uzunlamasına yeni geçmekte olduğun “bilgisayar”ın marifetlerini anlatmıştın...
“Bilgisayar”ı, ilk senden dinlediğimi hatırlıyorum.
Bugün BM’de söylevler veren “akıllı robot Sofia’yı” bana anlatanı nasıl dinlersem, bilgisayar için verdiğin o bilgileri de öyle dinlemiştim.
Daktilomdan asla ayrılmayı düşünmediğim bir dönemde bana, “Bu kaçınılmaz!” demiştin: “Bilgisayara ne kadar erken geçersen o kadar kazançlı çıkarsın. Bunu şimdi hemen yapmalısın!”
‘Korkunç döneme giriyoruz’
Sevgili Uğur, sen hep böyle “ilerici” ve “ileriyi gören” biri oldun.
Ölümünden çeyrek asır sonra seni hâlâ bu kerte canlı ve çok taze hatırlamamızın nedeni, alabildiğine “sahici” olan insan yüzün kadar, hep “ileriye dönük” biri olmuş olman.
Acayip iletişimciydin mesela...
Yaşadığın dönemin fevkalade donuk, kalıpsal TV programları ve sohbetlerine dönüp her bakışımda, senin “söz”e ne denli hâkim, ne denli doğal, akıcı, hızlı ve hazırcevap, eğlenceli, esprili bir iletişimci olduğunu fark ediyorum.
Twitter ve instagram çağına yetişseydin, kim bilir bugün nasıl bir iletişim bombası olurdun?
Sıradışı “iletişimciliğinle” atbaşı giden diğer özelliğin, dünyayı çok yakından takip edip, olaylara “şümullü biçimde” hâkim olmandı.
Yirmi beş yıl öncesinin Türkiyesi içe kapalı bir evren olmasına rağmen, sen dünyayı, Türkiye şartlarında en iyi izleyen ender gazetecilerden oldun. Yaptığın dünya ve Türkiye analizleri bu yüzden hep dikkat çekici bir bütünselik içerdi. Ve bugüne değin ışık tutabilen, uzun soluklu değerlendirmeler olarak kaldılar.
Ölmeden kısa süre önce, (Sosyal Demokrat Halk Dernekleri Federasyonu) HDF için yaptığın bir konuşma var mesela önümde. Dün yapılmış gibi:
“Dünyamız 20. yüzyılın başındaki drama yeniden sürüklenerek, yeni bir korkunç döneme giriyor” diyerek şöyle devam ediyorsun:
“Biliyorsunuz 20. yüzyıl bütün dünyada hortlayan, bütün dünyada örgütlenen etnik ayaklanmalarla başlıyor. Şimdi 21. yüzyıla girerken yine aynı tabloyla karşılaşıyoruz. Dünya tıpkı 1. Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi pergel ve cetvelle bölünüyor. Ve pergel ve cetvelle sınırlar çiziliyor.”
Sevgili Uğur, şimdi işte 25 yıl öncesinde öngördüğün o “korkunç dönemin” tamamen içindeyiz.
Korktuğun ve korktuğumuz her şey ağır çekim bir tren kazası gibi başımıza geldi ve gerçekleşti.
Sevgili Uğur, sen hep böyle “ilerici” ve “ileriyi gören” biri oldun.
Ölümünden çeyrek asır sonra seni hâlâ bu kerte canlı ve çok taze hatırlamamızın nedeni, alabildiğine “sahici” olan insan yüzün kadar, hep “ileriye dönük” biri olmuş olman.
Acayip iletişimciydin mesela...
Yaşadığın dönemin fevkalade donuk, kalıpsal TV programları ve sohbetlerine dönüp her bakışımda, senin “söz”e ne denli hâkim, ne denli doğal, akıcı, hızlı ve hazırcevap, eğlenceli, esprili bir iletişimci olduğunu fark ediyorum.
Twitter ve instagram çağına yetişseydin, kim bilir bugün nasıl bir iletişim bombası olurdun?
Sıradışı “iletişimciliğinle” atbaşı giden diğer özelliğin, dünyayı çok yakından takip edip, olaylara “şümullü biçimde” hâkim olmandı.
Yirmi beş yıl öncesinin Türkiyesi içe kapalı bir evren olmasına rağmen, sen dünyayı, Türkiye şartlarında en iyi izleyen ender gazetecilerden oldun. Yaptığın dünya ve Türkiye analizleri bu yüzden hep dikkat çekici bir bütünselik içerdi. Ve bugüne değin ışık tutabilen, uzun soluklu değerlendirmeler olarak kaldılar.
Ölmeden kısa süre önce, (Sosyal Demokrat Halk Dernekleri Federasyonu) HDF için yaptığın bir konuşma var mesela önümde. Dün yapılmış gibi:
“Dünyamız 20. yüzyılın başındaki drama yeniden sürüklenerek, yeni bir korkunç döneme giriyor” diyerek şöyle devam ediyorsun:
“Biliyorsunuz 20. yüzyıl bütün dünyada hortlayan, bütün dünyada örgütlenen etnik ayaklanmalarla başlıyor. Şimdi 21. yüzyıla girerken yine aynı tabloyla karşılaşıyoruz. Dünya tıpkı 1. Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi pergel ve cetvelle bölünüyor. Ve pergel ve cetvelle sınırlar çiziliyor.”
Sevgili Uğur, şimdi işte 25 yıl öncesinde öngördüğün o “korkunç dönemin” tamamen içindeyiz.
Korktuğun ve korktuğumuz her şey ağır çekim bir tren kazası gibi başımıza geldi ve gerçekleşti.
‘Barış en sakıncalı sözcük’
Dün “Birgün”de sevgili oğlun Özgür’ün vermiş olduğu röportajı okudum.
“Babamın yaptığı tarz gazeteciliğin bugünkü iktidar yapısının ve bu toplumsal kutuplaşmanın içersinde ayakta kalabileceğini düşünmüyorum” diyen Özgür ekliyor:
“Yaptığı haberlere muhtemelen erişim yasağı gelirdi; yasaklanırdı ve büyük ihtimalle hapse atılırdı.”Ahmet Şık, Murat Sabuncu, Akın Atalay iki yıla yakın süredir hâlâ içerde.
Yaşasaydın Özgür’ün dediği gibi büyük olasılıkla sen de bu kahredici tablonun parçası olacaktın...
“İnsanlar niçin hapis yatar? Niçin acı çeker?” demişsin gene çok etikileyici konuşmalardan birinde ve eklemişsin:
“Birtakım insanlar 5 yıldan 15 yıla kadar niçin hapsedilirler? Niçin? Bugünkü düzen gibi bir düzen sürsün diye. Bugün Türkiye’de bazı sözcükler yasaktır ve sakıncalı çağrışımlara yol açarlar. Bir tanesi ‘barış’, bir tanesi ‘örgüt’, bir tanesi ‘sınıf’...”
Bu sözcükler içinden şimdi “barış”ın ennnnn tehlikeli görüldüğü ve sakıncalı bulunduğu bir dönemdeyiz.
Bir insan dünden bugüne ülkesine bunca mı net ve berrak bir ayna tutar?
Ya da biz bu kadar mı değişmez bir döngünün esiriyiz?
Dün “Birgün”de sevgili oğlun Özgür’ün vermiş olduğu röportajı okudum.
“Babamın yaptığı tarz gazeteciliğin bugünkü iktidar yapısının ve bu toplumsal kutuplaşmanın içersinde ayakta kalabileceğini düşünmüyorum” diyen Özgür ekliyor:
“Yaptığı haberlere muhtemelen erişim yasağı gelirdi; yasaklanırdı ve büyük ihtimalle hapse atılırdı.”Ahmet Şık, Murat Sabuncu, Akın Atalay iki yıla yakın süredir hâlâ içerde.
Yaşasaydın Özgür’ün dediği gibi büyük olasılıkla sen de bu kahredici tablonun parçası olacaktın...
“İnsanlar niçin hapis yatar? Niçin acı çeker?” demişsin gene çok etikileyici konuşmalardan birinde ve eklemişsin:
“Birtakım insanlar 5 yıldan 15 yıla kadar niçin hapsedilirler? Niçin? Bugünkü düzen gibi bir düzen sürsün diye. Bugün Türkiye’de bazı sözcükler yasaktır ve sakıncalı çağrışımlara yol açarlar. Bir tanesi ‘barış’, bir tanesi ‘örgüt’, bir tanesi ‘sınıf’...”
Bu sözcükler içinden şimdi “barış”ın ennnnn tehlikeli görüldüğü ve sakıncalı bulunduğu bir dönemdeyiz.
Bir insan dünden bugüne ülkesine bunca mı net ve berrak bir ayna tutar?
Ya da biz bu kadar mı değişmez bir döngünün esiriyiz?
Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder