29 Ocak 2018 Pazartesi

The Post filmini seyrederken.. Savaş, basın ve sermaye - TANER TİMUR

The Post filmi gösterime girdiği her ülkede “basın özgürlüğü” ve “kadın hakları” konularında ibret verici bir ders olarak izlendi. Oysa söz konusu olan, gerçeklere dayansa da nihayet bir filmdi ve bu niteliğiyle de tartışmalara yol açtı.



Bu yıl ABD’de Altın Küre ödülleri verilirken yapılan konuşmalar ister istemez ülkenin siyasi atmosferini de yansıtıyordu. “Trump heyulası” sanki Hollywood’un tepesine de çökmüştü!
Bu starlar resmi geçidine daha çok iki “mega-star” damgasını vurdu. Bunlardan TV sunucusu ve basın patronu Oprah Winfrey adeta bir “anti-Trump başkan adayı” havasındaydı. Duygulu konuşmasında eşitlik ve özgürlük mesajını (siyah ve kadın olarak) kişisel yaşantısına dayandırdı. Ünlü aktris Meryl Streep ise, (bilmiyorum kaçıncı) ödülünü alırken yaptığı konuşmada, son yıllarda ABD’de en çok aşağılanan üç şeyin “basın, Hollywood ve yabancılar” olduğunu söyledi. Güzel bir rastlantı, bugünlerde gördüğümüz ve kendisinin de başrolde olduğu “The Post” filmi, bizlere bu konuları kendi dünyamızda da tartışma fırsatı veriyor.

• • •

“The Post” filmi Vietnam Savaşı esnasında halka devamlı yalan söyleyen ABD başkanlarını ve buna karşı bir basın patronunun ibret verici kavgasını anlatıyor. Üstelik kameranın arkasında da Steven Spielberg olunca bu ders aynı zamanda bir sanat şöleni oluyor. Yönetmen, filmle ilgili bir söyleşisinde Meryl ile ilk kez bu filmde bir araya geldiğini ve bu efsane kadınla buluşmanın kendisinde adeta bir “korku” yarattığını söyledi. (Le Monde, 19 Ocak 2018). Aslında film çok daha büyük bir korku (ve de “korkuyu kullanım kılavuzu”) üzerine kurulu: Savaş korkusu. Bizler de bu vesile ile sinema salonundan “yalan söylemek”in en büyük suçlar arasında sayıldığı bir ülkede devlet yönetiminin tamamen yalana dayandığını öğrenerek çıkıyoruz. Halen Beyaz Saray’da oturan “Yalancı”nın basını ve Hollywood’u devamlı aşağıladığı bu günlerde!

• • •

Filme konu olan olaylar zinciri, 1965 yılı sonlarında, Vietnam’da bir ABD birliğinin Vietkong saldırısına uğrayarak yok edilmesi ile başlıyor. Buna tanık olan eski denizci bir analist, Daniel Ellsberg, o akşam uçakla ülkesine dönerken aynı uçakta olan Savunma Bakanı Robert McNamara ile konuşuyor ve ondan savaşta hiç ilerleme kaydedilmediğini, aksine durumun her gün biraz daha kötüleştiğini öğreniyor. Oysa McNamara uçak indiğinde kendisini karşılayan gazetecilere durumun çok iyi olduğunu, ordunun zafere doğru ilerlediğini, yani gerçeklerin tam tersini söyleyecektir! Kuşkular içinde kalan ve vicdanı rahatsız olan analist, birkaç meslektaşının da yardımıyla Pentagon’da Vietnam dosyalarına ulaşır ve bunlar içinde en önemli gördüklerini de (7000 sayfa) kopyalar. Belgeler ABD’de başkanların (Truman, Eisenhower, Kennedy, Johnson) savaş konusunda halka devamlı yalan söylediklerini açıkça ortaya koymaktadır. Ellsberg bunları kamuoyuna duyuracaktır. “Bir kamu görevlisi olarak sır saklamaya ya da Başkan’a itaata değil, Anayasa’ya uymaya yemin ettiğini” hatırlamaktadır. (N.Y. Times, Jim Rutenberg, 24 Aralık 2017).

• • •

Tam bu sıralarda Washington Post gazetesinde Katharine (Kay) Graham da (Meryl Streep) yönetimi ele alma çabaları içindedir. Gazetenin mülkiyetine sahip olduğu halde, bir erkek kalabalığı içinde tek başına ve sırf kadın olduğu için de itirazlara uğrayarak savaşmak zorundadır. Danışman ve yöneticiler arasında “kadın olması” dolayısıyla gereken otoriteyi kuramayacağını söyleyenler, hatta kocasının bir “kaza” gibi geçiştirilmiş intiharının da aleyhinde kullanılacağını ima edenler çıkar. Fakat o direnir; cesur ve ilke sahibi Benjamin (Ben) Bradlee’nin de (Tom Hanks) desteğiyle koltuğuna yerleşir.

• • •


Spielberg, hayatında Kay Graham ile tek bir kez, 1998’de karşılaştığını ve sohbet esnasında kendisi iki soru sorana kadar Kay’in on kadar soru patlattığını anımsayarak şunu söylüyor: “Bunun bir gazeteci refleksi olduğunu düşünüyorum. Kay’in damarlarında kan değil, mürekkep dolaşıyordu.” İşte tam da bu nokta bizi basın-sermaye ilişkilerini sorgulamaya götürüyor.

1971 yılında Nixon iktidardadır. The Post’un gündeminde de gazetenin tirajını nasıl artıracağı; borsaya giriş; Nixon’un kızının düğününe koyulan yayım yasağına uyulup uyulmayacağı vb gibi sorunlar vardır. Oysa bu sırada çok daha önemli bir sorun çıkar karşılarına! New York Times’e düğünle ilgili tavırları hakkında casusluk yapsın diye gönderdikleri gazeteci, oradan çok daha önemli bir bilgiyle dönmüştür: Rakip gazete, Vietnam’la ilgili McNamara’nın ikiyüzlülüğünü ortaya koyan dosyaları (Pentagon Papers), üstelik avukatlarının risk uyarısına aldırış etmeden, yayınlamak üzeredir! Bu durumda Washington Post’a da ya susmak ya da rakip gazeteyi taklit etmek gibi “küçük düşürücü” iki seçenek kalmaktadır.

• • •

Oysa olaylar hızla farklı bir boyut kazanır; Nixon, mahkemeden “Casusluk Kanunu”na (Espionage Act) karar çıkarmış ve N.Y. Times’ı susturmuştur. Böylece “yalan hâkimiyeti” hukuki kalıba oturtulmuş, yönetim rahatlamıştır. Ne var ki bu arada The Post da büyük çabalarla Ellsberg’le temas kurmuş ve belgelerden bin sayfalık önemli bir kısmı elde etmiştir.

Dramatik gerilim burada başlar: New York Times susturulmuş iken, Washington Post tüm riskleri alarak “Pentagon Papers”ı yayınlamaya devam edecek midir? Gazete kapanma tehlikesi ile karşı karşıyadır; yöneticiler ikiye ayrılır; Graham baskı altındadır. Yazı işleri müdürü Bradlee yayınlamaktan yanadır; fakat kendisi sadece işini, Graham ise her şeyini kaybedecektir. Bunlar aralarında da konuşulur. Her şeye rağmen Graham yılmaz ve en büyük desteği de kızından alır. Aslında o da annesiyle beraber geleceğini kaybedecektir; yine de hayran olduğu annesine moral vermekten geri durmaz. Erkekler dünyasında kadın dayanışmasının güzel bir örneğidir bu.

• • •

Sonunda belgeler yayınlanır ve “devlet sırrı”, “devlet güvenliği” gibi bahanelerle hukuki takibat da başlar. Ne var ki belgeleri ertesi günden itibaren neredeyse Amerika’nın bütün gazeteleri de yayınlamaya başlamıştır. Sonuç: Yüksek Mahkeme mesajı alır ve gazete beraat eder. Hâkimlerden biri “Gazeteler, Kurucu Babalar’ın umut ettikleri ve yapacaklarından da emin oldukları şeyi asaletle yaptılar” diye bir not düşmüştür. Zafer sadece Washington Post’un değil, bütün basınındır. Yine de en büyük gurur ve onur payı elbette ki The Post’a ve Graham’a düşer. Yakınlarının Kay dedikleri yürekli patrona!

• • •

The Post’un senaryosunu Oscar ödüllü yazar Josh Singer ile Liz Hannah yazmıştı. Spielberg, söyleşisinde “senaryo 2017 Şubat’ında elime geçer geçmez bu filmin hemen çevrilmesi gerektiğini anladım” diyor. Çünkü ortada Nixon dönemini çağrıştıran, belki daha da ağır bir durum vardır ve beğenmediği her habere “fake news” diye saldıran Trump zamanında “basın her zamankinden daha büyük bir tehdit altında” bulunmaktadır. Ve bu koşullarda, film, “takvim sıkışıklığı”nın yarattığı ve yönetmenin “daha önce hiç yaşamamıştım” dediği zorlu bir çalışma sonunda, Kasım ayında tamamlanarak vizyona girer.

• • •

The Post filmi gösterime girdiği her ülkede “basın özgürlüğü” ve “kadın hakları” konularında ibret verici bir ders olarak izlendi. Oysa söz konusu olan, gerçeklere dayansa da nihayet bir filmdi ve bu niteliğiyle de tartışmalara yol açtı. Feminist çevreler Graham’ın yetişme tarzı itibariyle uzun yıllar kadın-erkek eşitliğine inanmadığını; 1969’da “Bir kadının herhangi bir gazetede yazı işleri müdürü olmasını düşünemediğini” söylediğini ve gazetesine kadın gazeteciler almaya da ancak 1970’lerde -üstelik dava tehdidi altında- başladığını hatırlatıyorlar. (M le magazine du Monde; 19 Ocak 2018). Aynı çevrelere göre, Graham, feminist tezlere hayli sonraları, dostu Gloria Steinem’in etkisiyle sempati duymaya başlamıştı. Kısaca, Kay, feminist davada adı geçecek biri sayılamazdı.

• • •

Daha önemlisi de şuydu: Graham, aslında savaş açtığı yönetici zümrenin has bir üyesi idi. Kocası Phil, Kennedy ve Johnson’un bir çok konuşmasını kaleme almış, kendisi de Kissinger ve Johnson gibi “büyük”lerle dostluklar kurmuştu.

Gazetesinde rezil ettiği McNamara ise briç arkadaşıydı. Ayrıca New York Times ile rekabeti onu gazeteciliğin bazı adi yöntemlerinden de masun kılmamıştı. Yine de kriz anında ilkelere sarıldı; idealist bir gazeteci gibi davrandı ve her şeyini kaybetmeyi de göze aldı. Bu da az bir şey mi? Elbette değil ve Spielberg’in söyleşisinde bunun anahtarını da buluyoruz.

Spielberg, hayatında Kay Graham ile tek bir kez, 1998’de karşılaştığını ve sohbet esnasında kendisi iki soru sorana kadar Kay’in on kadar soru patlattığını anımsayarak şunu söylüyor: “Bunun bir gazeteci refleksi olduğunu düşünüyorum. Kay’in damarlarında kan değil, mürekkep dolaşıyordu.” İşte tam da bu nokta bizi basın-sermaye ilişkilerini sorgulamaya götürüyor.

• • •


Filmde, Graham’ın gazetesine sahip olma kavgası verdiği sahnelerde, Kay, karşılaştığı muhalefet karşısında bir ara sinirlenir ve « Patron benim! Bu benim gazetem! » diye bağırır. Oysa tüm çalışanların kaderini bir kişinin dudaklarına bağlayan bu nokta, aslında gazeteciliğin de bittiği yerdir. Bu çıkmazdan tek ve göreli bir çıkış yolu vardır : “Patron”un da gerçek bir gazeteci ruhu taşıması ve bunun için de sermayesini bile kaybetmeyi göze alabilmesi! İşte 1971’de “damarlarında mürekkep dolaşan” Kay’i bir basın kahramanı konumuna yerleştiren de bu özelliği olmuştur. Buna karşılık bir patron, gazetesini, basın etiğine dayanarak değil de, sermayesini artırmak ve karanlık işlerini örtmek amacıyla kullanıyorsa, artık orada kimse gazetecilikten söz edemez. Orada sadece “patron ve adamları” vardır. Zaten bu koşullarda “patron” da “başkan”ın esiri haline gelir ve “gazeteci” kılığına girmiş dalkavukları, muhbirleri ve “yorumcu”larıyla birlikte “başkan ve adamları”nın hizmetine girer. Bu bataklıktan sadece patrona maddeten bağlı olmayan, ya da en dayanılmaz şartlarda bile ilkeleri çıkarların üstünde tutabilen özgürlük aşığı ruhlar kirlenmeden, başı dik çıkabilir.

İşte The Post filminin bana telkin ettiği düşünceler bunlar oldu. Spielberg, acı duyarak, ülkesinde basın özgürlüğüne yönelen tehditlerin bu filmi acil kıldığını söylemişti. Aynı filmi bir “gazeteciler hapishanesi” haline gelmiş bir ülkede seyretmek çok daha acı verici oluyor..


Taner Timur / BİRGÜN


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder