Modern devletler; genel kaideler esas alındığında benzerlik gösterseler de, kendilerine has yönetim usulleri, kontrol mekanizmaları ve uygulamaları ile birbirlerinden ayrılırlar.
Türkiye ve Avrupa'daki devletleri esas aldığımızda, "ulus-devlet" modelinin öne çıktığını ve bu bağlamda devletle birey arasındaki bağın "vatandaşlık" üzerinden kurgulandığını görüyoruz.
Bu yönetim biçiminin sürdürülebilir olmasının temelinde "devlete güven" esastır. Devlet ile vatandaşlar arasındaki "güven" bağı da "kimlik" temelinde oluşturulur.
Kimlik, farklı yönetim şekillerini arzulayan zümreler tarafından yıpratılmak, anlamsızlaştırılmak, ana değerinden saptırılmak istenebilir.
Kimliğin ortadan kaldırıldığı, ortak paydanın azaltıldığı toplumda devlete olan güven sarsılır.
Beraberinde ortak tarihe olan saygı ortadan kalkar. Vatandaşlar arasında sınıf farklılıkları çatışma noktasına dönüşür. Bu durum; vatandaşların farklı ülkelere gitme, göç etme taleplerinde patlamaya neden olur.
Dünya tarihi, tıpkı bu şekilde gerileyen, esir olan ve nihayetinde yıkılan devletlerle doludur.
***
Millî devletleri ayakta tutan vatandaşlık bağının ana harcını dil oluşturur. Konuşulan ortak dilin kaybolması, çeşitli etnik gruplara ait derme çatma dil yapılarının resmileştirilmek istenmesi son derece tehlikelidir.
Hollanda gibi bağdaşık olmayan devletlerde resmi diller birden fazla olabilir. Ancak Türkiye gibi en büyük dayanak noktası ortak dil olan ülkelerde bunu yapamazsınız.
Resmi dil bakımından dağınık olan; sokağında, okulunda, Meclisinde farklı dillerin konuşulduğu bir ortamda devleti ayakta tutamazsınız.
Fransa Parlamentosu dildeki yıpranmanın önüne geçebilmek için, tabelalarda Fransızca dışında bir dil kullanımını yasaklamıştı. Yabancılaşmaya karşı dillerini korumak için sürekli bir arayış içerisindeler.
Türkiye ise en çok ihtiyaç duyduğu ortak dil kullanımını her geçen gün yıpratıyor.
Çözüm sürecinde Kürtçe yaygınlaştırıldı, Doğu ve Güneydoğu'da Türkçe tabelalar söküldü, onlarca Kürtçe kursu açıldı, Kürtçe seçmeli ders haline getirildi.
Öğrenciler daha ilkokulda bile yanında sıra arkadaşının farklı olduğunu hissediyordu. Halbuki geçmişte kimse kimsenin etnik kökenini araştırmaz, ders seçimlerini buna göre yapmazdı.
Çözüm sürecinde alınan kararların, uygulanmak istenen yöntemlerin hiçbiri karşılık bulmadı. Aksine 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarında görüldüğü gibi tam tersi bir etkileşim oluşturdu.
Ama vazgeçmediler!
Şimdi bambaşka bir süreci dikte ediyorlar.
Yeni moda; Arapçanın yaygınlaştırılması. Bunu da "ümmet" kılıfıyla pazarlıyorlar. Halbuki amacın ve niyetin çok başka olduğu ortada.
Kurumlarıyla çalışan, üreten bir "millî devlet" modelinde, yönetimde kalmalarının mümkün olmadığını çok iyi biliyorlar. Çünkü o modelde adalet var, hesap var, sorgulama var.
Bu yüzden millî devleti temellerinden sarsıp, yönetim süreçlerini uzatıyorlar.
Türk Standardları Enstitüsü (TSE) yeni bir karar aldı. Birçok haber sitesi ve ajans "Yabancı tabelalara kısıtlama" diyerek haberleştirdi.
Karara göre, Türkçe dışında bir dil kullanılması durumunda tabelada kaplayacağı alan en fazla yüzde 25 olacak!
Bu bir sınırlama değil, aksine serbestleştirmedir!
Özellikle Arap nüfusunun göç ettirildiği, büyükşehirler ve sahil kentlerinin belediyeleri aldıkları kararla Arapça tabelaların önüne geçebiliyorlardı. Birçok tabela bu sayede düzeltildi.
TSE'nin bu düzenlemesiyle artık böyle bir işlem yapılamayacak!
Tabelalarda göstermelik bir Türkçe, hemen altında ise Arapça veya İngilizce kelimeler olabilecek.
Bu adı konmamış bir resmi dil değişimidir.
Ticari tabelaların içine konulan Arapça yazıları kimse denetlemeyeceği için bir süre sonra tabelanın yarısını kaplayacak, sonraki yıllarda ise tamamını.
Ticarethanelerdeki serbestlik yakında trafik levhalarında da çıkar. Sonrasında kurumlara sirayet etmesi çok zor olmayacaktır!
"Bir millet kendine nasıl yabancılaştırılır" diye soracak olursanız, Türkiye'nin bugün uyguladıklarını dikkatle takip edin.
Batuhan Çolak / YENİÇAĞ
Türkiye ve Avrupa'daki devletleri esas aldığımızda, "ulus-devlet" modelinin öne çıktığını ve bu bağlamda devletle birey arasındaki bağın "vatandaşlık" üzerinden kurgulandığını görüyoruz.
Bu yönetim biçiminin sürdürülebilir olmasının temelinde "devlete güven" esastır. Devlet ile vatandaşlar arasındaki "güven" bağı da "kimlik" temelinde oluşturulur.
Kimlik, farklı yönetim şekillerini arzulayan zümreler tarafından yıpratılmak, anlamsızlaştırılmak, ana değerinden saptırılmak istenebilir.
Kimliğin ortadan kaldırıldığı, ortak paydanın azaltıldığı toplumda devlete olan güven sarsılır.
Beraberinde ortak tarihe olan saygı ortadan kalkar. Vatandaşlar arasında sınıf farklılıkları çatışma noktasına dönüşür. Bu durum; vatandaşların farklı ülkelere gitme, göç etme taleplerinde patlamaya neden olur.
Dünya tarihi, tıpkı bu şekilde gerileyen, esir olan ve nihayetinde yıkılan devletlerle doludur.
***
Millî devletleri ayakta tutan vatandaşlık bağının ana harcını dil oluşturur. Konuşulan ortak dilin kaybolması, çeşitli etnik gruplara ait derme çatma dil yapılarının resmileştirilmek istenmesi son derece tehlikelidir.
Hollanda gibi bağdaşık olmayan devletlerde resmi diller birden fazla olabilir. Ancak Türkiye gibi en büyük dayanak noktası ortak dil olan ülkelerde bunu yapamazsınız.
Resmi dil bakımından dağınık olan; sokağında, okulunda, Meclisinde farklı dillerin konuşulduğu bir ortamda devleti ayakta tutamazsınız.
Fransa Parlamentosu dildeki yıpranmanın önüne geçebilmek için, tabelalarda Fransızca dışında bir dil kullanımını yasaklamıştı. Yabancılaşmaya karşı dillerini korumak için sürekli bir arayış içerisindeler.
Türkiye ise en çok ihtiyaç duyduğu ortak dil kullanımını her geçen gün yıpratıyor.
Çözüm sürecinde Kürtçe yaygınlaştırıldı, Doğu ve Güneydoğu'da Türkçe tabelalar söküldü, onlarca Kürtçe kursu açıldı, Kürtçe seçmeli ders haline getirildi.
Öğrenciler daha ilkokulda bile yanında sıra arkadaşının farklı olduğunu hissediyordu. Halbuki geçmişte kimse kimsenin etnik kökenini araştırmaz, ders seçimlerini buna göre yapmazdı.
Çözüm sürecinde alınan kararların, uygulanmak istenen yöntemlerin hiçbiri karşılık bulmadı. Aksine 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarında görüldüğü gibi tam tersi bir etkileşim oluşturdu.
Ama vazgeçmediler!
Şimdi bambaşka bir süreci dikte ediyorlar.
Yeni moda; Arapçanın yaygınlaştırılması. Bunu da "ümmet" kılıfıyla pazarlıyorlar. Halbuki amacın ve niyetin çok başka olduğu ortada.
Kurumlarıyla çalışan, üreten bir "millî devlet" modelinde, yönetimde kalmalarının mümkün olmadığını çok iyi biliyorlar. Çünkü o modelde adalet var, hesap var, sorgulama var.
Bu yüzden millî devleti temellerinden sarsıp, yönetim süreçlerini uzatıyorlar.
Türk Standardları Enstitüsü (TSE) yeni bir karar aldı. Birçok haber sitesi ve ajans "Yabancı tabelalara kısıtlama" diyerek haberleştirdi.
Karara göre, Türkçe dışında bir dil kullanılması durumunda tabelada kaplayacağı alan en fazla yüzde 25 olacak!
Bu bir sınırlama değil, aksine serbestleştirmedir!
Özellikle Arap nüfusunun göç ettirildiği, büyükşehirler ve sahil kentlerinin belediyeleri aldıkları kararla Arapça tabelaların önüne geçebiliyorlardı. Birçok tabela bu sayede düzeltildi.
TSE'nin bu düzenlemesiyle artık böyle bir işlem yapılamayacak!
Tabelalarda göstermelik bir Türkçe, hemen altında ise Arapça veya İngilizce kelimeler olabilecek.
Bu adı konmamış bir resmi dil değişimidir.
Ticari tabelaların içine konulan Arapça yazıları kimse denetlemeyeceği için bir süre sonra tabelanın yarısını kaplayacak, sonraki yıllarda ise tamamını.
Ticarethanelerdeki serbestlik yakında trafik levhalarında da çıkar. Sonrasında kurumlara sirayet etmesi çok zor olmayacaktır!
"Bir millet kendine nasıl yabancılaştırılır" diye soracak olursanız, Türkiye'nin bugün uyguladıklarını dikkatle takip edin.
Batuhan Çolak / YENİÇAĞ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder