“Siyasi iktidar mekâna hâkim olur ya da hâkim olmayı amaçlar; anıtların ve meydanların önemi buradan gelir… ama şehirli yurttaşlar o anlamı ve hedefi başka yöne çevirir… mekânı kendilerine mal ederler”.
İktidarın tasarladığı mekân ve zamanda yaşıyoruz. Kamusal alanlardan tutun da yaşadığımız konutlara dek iktidarın planları bedenlere dayatılmıştır. Zaman da iktidarın zamanıdır, emeğimizi ücretlendirdiği saat zamanı ve resmi tarih. Duvarlar ve saat. Duvarların arasındayız ve saatin tik takları yankılanıyor içimizde. İktidar mekânı ve zamanı sabitleyerek işliyor. “Nasıl mahaller bir güzergâhın uğraklarını sabitliyorsa, törenler de takvimin dönüm noktalarını belirler. Birinciler mekânı kurarken, ikincilerse süreyi kalıcı hale getirirler” (Lévi-Strauss). İktidar her ikisini de kendi imgesinde yaratmıştır. Haritalandırdığı mekânın ve zamanın içinde kıstırmakla kalmıyor, anlam da dayatıyor bize. Antropolog Geertz’in söylediği gibi, “insan kendi ördüğü anlam ağlarında asılı kalmış bir hayvandır.” Egemen anlam ağlarını biz örmüyoruz, ören iktidardır ve biz bu ağlara yakalanıyoruz. Aman, dikkat edelim! Bu ağlarda “ürün yerleştirme vardır”. Ölümün reklamını yapan, promosyon olarak ölüm dağıtan eril iktidar, tebaasına yeryüzünü olumsuzlayan çileci bir hayatı satabilir ancak. Kendi bekası için ölümü satmak zorunda; kederli, ölüm sever varlıkların güçsüzlüğünden alıyor gücünü.
İktidarın tasarladığı mekân ve zamanda yaşıyoruz. Kamusal alanlardan tutun da yaşadığımız konutlara dek iktidarın planları bedenlere dayatılmıştır. Zaman da iktidarın zamanıdır, emeğimizi ücretlendirdiği saat zamanı ve resmi tarih. Duvarlar ve saat. Duvarların arasındayız ve saatin tik takları yankılanıyor içimizde. İktidar mekânı ve zamanı sabitleyerek işliyor. “Nasıl mahaller bir güzergâhın uğraklarını sabitliyorsa, törenler de takvimin dönüm noktalarını belirler. Birinciler mekânı kurarken, ikincilerse süreyi kalıcı hale getirirler” (Lévi-Strauss). İktidar her ikisini de kendi imgesinde yaratmıştır. Haritalandırdığı mekânın ve zamanın içinde kıstırmakla kalmıyor, anlam da dayatıyor bize. Antropolog Geertz’in söylediği gibi, “insan kendi ördüğü anlam ağlarında asılı kalmış bir hayvandır.” Egemen anlam ağlarını biz örmüyoruz, ören iktidardır ve biz bu ağlara yakalanıyoruz. Aman, dikkat edelim! Bu ağlarda “ürün yerleştirme vardır”. Ölümün reklamını yapan, promosyon olarak ölüm dağıtan eril iktidar, tebaasına yeryüzünü olumsuzlayan çileci bir hayatı satabilir ancak. Kendi bekası için ölümü satmak zorunda; kederli, ölüm sever varlıkların güçsüzlüğünden alıyor gücünü.
Kederli varlıklar yaratmaya çalışsa da işi o kadar kolay değil: “Siyasi iktidar mekâna hâkim olur ya da hakim olmayı amaçlar; anıtların ve meydanların önemi buradan gelir… ama şehirli yurttaşlar o anlamı ve hedefi başka yöne çevirir… mekânı kendilerine mal ederler.” Henri Lefebvre ve Catherine Régulier, Ritimanaliz, Sel). İktidarın mekâna ve zamana hakim olma çabasını, sivil yurttaşlar boşa çıkarır. Yatay hareketler mekân ve zamanı yersiz yurtsuzlaştırmış, dayatılan anlamın içini boşaltmışlardır. Hazır bulup kafamızı soktuğumuz konutlar mesela; dayatılan kalıbı olabildiğince içeriden dönüştürerek kendimizin kılmaya çalışırız. Meydanlar ve sokaklar da öyle; yukarıdan dayatılan plan, yatay ilişki ağlarınca dönüşüme uğratılır. Bir meydana iktidar kendi imgesini dikebilir ama bu imge göçebeleştiğinde artık iktidarın yüklediği anlamı yitirecektir. Kadıköy, Altıyol’daki Boğa Heykeli de bir zamanlar bir çemberin içinde ölü bir noktayken göçebeleşmiş ve tek anlamlı iktidar sembolü olmak yerine yatay ağların kesiştiği bir buluşma noktasında çok anlamlı yatay bir imgeye dönüşmüştür.
Fransa-Almanya sınırında bulunan Alsas-Loren bölgesi 1800’lerde zengin kömür rezervleri nedeniyle iki ülke arasında sürekli el değiştiren, iktidar savaşlarının yaşandığı bir bölge. 1860’larda Fransa’nın eline geçince Boğa Heykeli bir iktidar, güç sembolü olarak Fransızlar tarafından yaptırılmış ve bu bölgeye yerleştirilmiş. 1870’te Almanlar Alsas-Loren’i yeniden geri alınca bizim boğa Almanların eline geçer. Almanya-Osmanlı ittifakı nedeniyle 1917’te Boğa, İttihat ve Terakki Partisi’nin başındaki Enver Paşa’ya hediye edilir. Sarayların, köşklerin bahçesinde dolaşır. Savaş sonrası Enver Paşa’nın yurtdışına çıkmasından sonra Boğa bir köşede unutulur. Ardından 1953’te Hilton Oteli’nin bahçesine yerleştirilir. Boğa daha sonra Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nın önünde ve Taksim Gezi Parkı’nda görülmüştür. 1970’li yılların başlarında Boğa Kadıköy’e taşınmış ve Şehremaneti binasının, yani bugünkü Kadıköy Tarih, Edebiyat ve Sanat Kütüphanesi’nin önüne konulmuş. Boğa, 1987 yılında Altıyol’daki şimdiki yerine yerleştirilmiştir.
Kadıköy’ün Boğası eril iktidarın dikine gücünü değil, aksine dayanışmacı ilişkilerin yatay gücünü temsil ediyor artık. Göçebeleşen Boğa erilliğini yitirmiş, yaşamın saf kudretinin imgesine dönüşmüştür. Bu boğanın erkekliğinden de şüphe edebilirsiniz; “queer”leşmiştir. “Boğa”dan başlayan feministlerin ya da LGBTİ’lerin yürüyüşlerinde boğa kılıktan kılığa girmiş, sürekli form değiştirmiştir. Tepeye yerleşen her şey yeryüzünü kendi imgesinde kurmak isteyecektir. Oysa yeryüzü tek bir imgeye sığmayacak kadar çoktur. Gökten yeryüzüne indirdiğinizde her şeyin içini kolayca boşaltabilirsiniz.
Anlamı, yeryüzünde kurduğu ilişkilerce belirlenen ve sürekli değişen gündelik yaşamın sıradan bir imgesine dönüşmüştür. Sabitliği, tek anlamlılığı göklere çıkarmayalım artık. Yeryüzüne yerleşelim ve yeryüzünde sınayalım her şeyi. Hep arada duralım, olabildiğince yatay bağlantılar kurabilmek için. Bağlantı kurdukça var olabiliyoruz çünkü. Yatay bağlantılar kurdukça ölümü değil, yaşamı çoğaltıyoruz. Yeryüzünde oyunlar oynadıkça göksel iktidarların “ölüm yerleştirme”sini yerinden edebiliyoruz: “Ritüel takvimi sabitler ve yapılandırır, oyun ise… takvimi değiştirir ve tahrip eder” (Agamben, Çocukluk ve Tarih, Kanat).
RAHMİ ÖĞDÜL / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder