soL "Köşebaşı + Gündem" -28 Kasım 2025-

 BAE’den diplomatik aşağılama: ‘Türkiye'yi aradık, Başsavcılığın açıklamasını kaldırttık’ 

İstanbul Başsavcılığı, BAE bağlantılı casusluk operasyonu açıklaması yaptı. Birkaç saat sonra açıklamayı değiştirdi, BAE’nin adını kaldırdı. Şimdi BAE’den açıklama geldi ve açıklama, Türkiye’ye yönelik skandal bir diplomatik aşağılama.

Hukuktan çok siyasetle ve maden işleriyle ilgili olduğu görülen İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’in makamı, 25 Kasım Salı günü çok dikkat çeken bir açıklama yapmıştı.

Zaten Başsavcılıkların açıklama yapması da düne kadar olmayacak işti. Gürlek sürekli kamuoyuna hitap etmeyi, bu arada mahkeme süreçlerini ezip geçmeyi sevdiği için alıştı.

Başsavcılık, o alışkanlıkla, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) bağlantılı bir casusluk operasyonunu duyurmuştu Salı günü.

Açıklamada, BAE istihbarat servisinin Türkiye’de faaliyet gösteren ve kritik öneme sahip savunma sanayi kuruluşlarında görev yapan yönetici pozisyonundaki personelleri hedef aldığına ilişkin bulgular üzerine operasyon düzenlendiği söylendi.

Başsavcılığın açıklamasına göre BAE istihbarat servisinde görevli kişiler, Türkiye’deki bir GSM firmasından temin ettikleri numara üzerinden sahte profiller oluşturdu. Bu sahte profiller üzerinden de kritik pozisyonlarda çalışan personellere ilişkin biyografik veri derlemek için faaliyet yürütüldü.

Gerçekleştirilen operasyon kapsamında üç şüphelinin yakalandığı, bir şüphelinin hakkında da yakalama kararı çıkartıldığı bildirildi.

Açıklama apar topar değiştirilmişti

Birkaç saat içinde Başsavcılık, sosyal medya hesaplarındaki açıklamayı silip, yeni bir metin paylaştı. Paylaşılan yeni açıklamada, Bİrleşik Arap Emirlikleri'ne dair tüm ifadelerin çıkartıldığı görüldü.

Ayrıca bir önceki açıklamada yer verilen GSM şirketinden temin edilen numara aracılığıyla oluşturulan sahte profiller ve bu profillerin nasıl kullanıldığına dair bilgiler de yeni açıklamada yer almadı.

Öte yandan "Siyasal veya askeri casusluk" ifadesinin "casusluk" ifadesiyle değiştirildiği görüldü.

BAE’den açıklama: Türk makamları bize ‘sizle ilgisi yok’ dedi

BAE Başsavcılığı, olayla ilgili yazılı bir açıklama yaptı.

Türkiye’de Yargıtay’la bir telefon görüşmesi yapıldığı belirtilen açıklamada, “Görüşmede, Türkiye Yargıtay Başsavcısı, iki taraf arasındaki adli işbirliğini güçlendirmeye ve karşılıklı iletişim kanallarını artırmaya hazır olduklarını dile getirdi” denildi.

BAE Başsavcılığı’nın açıklamasında, söz konusu telefon görüşmesinde iki tarafın söyledikleri aktarıldı. Buna göre Yargıtay Başsavcısı, BAE’li mevkidaşına şunları söyledi:

Yargıtay Başsavcılığı, yasa dışı veya şüpheli herhangi bir faaliyetin olmadığını ve bu faaliyetlere BAE vatandaşlarının dahil edilmediğini teyit etmiştir.

İstanbul Başsavcı Vekilliği dahil ilgili Türk makamlarıyla yapılan temasın ardından, bu iddiaların kesinlikle asılsız (kategorik olarak yanlış) olduğu doğrulanmıştır.

Güvenlik yetkilileri, BAE vatandaşlarını kapsayan şüpheli bir davranış gözlemlenmediğini belirtmiştir.

Dolaşıma sokulan materyallerin doğru olmadığının teyit edilmesinin ardından, BAE aleyhindeki iddiaların kaldırılması için ilgili makamlara talimat verilmiştir.

Buna karşılık, BAE Başsavcısı’nın da “Türk Adalet Bakanı'nın İstanbul'da devam eden soruşturmalarla ilgili bugün yaptığı açıklama, Türk makamlarının konuya olan bağlılığını ve ciddiyetini göstermektedir” dediği not edildi.

Çok sayıda skandal var

BAE’nin açıklaması, çok sayıda skandalı beraberinde getiriyor.

İstanbul Başsavcılığı’nın açıklamasının birkaç saat içinde kaldırıldığı düşünülünce, BAE’nin bahsettiği telefon görüşmesinin 25 Kasım günü derhal yapıldığı anlaşılıyor.

Bu soruşturma ve operasyonda yetkili makamlar Başsavcılık, kolluk ve istihbarat. Madem bunlar çiçeği burnunda açıklamanın “gerçek dışı” olduğunu birkaç saat içinde “teyit edebiliyordu”, bu operasyon niye yapıldı? Operasyon yapıldıysa, BAE’ye işaret eden o açıklama niye yapıldı?

Birkaç saatte böyle bir teyidin yapılması zaten imkansızsa, Türk yargı temsilcisi, BAE’den gelen telefon üzerine niye açıklamanın kaldırılması talimatı verdi?

Her durumda, tüm bu ayrıntıların BAE tarafından “aradık kaldırttık” diye açıklanması da diplomatik bir aşağılama niteliğinde.

Olayla ilgili Adalet Bakanı başta olmak üzere Türk yetkililerin ne diyeceği merak konusu.

Türkiye'ye yönelik aşağılamalar zincirinin son halkası

BAE'nin açıkça Türkiye'deki yargı ve kolluk gücüne dışarıdan müdahale ettiğini duyurduğu olay, ilk değil.

Suudi Arabistan'ın İstanbul Başkonsolosluğu'nda Cemal Kaşıkçı'nın Suudi casuslar tarafından öldürülüp, cesedinin bir bavulda dışarı çıkarılması olayında AKP hükümeti benzer bir tavır sergilemiş, Suudilere göz yummak durumunda kalmıştı.

ABD Başkanı Donald Trump, Türkiye'de tutuklanan Rahip Brunson'un da kendisinin Erdoğan'dan talebi üzerine serbest bırakıldığını duyurmuştu.

Somali Cumhurbaşkanı'nın oğlu Türkiye'de bir trafik kazasında bir Türk vatandaşını öldürmüştü. Şahsın yurtdışına kaçmasına göz yumulmuş, yurtdışındayken gıyaben ve Türk yargısında rastlanılmayan bir hızda yürüyen yargı sürecinde 3 yıl hapis cezası verilmiş, o da 27 bin 300 liraya çevrilerek ülkesine serbestçe dönmesi sağlanmıştı.

***

 Emekçilerin kara cuması: Baskı, fazla mesai, ağır iş yükü 

"Her ne kadar aynı gemideyiz, efsaneyiz" söylemleri, işe giriş hediyeleri, "happy hour"lar ile üstü örtülmek istense de "Efsane Kasım"lar emekçilerine kara günler yaşatmaya devam ediyor. Dünya genelindeyse "Kara Cuma" protesto ediliyor.


"Büyük indirim", "kaçırılmayacak fırsat", "Black Friday'e özel kampanya" sözlerine alıştık.

Avrupa'da ve ABD'de uzun yıllardır kullanılan bu yöntemle hem emekçiler büyük bir yoğunluk sırtlanıyor hem de milyonlarca kişi göstermelik indirimlerle alenen kandırılıyor.

Bu dönemde e-ticaretin her bileşeni, lojistiğinden yazılımına kadar iş yükü ağırlaşıyor.

Yoğunluktan çalışan sayısının da azlığıyla kargolar gecikiyor, kargo gecikince müşteri hizmetleri yoğunlaşıyor yani tüm sektör domino taşları gibi birbirinin üzerine yıkılıyor. 

Altta ezilenler de işçiler oluyor.   

Sürekli fazla mesai ile çalışan sektör çalışanları çalıştıklarının karşılığını da pek alamıyor.

soL'a konuşan bir mağaza çalışanı işçi bugünkü yoğunluğu şöyle anlatıyor:

Zaten son aylarda personel eksikliğimiz var. Neredeyse yarı yarıya personelle çalışıyoruz. Mağazada özel bir indirim olmasa da kara cuma yoğunluğu oluyor tabii. Yorgunluk daha fazla oluyor, müdürlerin baskısı artıyor.

Sektörün önde gelen firmalarından birinde çalışan bir e-ticaret yöneticisi "perişanız" diyor.

Bir döneme sıkıştırılan bu alışveriş çılgınlığının ülkemize yıllar önce getirildiğini hatırlatan e-ticaret yöneticisi siparişlerin bu dönemde yoğunlaştığını anlatıyor. 
 

Fotoğraf: AA

Emekçiler bu yoğun satış gününde seslerini duyurmaya çalışıyor.

Büyük e-ticaret mağazaları çalışanlarından tekstil devi firmalara bugün dünya çapında emekçiler iş bırakıyor. 

Fotoğraf: AA

Amazon işçileri dünya çapında grevde, Avrupa'da Zara mağazaları önünde eylemler

Bu yıl “Amazon Ödesin (Make Amazon Pay)” kampanyası kapsamında dünya genelinde 30’dan fazla ülkede Amazon işçileri, sendikalar ve destekçileri grev ve protestolar düzenliyor.

Hindistan’dan Kanada’ya, Avustralya’dan Güney Afrika’ya Avrupa’dan Güney Amerika’ya kadar geniş bir coğrafyada planlanan eylemler kapsamında düzenlenen grev ve gösterilerde Amazon’daki emek sömürüsü ve kötü çalışma koşulları protesto ediliyor.

Bangladeş'teki tekstil işçileri Amazon'u protesto ediyor.

Almanya’da da Amazon depolarında işçiler bugün greve çıktı. Verdi sendikası greve ülkenin birçok kentindeki yaklaşık 3 bin Amazon çalışanının katılmasını beklediğini duyurdu.

Bugün ayrıca tekstil ve hazır giyim tekeli Zara / Inditex işçileri İspanya, Belçika, Fransa, Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Portekiz’de Zara mağazaları önünde eş zamanlı gösteriler planladı.

Zara mağazaları önünde buluşacak olan işçiler şirketin yüksek kârlarından pay talep ediyor.

Zara çalışanları şirketin kârından pay talep ediyor. Inditex, Eylül ayında yaklaşık 2,8 milyar avro net kâr açıklamıştı.

ABD’de bazı gruplar da Kara Cuma’da eşitsizliğe ve tüketim kültürüne karşı boykot kampanyaları düzenliyor. “Satın almıyoruz” (We Ain’t Buying It) ve “Kitlesel kararma” (Mass Blackout) gibi kampanyalarda artan eşitsizlik ve servet farkları ile tüketim kültürü protesto ediliyor.

'Parazitlerinizi tanıyın: Keneler, solucanlar ve milyarderler'

İngiltere’de “Brandalism” adlı bir sanatçı hareketi, başkent Londra’da yaklaşık 100 reklam panosunu “hackledi”. 

Reklam panolarının üzeri, Amazon ve Google’ın vergi kaçırmasını, Kara Cuma’da dayatılan tüketim çılgınlığını, şirketlerin emek sömürüsü ve işçi düşmanlığını hedef alan ilanlarla kaplandı.

İlanlardan birinde İngiltere Ulusal Sağlık Sistemi’nin uyarısı gibi hazırlanmış bir görselde “Parazitlerinizi tanıyın: Keneler, solucanlar ve milyarderler” yazısı yer aldı. Dünyanın en zengin patronlarına tepkinin ufkuysa düzen değişikliği yerine bu "parazitleri" ortadan kaldırmak için "servet vergisi"nin bir "tedavi" olarak önerilmesiyle sınırlı kaldı.

Bir otobüs durağındaki reklam panosuna yapıştırılan afişteyse “Amazon Prime’da yenilik: Yeni elektroşok özelliğimiz işgücümüzü siparişinizi daha hızlı getirmesi konusunda cesaretlendirmenizi sağlıyor” yazdığı görüldü.

***

 PTT’de yolsuzluğa 'dur' diyen memura ceza: Müfettiş tehdit etti, yönetim maaşını kesti -Özkan Öztaş- 

Muş PTT Başmüdürlüğünde yaşanan usulsüzlükleri ve hayali tebligat teslimlerini belgeleriyle ortaya koyan Haber-Sen Temsilcisi Serkan Sunay, ödüllendirilmek yerine adeta "halkın hakkını savunduğu için" cezalandırıldı. Yaşadıklarını soL'a anlatan Sunay, "Tek talebim vicdanlı ve bağımsız bir denetim" diyor.

PTT Muş Başmüdürlüğü, usülsüzlük iddiaları ve çalışanlara yönelik sistematik baskılarla gündemde. Kurumda 18 yıldır görev yapan ve son bir buçuk yılını Muş’ta geçiren Haber-Sen Muş Temsilcisi Serkan Sunay, kurum içinde tespit ettiği ve kamu zararına yol açan usulsüzlükleri raporlayınca hedef tahtasına oturtuldu.

'Tebligatlar ulaşmıyor, vatandaş hak kaybına uğruyor'

Serkan Sunay’ın ifadesine göre, PTT Muş Başmüdürlüğü'nde tebligat kanununa aykırı işlemler rutin hale gelmiş durumda. Vatandaşlara hiç ulaştırılmayan mahkeme tebligatları ve resmi evraklar, sistem üzerinde "teslim edilmiş" gibi gösteriliyor. Bu durum, özellikle hukuki süreci devam eden vatandaşların habersizce dava kaybetmelerine ve ciddi mağduriyetler yaşamasına neden oluyor.

İddiaya göre, bu usulsüzlüğün arkasında "performans" ve "ücret" kaygısı yatıyor. Dağıtıcıların teslim etmedikleri gönderileri sisteme girerek haksız kazanç elde ettiklerini belirten Sunay, bu "hayali dağıtım" çarkına çomak soktuğu için yönetimin hedefi haline geldiğini belirtiyor.

Yolsuzluğu yapan korundu, itiraz eden saldırıya uğradı

Usulsüzlükleri silsile yoluyla kurum içi mekanizmalara, sendikasına ve CİMER’e bildiren Sunay, çözüm beklerken fiziksel saldırıya uğradı. Yolsuzluk iddialarının odağındaki bir personel tarafından işyerinde saldırıya uğrayan Sunay, kurum amirlerinin saldırganı koruduğunu belirtti.

Yaşananları soL'a anlatan Sunay, o süreci şöyle sözlerle aktardı.

"Bana saldıran kişi hakkında PTT Başmüdürü, diğer çalışanların yanında ‘Ona bir şey olmaz, Serkan’ın şikayetinden bir şey çıkmaz’ diyerek adeta yargı dağıttı. Saldırgan korundu, olayın üstü kapatılmaya çalışıldı."

'Müfettiş denetlemeye değil, 'sürgün' etmeye geldi'

Sunay’ın şikayetleri üzerine merkezden gönderilen müfettişin tavrı ise kurumda yaşanan tuhaflıkları gözler önüne seriyor. Yolsuzluğu araştırması beklenen müfettişin, odaya girer girmez kendisine "Bizden ne istiyorsun? Seni nereye gönderelim?" dediğini aktaran Sunay, teftişe gelen yetkilinin dahi kendisine mobbing uyguladığını ifade etti.

Serkan Sunay

Hukuksuz maaş kesintileri ve geçmiş hesaplaşmalar

Mevcut PTT Muş Başmüdürü ile geçmişte de (2016 yılında) çalışma geçmişi olduğunu belirten Sunay, o dönemde Alevi kimliği nedeniyle haksız yere açığa alındığını ve yapılan teftişler sonucu suçsuz bulunarak görevine iade edildiğini belirtiyor. Bugün de Danıştay kararlarına ve PTT yönetmeliğine aykırı olarak maaşından keyfi kesintiler yapıldığını belirten Sunay, "Yönetmelik açık, izinli olduğum günlerde dağıtılmayan postadan sorumlu tutulup maaşım kesiliyor. İtiraz dilekçelerim ise Genel Müdürlüğe sevk edilmeden sümen altı ediliyor" dedi.

'Gerçek bir denetim gerekiyor'

Yaşadığı tüm baskılara, küfürlere ve maddi kayıplara rağmen mücadelesini sürdüren Serkan Sunay, yetkililere seslendi. Kişisel bir husumet peşinde olmadığını, devlet kurumunun zarara uğratılmasını engellemeye çalıştığını vurgulayan Sunay’ın talebi net:

"Burası bir devlet kurumu ve devletin işleyişi esastır. Benim tek talebim; vicdan sahibi, işini doğru yapan, bağımsız denetçiler tarafından buranın ciddi bir teftişten geçirilmesidir. Tüm usulsüzlükler ancak böyle ortaya çıkar."

Hukuken hakkını arayacağını ve sürecin takipçisi olacağını ifade eden Serkan Sunay, gerçek bir denetim talep ediyor.

***

 The Ada ve 'barış' adlı kutsal -Cangül Örnek- 

Bu haftaki yazıyı “The Ada tartışmaları”na ayırmak istiyorum. TBMM komisyonunun üç partinin verdiği üyeyle, İmralı’ya düzenlediği “çok gizemli ziyaret” etrafında dönen tartışmalardan bahsediyorum.

Geçen hafta köşe yazısını sonlandırırken bu hafta sosyolog Kemal Tahir’i yazacağımı söylemiştim. Yaşanan gelişmeler her zamanki gibi bizi gündelik siyasetin ötesine geçmekten alıkoyuyor. Olağanüstü bir şey olmazsa haftaya bu sözümü tutmak üzere bu haftaki yazıyı “The Ada tartışmaları”na ayırmak istiyorum. TBMM komisyonunun üç partinin verdiği üyeyle, İmralı’ya düzenlediği “çok gizemli ziyaret” etrafında dönen tartışmalardan bahsediyorum.

Ortak bir adlandırmaya sahip olmayan süreç, dönüp dolaşıp bir kritik eşik olarak İmralı’nın ziyaret edilmesine bağlandı. Birkaç hafta önce yine burada dile getirdiğim bir gerçeği tekrarlamak istiyorum. Bir yılı aşkın bir geçmişi olan bu sürecin şu ana kadar belirginleşen birkaç önemli özelliği var. Bunların başında, sürecin “Kürt sorununa çözüm süreci” olarak düşünülmediği gerçeği geliyor. 

Kürt sorunu, özellikle sol bagajını üstünden attıktan sonra, iki temel talebe indirgenmişti. Birincisi, anadil. İkincisi ise, yerel özerkliğe olabildiğince yakınlaşmış bir yerel yönetim modeli. Birincisi çok kritik bir başlık ancak bu konuda adım atılacak mı bilmiyoruz. İkinci başlıkta ise daha merkeziyetçi bir yerel yönetim modelinin kapıda olduğunu saray danışmanlarının açıklamalarından anlıyoruz. Son olarak Mehmet Uçum’un bu yönde yaptığı açıklamalardan sonra dönüp DEM’e baktığımızda, iktidar kanadından gelen bu tür açıklamaları gündem bile etmediklerini görüyoruz. Bundan sonra da bölgedeki belediyelere kayyum atanmaması dışında bir başlık açılması, hele özerkliğe yakınsayan bir taleple toplumun önüne çıkılması zayıf ihtimal.

Yukarıda sol bagajdan kastımı da kısaca açıklamam iyi olur. Kürtlerin Türkiye’deki kapitalist sistem içerisinde katmanlı bir şekilde sömürülmelerine neden olan faktörlere karşı mücadeleden bahsediyorum. Yani kapitalist ilişkiler içinde evrimleşmiş olan bir ağalık-şeyhlik düzeni ile Kürt işçilerin Türkiye’deki ucuz ve feda edilebilir işgücü içindeki büyük ağırlıkları. Çok uzun yıllardır bunlar artık dile bile getirilmiyor. Hatta ilki, milliyetçi ajandanın bir bileşeni olarak normalleştirilmiş ve içerilmiş durumda.

İki kutsal arasında beynamaz

Ancak bu yazıda üzerinde durmak istediğim esas boyut, sürecin iki tarafının da meseleyi “siyaset üstü” bir düzleme çekmeye çalışması. İmralı ziyareti etrafında dönen tartışmalar ve eleştirilere karşı sergilenen tahammülsüzlük bunu bir kez daha gösterdi. Aslında çok karmaşık değil; siyaset üstü iddiasıyla tartışılmaz kılınan her konuda olduğu gibi burada da yapılmak istenen, sürecin eleştirisini kutsallara karşı işlenmiş bir suç olarak mahkûm etmek ve sesleri mümkün olduğunca kısmak. 

Kürt tarafı sürece şüpheyle bakılmasını, sürecin doğrultusunun ve bu kapsamda atılan/atılmayan adımların eleştirilmesini “barış istememek” olarak etiketliyor. Cumhur ittifakı bileşenlerine göre ise sürecin eleştirilmesi “devlet politikası”na karşı çıkmak demek. Bu kutsallaştırma stratejisi kendisini en net şekilde MHP liderinin süreci eleştirenleri “Anaların ağlamasını isteyenler” olarak tanımlamasında gösterdi. Biz benzer sözleri DEM parti tarafından duymaya alışmıştık: “İstiyorlar ki Kürdün anası hep ağlasın”. 

Eğer öyleyse, yani bu “siyaset üstü süreç”, İmralı’nın muhatap alınması, örgütün dağıtılması ve Anayasa’daki bir-iki maddede değişiklik yapılmasından ibaretse, o zaman şu sorunun sorulması meşru değil mi: Kürt sorunu var mıdır, yok mudur? Eğer varsa, silahların susması ve Anayasa’nın 66. maddesindeki Türk vatandaşlığı ifadesinin bükülmesiyle, bu arada belki birkaç ümmetçi jestin de ilave edilmesiyle çözülecek bir sorun mudur? 

Bu soruları soracağız. Çünkü siyasal ve toplumsal yaşamı doğrudan etkileyen hiçbir konu siyaset ya da ideoloji üstü değildir. Her türlü “kutsallık” kılıfının reddedilmesi, meselenin politikleştirilmesi tartışmanın bir önkoşuludur. 

Daha az reaksiyon gösterilerek anlaşılması için “barış istememek” suçlamasının kutsiyet bakımından simetriği haline gelmiş olan “bu bir devlet politikasıdır” iddiasına dönelim. Diyelim ki bu mesele gerçekten “devlet aklıyla” formüle edilmiş bir “devlet politikası” olsun. Bu çok yanlış da değil. Ama şu farklı yaklaşım kritik: “Devlet aklı”, “devlet politikası” da tarihseldir; bir sürekliliği olsa da mutlak bir sabit değildir, devleti elinde tutan erk sahipleri tarafından yeniden şekillendirilir. Daha önemlisi “aklı” olduğu söylenen devletin bir sınıf karakteri ve buna bağlı olarak şekillenen bir ideolojik-siyasal kimliği vardır. Bugün de öyle.

Tam da bu nedenlerle “devlet politikası” iddiasının kendisi, bizi şüpheye davet etmeli. Kimin için, kimin yararına? Bakın tarih “devlet politikaları”nın farklı ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de toplumu sürüklediği felaketlerle dolu. Geçmişte bu felaketlerin bazıları, bir zamanlar devletin en fazla “akıl” atfedilen kurumu olan ordunun marifetiyle gerçekleşti. 

Diğer tarafa dönecek olursak, “barış” hiçbir politik sürecin özündeki sınıfsal ve siyasal yönelimleri eleştirilmez kılmaz. Bazı “barış”ların ülkeyi ve bölgeyi nereye doğru sürüklediğini sormak kutsallık iddiasının reddedilmesinden geçiyor olabilir. Özellikle ucunda yeni çatışmalar, daha derin sömürü koşulları yattığından şüphe ediyorsak.

The Ada ziyaretinin anlamları

Bu noktalara dikkat çektikten sonra, İmralı ziyaretine yüklenen büyük anlamdan benim çıkardığım bazı sonuçları vurgulayacağım. 

Kürt tarafı açısından lider kültü etrafında Kürt milliyetçiliğini tahkim etmek süreklileşmiş amaçlardan biri. Ama daha önemlisi, süreç ilerledikçe Öcalan’ın gölgesi dışında hiçbir inisiyatif bırakılmamış olmasının arkasında, bu işe toplumsal dinamikleri çok fazla karıştırmadan sorunu bir tek adamlar trafiğiyle çözme anlayışının yattığı daha net görülüyor. Sürecin, “terörsüz Türkiye”, “barış” gibi etiketler dışında toplumu ikna etmeye dönük propagandadan ve hatta jestlerden bile arındırılmış olarak yürütülmesi bu anlamı taşıyor. Zaten bu noktadan sonra bazı jestler görürsek bile bunların öncelikle siyasal İslamcıları tatmin edecek “ümmetçi” jestler olacağını söyleyebiliriz.

AKP, seçim anketleriyle bu konuda toplumun nabzını tutmakla birlikte, sürecin propagandasını yapmak yerine kendisini ve liderini süreçte görünmez kılarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Hatta mümkünse CHP’yi ön plana davet ederek projeksiyonları bu partiye çevirmeyi ve sorumluluğu böylece paylaşmayı amaçlıyor.

The Ada tekelinin ve ziyarete büyük anlam yüklenmesinin ikinci nedeni ise, başka bir yazımda da belirttiğim gibi; şu anda her iki taraf için de esas meselenin Diyarbakır değil, Rojava olması. Kürt hareketi için öncelikli gündem, Türkiye’yi Suriye’deki Kürt yönetimiyle ilişkileri normalleştirmeye ikna etmek. Karşılığında Türkiye’nin bölgede elde edeceği potansiyel kazançlara dikkat çekilmesi bu anlama geliyor. 

Böyle olduğu için, komisyonun İmralı görüşmesinden sonra DEM Parti Eş Başkanı Tülay Hatimoğulları, yaptığı ilk açıklamanın hemen başında şunları söylüyordu: “Suriye sorunun çözümüne ışık tutacak önemli değerlendirmeler yapılmıştır. Kuzeydoğu Suriye özelinde ve Suriye’nin bütünü açısından çözüm sürecinin anahtarı olabilecek bir perspektif ortaya konmuştur.”

İşte bu koşullarda, “Ortadoğu’da büyük kartlar oynayan büyük siyasetler”in bırak öznesi olmayı, nesnesi olarak bile dikkate alınmayan biz Türklerin ve Kürtlerin ikna edilmesine gerek duyulmuyor. Bu nedenle, İmralı ziyaretinin hemen ertesinde barışı beklemeye geçmemiz istenmişken bir gazeteciye sadece konuştuğu için ceza yağdırılmasıyla şaşkına dönmemiz de tarafların umurunda değil. 

/././

 CHP programında eğitim!-Rıfat Okçabol- 

Açıklamasında “YÖK kaldırılacak” diyen CHP’nin, eğitim sisteminin laikliğini, demokratikliğini ve bilimselliğini yok eden yasal mevzutta ne yapacaklarının ipuçlarını vermesi gerekiyor.

Geçen hafta açıklanan CHP programında, "Özgür Birey, Güçlü Gelecek ve Kalkınma için Eğitim" başlığı altında eğitim konusuna yer veriliyor.

Programın eğitimle ilgili kısmında, “Eğitim, tüm yurttaşların eşit olarak faydalanması gereken temel bir kamusal haktır. Cumhuriyet Halk Partisi, ulusal ve küresel gelişmelerle uyumlu, çağın ihtiyaçlarına cevap verebilen, nitelikli, çağdaş, bilimsel, laik, kamusal, parasız, eşit, erişilebilir ve kapsayıcı bir eğitim sistemi kuracaktır” gibi anlamlı ifadeler bulunuyor. Ancak bu ifadenin benzerleri AKP’nin tüm piyasacı ve gerici içerikli açıklamalarında da yer alıyor.

Oysa muhalif ve kendisini iktidar adayı olarak gören bir partiden daha ayrıntılı bir açıklama bekleniyor. AKP iktidarında her alanda olduğu gibi eğitim sistemi de alt-üst edildiğinden, seçmen bu sistemde yapılacak düzenlemelerle ilgili bazı ayrıntıları yazılı olarak görmek istiyor. 

Açıklamasında “YÖK kaldırılacak” diyen CHP’nin, eğitim sisteminin laikliğini, demokratikliğini ve bilimselliğini yok eden örneğin

  • TÜBA ve TÜBİTAK’ı daha piyasacı ve gerici bir yapıya dönüştüren 27 Ağustos 2011 tarih ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK)
  • Bakanlık merkez örgütünü piyasacı ve gericileştiren 14 Eylül 2011 tarih ve 652 sayılı KHK
  • Kuran kurslarına başlama yaşını düzenleyen 17 Eylül 2011 tarih ve 653 sayılı KHK
  • İmam hatip ortaokulu ile seçmeli iki din dersi açan, ortaokulu 5. sınıfta başlatan ve açık liseyi zorunlu eğitimin içine alan 4+4+4 yasası
  • Özel okullara gidenlere parasal destek veren, iktidarın elini kolaylaştıran performans değerlendirmesi ile proje okulu uygulamasını başlatan Dershane yasası
  • 17 Haziran 2016 tarih ve 6721 sayılı yasayla kurulan Türkiye Maarif Vakfı
  • Öğretmenlik Meslek Kanunu
  • Diyanetin okulöncesi kurumlar ile Kuran kursu açması
  • Diyanet Akademisi
  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bile zorunlu olamaz dediği din kültürü ve ahlak bilgisi dersi 

gibi yasal mevzutta ne yapacaklarının ipuçlarını vermesi gerekiyor.

Piyasacı ve gerici uygulamalar, ne yazık ki yukarıda örneklenen yasal değişikliklerle sınırlı kalmıyor. Diyanetle yapılan projeler; kaçak sıbyan mektepleri, medreseler ve merdiven altı kurumlar; tarikatların açtığı okullar; Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli; liseye ve yükseköğretime geçiş sınavları ve gericileştirilen yönetmelikler gibi konular ve uygulamalar "tüm yurttaşların eşit olarak faydalanması gereken temel kamusal haklarını" yok edecek şekilde işlev görüyor. CHP’nin bu konulara nasıl yaklaşacağının da belli olması gerekiyor.

Türkiye’nin de imzaladığı "Çocuk Hakları Evrensel Bildirgesine" göre 18 yaşına değin herkes çocuk sayılıyor. "Eğitimi tüm yurttaşların yararlanması gereken kamusal bir hak" olarak gören bir partinin özellikle zorunlu eğitim konusunda daha belirleyici olması bekleniyor. Zorunlu eğitim süresi içinde "çocuk" yaşta olanların dini öğretime, mesleki eğitime ya da açık liseye gitmek zorunda bırakılması eğitimden yararlanma hakkı ile hiç bağdaşmıyor. Bu nedenle zorunlu eğitimin, yerel gereksinimlere göre değişebilecek farklılıklar dışında, her öğrenciye, kendini, toplumu, dünyayı ve doğayı sağlıklı bir şekilde tanıyıp özgürleşmesine yardımcı olacak ve kendi iradesiyle geleceğiyle ilgili kararlar vermesini kolaylaştıracak bilimsel eğitim verilecek şekilde düzenlenmesi bekleniyor. Mesleki eğitim ile dini öğretimin de zorunlu eğitim sonrasına bırakılacağının açıklanması bekleniyor. 

Ayrıca zorunlu eğitimin, çocukların okulöncesinde ve ilkokulda anadilinde eğitim görecek şekilde yapılandırılması bekleniyor. İlkokuldan sonraki yıllarda da, anadili Türkçe olanların ülkede konuşulan bir başka anadil ile en az bir yabancı dili, anadili Türkçeden farklı olanların da anadillerini, Türkçeyi ve de en az bir yabancı dili öğrenecek şekilde düzenlenmesi konusunun da tartışılması gerekiyor.

/././

soL


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -28 Kasım 2025-

 BAE’den diplomatik aşağılama: ‘Türkiye'yi aradık, Başsavcılığın açıklamasını kaldırttık’  İstanbul Başsavcılığı, BAE bağlantılı casuslu...