Cumhuriyet "Köşebaşı + Gündem" -19 Ağustos 2025-

Başkan başkenti ‘geri almış’-Ergin Yıldızoğlu-

ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı; yaptığı açıklamada “Bu kurtuluş günüdür. Başkentimizi geri aldık” diyordu. DC halkı aynı fikirde değil sokaklar protestolarla kaynamaya başladı.

TARİH TEKRAR EDER Mİ?

Kimi ekonomik yorumcular, ABD ekonomisinde gelişmekte olan eğilimi, “durgunluk içinde enflasyon” olarak tanımlıyorlar. Tarife savaşları, yatırımların siyasi sadakate göre yönlendirilmesi ve piyasanın sürekli olarak başkanlık ofisinden gelen kararlara göre şekillenmesi hem güveni hem de öngörülebilirliği aşındırıyor. Konut piyasası daralıyor, yeni iş ilanları azalıyor, imalat sektörü nisandan bu yana daralma eğilimi sergiliyor. Financial Times’tan Chris Giles“İyimser olmak akıllıca değil” diyordu. Bunlar yetmezmiş gibi Trump, Epstein skandalının etkilerinden kurtulamıyor. Taraftarlarına verdiği “şeffaflık” sözünü yerine getiremiyor. Etrafındaki, liyakatsiz  “evet efendimciler” olayı örtbas etmeye çalışırken yüzlerine gözlerine bulaştırıyor. Biri, “İşe palyaçoları alırsan elinde bir sirk kalır” diyordu.

Bu “sirkin” ekonomideki etkileri, Trump’ın iş dünyasıyla kurduğu, düpedüz “haraç alma” ilişkilerinde de görülüyor. Örneğin, Intel CEO’su, 40 yıllık ABD vatandaşı, Lip-Bu Tan“Çin ile fazla yakın” olduğu iddiasıyla Trump tarafından istifaya çağrıldıktan sonra, koltuğunu koruyabilmek için Beyaz Saray’a gidip başkanla yüz yüze görüşmek zorunda kaldı. Nvidia ve AMD, Çin’e satacakları belirli yapay zekâ çiplerinden elde edecekleri gelirin yüzde 15’ini doğrudan ABD hükümetine aktarmayı kabul ederek ihracat kısıtlamalarından kurtuldu. Apple CEO’su Tim Cook, 100 milyar dolarlık ABD yatırımı sözü ve başkana 24 ayar altın bir armağan sunarak yarı iletken vergilerinden muaf oldu. U.S. Steel’in devralma sürecinde ise hükümete “altın hisse” verilmesi şartı getirildi.

Bütün bu örnekler, büyük şirketlerin artık sadece pazar payıyla, teknolojiyle değil, başkanlık makamıyla yakınlık kurarak ayakta kalabildiğini gösteriyor. Yakında şirketler, Nazi ekonomisini anımsatır biçimde, “başkanla ilişkileri yürütme bölümleri” kurmaya başlarlarsa şaşırmayalım.

‘SÜREÇ OLARAK FAŞİZM’ HIZLANIYOR

Ekonomideki bu “başkanlık patronajı”, haraç alma pratiği, güvenlik alanında da tekrarlanıyor. Geçtiğimiz haziranda Los Angeles sokaklarını Ulusal Muhafızlarla  “işgal” eden Trump yönetimi, bu kez başkenti, Washington DC polis teşkilatını, ABD tarihinde ilk kez doğrudan başkanın kontrolü altına aldı, Ulusal Muhafızları sokağa indirdi, gerekirse ordunun da devreye gireceğini açıkladı. Trump, artan suç oranlarıyla mücadeleden söz ediyor ama DC’de suç oranı son otuz yılın en düşük düzeyinde ve düşme eğilimini koruyor. İstatistikler, Trump’ın esas amacının suçla mücadele değil, “başkana bağlı, federal (merkezi) güvenlik güçlerini yerel güçleri kenara iterek, devreye sokmayı olağanlaştırmak” olduğunu gösteriyor. Washington Post, Pentagon’un bir “Sivil Huzursuzluklara Hızlı Müdahale Gücü” kurmakta olduğunu aktarıyor.

Bu adımlar, muhafazakâr çevrelerin yıllardır hazırladığı faşist “Project 2025”  hedefleriyle birebir örtüşüyor: Federal kurumların bağımsızlığını kaldırmak, olumsuz ekonomik verileri yayımlayan görevlileri işten atmak, yargıyı, bürokrasiyi siyasallaştırmak, yerel yönetimleri etkisizleştirmek... Bu süreçte, ekonomik ya da toplumsal her “kriz”, bu hedefler için bir “meşruiyet kaynağı” haline getiriliyor. Ekonomik dalgalanmaları bahane ederek güvenlik aygıtını güçlendirmek, yerel özerklikleri zayıflatmak, kuralları kişiye göre esnetmek, demokratik standartları hızla aşındırıyor, “süreç olarak faşizmi” hızlandırıyor, geri dönmek giderek zorlaşıyor, geri dönüş için alınması gereken riskler, seçim kazanma olasılığının ötesinde, giderek daha da ağırlaşıyor.

Washington’da şekillenen bu yeni yönetim biçimi, geçici krizlerin değil, krizlerin sürekli kılınmasının siyaseti nasıl dönüştürebileceğini gösteriyor. Ekonomi kötüleştikçe otoriterlik artıyor, otoriterlik arttıkça ekonomiyi düzeltecek mekanizmalar yok oluyor. Bu kısır döngü, sadece Amerika’yı değil, hepimizi daha istikrarsız bir geleceğe doğru itiyor.

                                                      /././

Bir gün, Spinoza sinagoga girer...-Ergin Yıldızoğlu-

Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı. Dışarı çıktığında bir daha asla aynı insan olmayacağını biliyordu. Avrupa Yahudiliğinin merkezinde, en etkili din adamlarına açıklamak üzere olduğu şey sadece felsefi bir keşif değildi. Bu, insanlığın bin yıldır içinde kilitli kaldığı zihinsel hapishanenin anahtarıydı. Bu erkeklerin inşa ettiği, sürdürdüğü ve sadece onların işine yarayan bir hapishaneydi. Spinoza, dünyadaki her dinsel kurumun umutsuzca sonsuza dek gömülü kalması için dua ettiği şeyi ortaya çıkarmıştı.

Spinoza, Tanrı’nın var olmadığını söylemedi. Çok daha kötü bir şey yaptı: Dinlerin Tanrı’sının politik bir icat olduğunu kanıtladı. Neden tüm dünya dinlerinin bu kadar benzer bir yapısı var? Neden hepsi sizinle, ilahi olan arasında aracılara ihtiyaç duyuyor? Neden hepsi, Tanrı adına konuştuklarını iddia eden adamlara mutlak itaat talep ediyor?

Spinoza bu soruların cevabını keşfetti. Tanrı sonsuzsa nasıl yaratığından ayrı olabilir? Eğer Tanrı mükemmelse neden ibadete ihtiyaç duysun? Eğer Tanrı sevgi doluysa neden cehennemi yarattı? Ve sonra her şeyi değiştiren o soru geldi. Eğer Tanrı, olacak her şeyi biliyorsa neden her şey tam da bildiği gibi gerçekleştiğinde kızıyor?

Spinoza, tüm organize dinin sinir uçlarına, tüm kontrol sistemini destekleyen temel çelişkiye dokunmuştu. Eğer Tanrı, İncil’in iddia ettiği gibi gerçekten sonsuz, her yerde ve ebediyse o zaman bir yerde olamaz, her yerde olmak zorundadır. Eğer Tanrı gerçekten mükemmelse hiçbir şey arzulayamaz çünkü arzu eksiklik anlamına gelir ve mükemmellikte eksiklik olamaz. Eğer Tanrı gerçekten ebediyse fikrini değiştiremez çünkü değişim zaman anlamına gelir ve ebediyet zamanın ötesindedir. Ama o zaman kimdir bu sinirlenen, pişman olan, anlaşmalar yapan, cezalandıran ve ödüllendiren Tanrı? Kimdir bu tam olarak huysuz bir kral gibi davranan Tanrı?

İncil’in Tanrı’sı, Tanrı değildir. O, politik gücün insani yansımasıdır. Spinoza’nın keşfettiği şey sadece felsefi değildi, binlerce yıldır işleyen mükemmel bir sosyal mühendislik planıydı. Bir kontrol mimarı gibi düşünün. Ordular olmadan milyonlara nasıl egemen olursunuz? Onları nasıl gönüllü olarak sizin için çalıştırırsınız? Onların, onlara zarar verse bile sisteminizi savunmalarını nasıl sağlarsınız? Basit. Görünmez bir Tanrı yaratın. Her zaman izleyen ama asla gözlenemeyen bir Tanrı. Din adamlarına hitaben devam etti: Sürekli yargılayan ancak yargı kriterleri sadece sizin tarafınızdan yorumlanabilen bir Tanrı. Koşullu seven bir Tanrı. O sadece din adamlarının belirlediği kurallara uyanları sever. Şiddetle cezalandıran bir Tanrı ve tesadüfen, onun adına cezaları uygulayan sizsiniz. Cömertçe ödüllendiren bir Tanrı ve ne tesadüf, bu ödüllerin nasıl dağıtılacağına karar veren, dağıtımı kontrol eden sizsiniz.

Dahası, bu Tanrı’nın bir egosu vardı. Kıskanıyordu. Fikrini değiştiriyordu. Politik anlaşmalar yapıyordu. Kabile kriterlerine göre favori halklar seçiyordu. Mali haraçlar talep ediyordu. Başka bir deyişle, tam olarak tapınılmak isteyen dünyevi bir kral gibi davranıyordu. Ve bu Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri, tesadüfen, krallar gibi yaşıyorlardı. Altın saraylar, lüks kıyafetler, tebaalarının yaşamı ve ölümü üzerinde mutlak güce sahipler.

Bu sistemin en parlak yanı, kendini sürekli kılmasıydı. İnsanlar ne kadar çok acı çekerse o kadar çok manevi teselliye ihtiyaç duyarlar. Ne kadar çok manevi teselli ararlarsa o teselliyi sağlayanlara o kadar bağımlı hale gelirler. Ne kadar bağımlı hale gelirlerse teselliyi verenlere o kadar çok güç verirler. Bunların ne kadar çok gücü olursa insanları acı çektirecek durumlar yaratma yetenekleri o kadar artar. Bu mükemmel bir iş modelidir. Sorunu yarat sonra çözümü sat. Yarayı aç, merhemi sat. Korku üret, korunma sat. Spinoza da nereden çıktı derseniz, kadınların, bedenlerini, tatil pratiklerini, ve miras haklarını hedef alan hutbeleri okuyunca aklıma geldi. O sırada “YouTube”da Spinoza ile ilgili bir “podcast” izliyordum (https://www.youtube. com/watch?v=EgtN2WzlblY&t=564s); özetleyerek Türkçe çevirisini, sizinle paylaşmak istedim.

                                          /././

Öcalan aktif siyasete hazırlanıyor -Mehmet Ali Güller-

Öcalan’ın “PKK’ye silah bırakma ve kendini feshetme” çağrısında bulunduğu 27 Şubat 2025 tarihli açıklamasının Kürtler açısından en önemli mesajı şuydu: “Ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olmamaktadır.” 

Peki vazgeçilen ayrı devlet, federasyon, idari özerklik hatta kültürel özerklik yerine ne önerdi Öcalan? “Devlet ve toplumla bütünleşme” dedi. PKK’nin silah bırakması, kendini feshetmesi, ayrı devletten, federasyondan, idari özerklikten, kültürel özerklikten vazgeçmesi ve “devlet ve toplumla bütünleşmek” istemesi, elbette çok çok olumlu bir gelişmedir. Peki “demokratik entegrasyon” dedikleri bu “devlet ve toplumla bütünleşme” nasıl gerçekleşecek?

DEMOKRATİK ENTEGRASYONDAN KİM NE ANLIYOR? 

Bir kere demokratik entegrasyonun aktörler tarafından aynı şekilde anlaşılmadığı görülüyor. Örneğin PKK yöneticilerinden Helin Ümit’e göre “demokratik entegrasyon, kolektif hakların tanınması” anlamına geliyor. Oysa “kolektif hakların tanınması”, bütünleşmeden ziyade “ayrı olarak tanınmaya” işaret ediyor. Diğer PKK ve DEM aktörleri de “demokratik entegrasyonu”, kendi bakış açılarına göre formüle ediyorlar. Ve çoğu, meseleyi Öcalan’ın 27 Şubat’ta ortaya koyduğu “devlet ve toplumla bütünleşme” perspektifinin çok dışında anlamış görünüyor. Peki sorun gerçekten de takipçilerinin Öcalan’ı anlama sorunu mu acaba? Yoksa “demokratik entegrasyon”, sürecin ilerleyebilmesi için muğlak bırakılmaya çalışılan bir konu mu aslında?

ÖCALAN’IN LONDRA ÖRNEĞİ

30 Mayıs tarihli “düzeltilmeden” sızdırılmış İmralı notları, konuya bir ölçüde açıklık getiriyor. DEM heyetinin de kafası karışmış olmalı ki Öcalan’a soruyorlar: “Yani entegrasyon öz yönetime dayanıyor, değil mi?”

Öcalan’ın yanıtı şöyle: “Demokratik kurumlaşmaya dayalı. Kurumlar demokratik olacak. Sempatizanlarımız hangi kurumlaşmada yer alırlarsa mutlak güç olurlar. Kayyum atama, asla olmaz. (...) Londra belediyesi seçimle geliyor. Güvenliği ve her şeyi belediye başkanlığına bağlıdır. İskoçya örneğini verelim. Yerel meclis, milli takımı ve birçok özgün mekanizması var ama 300 yıldır Britanya ile birlikte yaşıyor.” Görüldüğü üzere Öcalan’ın 30 Mayıs’ta örneklerle anlattığı türden entegrasyon/bütünleşme ile 27 Şubat’ta söylediği çok farklı.

ÖZERKLİK DEĞİL YEREL DEMOKRASİ

Mesele bu zaten. Sürecin her iki tarafı, AKP-MHP tarafı da PKK-DEM tarafı da “örtük amaçlara” sahip, her iki taraf da “perdeleme” yapıyor ve her iki taraf da şeffaflıktan uzak. Süreci, tıpkı öncekiler gibi, hendek savaşı benzeri daha kötü sonuçlara gebe bırakma potansiyeli de işte buradan kaynaklanıyor: Tarafların örtük hedefleri. Örneğin Öcalan düzeltilmeden sızdırılmış 21 Nisan tarihli İmralı notunda aynen şöyle söylüyor: “Burada strateji şu olmalı: Türkiye federasyondan çok çekiniyor. Bilerek özerklik demiyorum, yerel demokrasi diyorum. Ama bu da dünyanın her tarafında özerkliktir. Londra örneği böyledir, önemlidir. Seçilen belediye başkanı dışında ayrıca vali yoktur. Yerel polis, yerel yapılar belediyeye bağlıdır.”

Devam ediyor Öcalan meseleyi açmaya: “Yeni paradigma böyle şekilleniyor. Federasyonla vb. ilgisi yok. Bunun demokratik toplumun sınırlarıyla alakası var. Topluma alan tanıyacağız. Hem yasalarda hem anayasada sıkı ifadesi olacak.”

BAHÇELİ VE ÖCALAN

Şu günlerde çok tartıştığımız TBMM komisyonunun da esas amacının ne olması gerektiğini 30 Mayıs’ta belirtmiş Öcalan: “Bahçeli dedi ki ‘Gelsin Meclis’te konuşsun, DEM Parti’ye önderlik etsin. Umut hakkı uygulansın’ Bunları gözeterek komisyon çalışması başlatılsın.”

Yani Öcalan doğrudan Meclis’te siyaset yapmaya hazırlanıyor. Zaten yine bu görüşmede yeni parti kuracağını da söylüyor: “DEM’i de yeni bir kongreye götüreceğim. Demokratik Cumhuriyet Partisi çerçevesinde örgütleyeceğim.”

Kısacası, yola Necip Fazıl toplantılarında birlikte başlayanlar, yolu birlikte tamamlama niyetindeler.

                                                     /././

Topuklu efe meselesi -Mehmet Ali Güller-

CHP’li Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu’nun bir törenle AKP’ye katılması, AKP’nin CHP’li belediyeleri “silkeleme”  operasyonunda önemli bir dönemeç oldu.

Zira Çerçioğlu yakın zamanda AKP medyası tarafından “yolsuzluk” iddiası ile hedef alınan bir isimdi. Bu bakımdan Özgür Özel’in durumu “Ya içeri tıkıl ya AKP’ye katıl” diye özetlemesi gerçekçi görünüyor.

Bu durumda: Dayanaksız ve zayıf yolsuzluk iddialarıyla suçlanan CHP’li belediye başkanları “Başımız dik” diyerek “içeri tıkılmayı” bir görev gibi görürken kuvvetli yolsuzluk iddiasıyla suçlanan Çerçioğlu, hızla operasyonu yapanların safına katıldı.

‘BELEDİYECİLİK AŞKI’ SORUNU

Olayın ilk anından beri CHP’lilerin üzerinde uzlaştığı yorum şu: “Topuklu efe” Çerçioğlu, topukladı!

Tamam, söz güzel, olayı da anlatıyor ama şu özgeçmişte bir tuhaflık yok mu?

Özlem Çerçioğlu 2 dönem milletvekilliği yaptı, tam 4 dönemdir de belediye başkanı. 2002’de milletvekili, 2007’de yine milletvekili. Dönemi bitirmeden 2009’da belediye başkanı seçildi, 2014’te yine belediye başkanı, 2019’da yine belediye başkanı, 2024’te yine belediye başkanı.

Asıl bu tabloyu oluşturan nedenler üzerinde durulması gerekmiyor mu? 4 dönem belediye başkanlığının ve 2 dönem milletvekilliğinin, vatandaşa hizmet aşkı olmadığı, başka bir aşk olduğu ortada. O aşk, en hafifinden “koltuk aşkıdır” ve asıl mücadele edilmesi gereken de budur.

Çünkü bu kadar uzun süren bir belediye başkanlığı, elbette istisnaları vardır ama altındaki kadronun kökleşmesinin de katkısıyla, yolsuzluk riski doğuran sorunlu bir mekanizmaya dönüşecektir.

İki dönem kuralı ve adayların önseçimle belirlenmesi ilkesi, yolsuzlukla mücadelenin yollarındandır.

AKP’YE YENİ KAMBUR

Öte yandan Çerçioğlu 2 dönem milletvekilliğini yaptığı ve 4 dönemdir de belediye başkanlığını yürüttüğü partisinden ayrılığını, “parti içinde yaşadığı sorunlar” olarak açıkladı ve “çözülemeyeceği nedeniyle” artık CHP’de kalamayacağını ilan ederek AKP’ye geçti. Bağımsız kalmak yerine iktidar partisine geçme kararına bakılırsa bu sorun, CHP’de çözülemeyip ancak iktidar partisinde çözülebilecek türden bir sorun olmalı!

Ve AKP medyasının düne kadar “yolsuzluk kraliçesi” gördüğü Çerçioğlu, AKP’deki rozet takma töreninde yaptığı konuşmaya “Cumhurbaşkanımın himayesinde artık Aydın’a daha çok hizmet edeceğim” diyerek başladı. Çerçioğlu’nun kime, neye, neden hizmet edeceğini elbette Aydınlı CHP’liler biliyordu ve iki gündür tepkileri sürüyor.

Ve yine medyaya yansıdığına göre, halka hizmet propagandasının altında, gerçekte “şirket kurtarma” operasyonu var!

Bu arada AKP medyasının manşetlerden yolsuzlukla suçladığı bir ismin, AKP’nin kuruluş yıldönümünde “AK” Parti rozeti takması, kimi AKP’lilerin içine sinmiş görünmüyor. Tutuklanan onca CHP’li belediye başkanı için hâlâ sağlam bir yolsuzluk iddianamesi oluşturulamamışken AKP medyası tarafından en güçlü yolsuzluk iddiasıyla suçlanan bir CHP’linin artık AKP’li olması, elbette hazmetmesi zor bir durum!

‘TOPUKLU EFE’ REKLAMCILARI

Diğer yandan Aydınlıların Çerçioğlu’na “topuklu efe” dediği de yoktu aslında. Bu sıfat, Ertuğrul Özkök gazeteciliğinin eseriydi ve Çerçioğlu’na bu sıfatı Hürriyet  gazetesi yakıştırmıştı. Ama Hürriyet yakıştırdıktan sonra, ne yazık ki medyada kimi isimler Çerçioğlu’nu “topuklu efe” diye övdü, onun belediyeceliğinin reklamını bu sıfatla yaptı.

Ve dün “topuklu efe” reklamı yapanlar, o övgüleri düzenler kendileri değilmiş gibi, bugün “topuklayan efe” diye tepki gösteriyorlar. Ne bir özür ne bir özeleştiri!

Yetmemiş gibi bir de “siyasette ahlak” dersi vermeye kalkıyorlar.

Türkiye’nin bir sorunu da bu işte: Anasından “akil adam olarak doğanlar” sorunu.

                                                   /././

Alaska’daki CCCP’nin anlamı -Mehmet Ali Güller-

Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Alaska’ya CCCP yani Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tişörtüyle gitmesi, amaçlandığı gibi fazlasıyla dikkat çekti ve tartışıldı.

Batılılar bunu daha çok, Rusya’nın SSCB topraklarına göz dikme mesajı olarak yorumladı. Bunun gerçekçi olmadığı ortada. Konu zaten Alaska’nın kendisiyle ilgili de olamazdı çünkü Alaska Rus Çarlığı tarafından ABD’ye verildi, hiç SSCB toprağı olmadı. Öte yandan kişisel olarak Lavrov’un ya da Putin hükümetinin sosyalist bir Rusya hedefinin olmadığı da ortada.

CCCP’nin tek bir anlamı var bana göre: Rusya ABD’ye, SSCB dönemindeki gibi küresel sorunlarda belirleyen konumda olduğunun mesajını verdi.

ABD İLE RUSYA UZLAŞTI 

Trump ile Putin’in Alaska zirvesi, CCCP’yle verilen mesaja uygun olarak hem ABD ile Rusya arasında bir uzlaşmaya hem de küresel sorunların başında gelen Ukrayna konusunda bir anlaşma arayışına sahne oldu. Bu yönüyle Alaska zirvesini “ABD-Rusya uzlaşısı tamam, Ukrayna anlaşması pişiriliyor” diye özetleyebiliriz.

Öyle ki Trump, ABD-Rusya uzlaşısının kabul edilmemesi halinde sorumluluğun Ukrayna ve Avrupa ülkelerinde olacağının işaretlerini verdi. İngiltere ve AB rahatsız ancak ABD’nin olmadığı bir Ukrayna savaşını sürdürebilmeleri hiç gerçekçi değil. Dolayısıyla günün sonunda onlar da ABD-Rusya uzlaşısını kabul etmek zorunda kalacaklar.

DOMBAS KARŞILIĞI BARIŞ

Trump, “Putin’le birçok konuda anlaşmaya vardıklarını, geriye çok az mesele kaldığını” açıkladı. Ancak bunların ne olduğu resmi olarak belirtilmedi.

Ancak iki ABD’li yetkilinin Washington Post’a yaptığı sızdırma, ABD’nin İngiltere ve AB’ye mesajı gibi okunabilir. Habere göre Putin’le Alaska zirvesi yaptıktan sonra Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’yi telefonla arayan Trump ona şöyle dedi: Halihazırda Rusya’nın kontrolünde bulunan bölgelere ek olarak Donbas’ın tamamının Rusya’ya bırakılması karşılığında savaş sona erecek.

Önceki ABD yönetiminin çıkarları için kullandığı ve şimdiki ABD yönetiminin yeni çıkarları gereği kenara ittiği Zelenski’ye verilen ültimatomdur bu aslında. Süresi dolan ve seçim baskısı altındaki Zelenski’nin Berlin-Londra hattına güvenerek yapabilecekleri sınırlı.

DÜNYA GÜVENLİĞİ KONUSU

ABD ile Rusya uzlaşısında, masada ekonomik çıkarların da olduğu anlaşılıyor. Nitekim görüşmenin ikinci aşamasında liderlere ekonomi kurmayları da eşlik etti. Sızan bilgilere göre iki lider Arktik Okyanusu’nda işbirliği yapmayı kararlaştırdı ve ABD’nin Alaska’daki enerji operasyonları için Rusların nükleer enerjili buzkıran gemilerini kullanmasında anlaştı.

Alaska zirvesinde kimin daha çok taviz elde ettiği ve kimin daha çok taviz verdiği elbette tartışılmaya devam edecektir. Ama Alaska zirvesinin asıl kazananının Putin olduğu tartışma götürmez durumda.

Zira ABD’nin diplomatik kuşatma uyguladığı, tecrit etmeye çalıştığı Putin, tecriti doğrudan ABD topraklarında geçersiz kılmış oldu. Buna ek olarak Putin’in Alaska’ya davet edilmesi, ABD’nin Rus ekonomisini çökertme planının da başarısızlığının kabulü anlamına geliyor.

Putin bu avantajla Trump’tan üç talepte bulundu: 1) Ukrayna krizinin temel nedenlerinin ortadan kaldırılmasını istedi. 2) Rusya’nın meşru endişelerinin dikkate alınmasını istedi. 3) Avrupa ve dünya güvenliğinde adil bir dengenin sağlanmasını istedi.

İşte, daha önce sık sık ifade ettiği Avrupa güvenliği meselesine Putin’in şimdi “dünya güvenliğini” eklemesi, CCCP tişörtüyle verilen mesajın somut haliydi.

                                                             /././

Ah ah beni belediye başkanı yapmadılar!-Işıl Özgentürk-

Sevgili okurlarım iyice kafa sersemi olduk. Yahu ne biçim bir ülkede yaşıyoruz! Her gün farklı yerlerde gökyüzünü kızıla boyayan yangın felaketlerine, günaşırı ölüm emri verilen asker ölümlerine, bir ertesi gün çeşitli kurumlarda ve üniversitelerde başlayıp ülkeyi sarsan diploma-unvan sahtekârlıklarına, sıradanlaşan kadın ve çocuk işçi ölümlerine gözümüzü açıyoruz. Bu arada Türkiş Mandela ve artık neyin kurucu başkanıysa  Öcalan’ı Meclis’e getirmek için, yetkisiz bir komisyon ha babam çalışıyor. Ve emir büyük yerden “Oturun oturduğunuz yerde, on yıl sonra neler olup bittiği öğreneceksiniz”! Bu arada ben Ruhi Su’nun sesinden o muhteşem türküyü dinliyorum: “Çanakkale içinde vurdular beni, ölmeden mezara koydular beni.” Ne acı ki bir asır önce “Çanakkale geçilmez!” diye haykırarak yırtık pabuçlarıyla siperlerden fırlayan, düşmana ölümüne saldıran atalarımızın mezarları da artık uluslararası maden şirketlerinin işgali altında!

Yani dostlarım yılana bile sarılmaya vaktimiz kalmadı bir de başımıza Aydın’ın CHP’den iki dönem milletvekili, üç dönem de Aydın kentinin belediye başkanı olmuş Özlem Çerçioğlu çıktı. Kadın yıllarca topuklu efe olarak meydanlarda zeybek oynamış. Alkışlıyorum muhteşem bir başarı ama bu başarının ardında sanırım üstü örtülü bir şeyler var. Belediye çalışanları ve kente yapılan bazı usulsüz işlerin mağdurları şikâyetlerini CHP üst yönetimine ilettikleri halde parti hiçbir araştırma, soruşturma yapmadan onu son seçimde de aday göstermiş. Üstelik Aydın’ın topuklu efesi hakkında yazar arkadaşımız Ergun Poyraz “Kırık Topuklu Kirli Kontes”, adlı bir kitap yazmış. Böyle bir kitabı yazmak bu ülkede cesaret ister. Parti de hiç olmazsa görevli üç kişinin kitabı incelenmesi gerekmez miydi?

Neyse yazımıza devam edelim, bir zamanlar çalıştığım bir projede Berlin Belediye başkanıyla tanıştım. Psikoloji okumuş orta halli bir ailenin küçük kızıydı. Yaptığı işlerden o kadar etkilenmiştim ki, vallahi billahi “Ben belediye Başkanı olmalıyım”  diye dostlar arasında isteğimi dile getirmiştim. Neyse ki beni seven dostlarım yardımıma yetiştiler. “Kızım hayal kurmayı ne zaman bırakacaksın, sen kim belediye başkanı olmak kim? Sen bir Cumhuriyet bürokratı babanın, ilk kez ‘Engelliler de bizim çocuklarımızdır’ diye haykıran, harekete geçen bir annenin kızısın! Ne aşiretten geliyorsun ne baban zengin, üstelik darbelerde başın beladan kurtulmamış, bu rüyayı unut.”

Neyse unuttum ama bugün topuklu efenin AKP’ye geçtiğini görünce “vay”  dedim, “Ben hâlâ 1968 yılında kalmışım”. Topuklu efe zengin yere gelin gitmiş, ilk milletvekili olduğu seçimde aday sırası dörtmüş ama kayınpeder bağış yapmış eh sıra da öne alınmış. Gerçekten AKP ve akıl verenleri oyunu iyi oynuyorlar. Bence kadını “Seni de içeri tıkarız” diye tehdit filan etmediler. CHP merkezine gönderilen olumsuz dosyalardan elbette onların da haberleri vardı. Bir algı yaratmak istiyorlardı zaten bu algıyı epeydir sürdürüyorlardı. “CHP’li siyasetçiler de temiz değildir.” Şimdi bu kadının istifası sadece AKP’nin başlattığı algı operasyonuna yardım ediyor. Ve ülkemim vatansever, fedakâr insanlarını daha çok umutsuzluğa, daha çok çaresizliğe sürüklemiyor mu?

Belli ki umudun yeniden insanları sarması için CHP’nin radikal yöntemler uygulaması gerekiyor, örneğin milletvekilleri arasında 4 dönem 6 dönem milletvekili olanlar var yuh artık! İtirafçılara hiç değinmiyorum, yaşadıklarımız bize gösterdi ki ekipler seçilirken özellikle ideolojik işbirliğine ihtiyaç var, dostlarını yarı yolda ekenlere değil.

Ve CHP bilimsel yaklaşımı pek sevmiyor. Bunu nereden anlıyoruz, örneğin CHP miting yapıyor, yapsınlar ama bu mitinglerde laiklik konusunda taviz vermeyeceklerini sadece söylüyorlar peki bunları hayata geçirmek için neler yapacaklar? Artık taviz ve korkaklık zamanı geçti. Yetti artık bu ülkenin Diyanet Başkanlığı tarafından üç bakanlığın bütçesiyle yönetilmesi! Ayrıca tek adam rejiminden nasıl kurtulacağız, ufukta seçim pek gözükmüyor, başka çıkış yolları bulunmalı. Emeklilerin, işçilerin yaşam koşulları nasıl değiştirilecek? Neden CHP’nin her konuda düzenlenmiş çalışma raporları yok!

Olmalı, çünkü artık sözcükler yetmiyor.

                                                        /././

Erdal İnönü ve Kürt ittifakı...-Ahmet Tan-

TBMM tatilde, malum komisyon salı günü yine de toplanıyor.

Gözler, kulaklar DEM’de! Reyiz ise sütre gerisinde. Zurnanın zırt diyeceği yeri DEM belirleyecek.

1990’larda da Halkın Emek Partisi’nin (HEP) bir girişimi olmuştu. “Kürt hareketi ittifakı” benzerini DYP koalisyon ortağı SHP lideri Erdal İnönü denemişti.

Bugünkü komisyona karşı Lozan Antlaşması bağlamında filizlenen tereddüt ve endişelerin benzeri o dönemde de vardı. Ama “Kürt ittifakı” öncülüğünü Lozan zaferinin kahramanı İsmet Paşa’nın oğlu yaptığı için kaygılar daha azdı.

(SHP 1991 seçimlerinden yüzde 20 oy alarak üçüncü parti çıkmıştı. 1. parti DYP’li Demirel başbakan, yüzde 24 alan ANAP da ana muhalefet olmuştu.)

Tüm dikkatler HEP’le güç birliğine hazırlanan SHP lideri İnönü’de idi.

Pembe Köşk sitesindeki evinde randevu almak zor olmadı.

Cumhuriyet’te iki gün yayımlanan mülakatın bir özetini sunmak “maziye bak atiyi (geleceği) gör” ilkesine de uygun düşecektir.

***

Sadede hemen gelmeyi sevdiğini biliyorduk...

- Kürt kökenli yurttaşlarla ilgili ana sorun sizce nedir?

İnönü: Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların iddiası, Türkiye’de Kürt kökenli vatandaşların bir azınlık olmadığı, Türkiye’ye Türk kökenli vatandaşlar kadar sahip olduklarıdır. İşin doğrusu da budur. Bu böyle görüldüğü sürece huzur içinde yaşanmıştır. Böyle görülmeyince de karışıklıklar, anlaşmazlıklar çıkmıştır. Türkiye’ye eşit haklarla sahip olmak demek, özellikle anadille ilgili kendini gösterir. Bir tanesi olumsuzluklardan kaldırılması, yani Kürt kökenlilere, anadili Kürtçe olanlara ters bakan, kötü bakan işaret -şüphe- halinden vazgeçilmesi, sakınılması ve bunun açıkça gösterilmesi gerekir. Bunlar kesin olarak ortadan kalkmalı.

- Kürt yurttaşların sorunları sizce hangi tarihten başlayarak ve neden yoğunluk kazandı?

İnönü: Ara dönemden başlayarak, ANAP döneminde çok terslikler oldu. Bunların hepsi Kürt kökenli insanlarımızın ayrılıkçılara sempatiyle bakmasına yardımcı olmuş olabilir. İlk iş, olumsuzlukları ortadan kaldırmak. İkincisi de olumlu katkılara daha büyük olanak vermek. O da siyasette, ekonomide, her yerde hiçbir fark olmadan olanakların sunulması şeklinde, kendi aralarındaki üstünlükler ölçüsünde yer almaları, yükselmek. Bu açıdan aslında daha büyük başarı sağlanmıştır Cumhuriyet döneminde. Bir ayrım yapılmadığı için “Kürt kökenli-Türk kökenli” diye bu vatandaşlarımız her yerde eşit şekilde görülmüştür. Fakat bence olumlu katkılar hep olmuştur.

- HEP’le işbirliğine yine de eleştiriler var...

İnönü: Bu konuda talihsizlik yaşadık. Bu seçim dolayısıyla bu talihsizliği ortadan kaldırmak için hemen o yola girdik. Bilindiği gibi, HEP’in kurulmasıyla ortaya çıkan bir yanlış yaklaşım idi. Yani öyle bir kanaat doğdu ki HEP kurulunca, Türkiye’de Kürt kökenli vatandaşlarımızı sadece oraya iter anlamı ancak ayrı bir partide olur, ayrıdan farkı olan bir çizgidir. Son derece yanlış izlenen bir durumdu. Seçim karışımıyla gelince, HEP’teki milletvekili arkadaşlarımızın SHP listelerinde girmek istemeleri bu açıdan bizi mutlu kıldı. Çünkü o yanlış ortamdan kurtaracak bir fırsat bulunmuş oldu. Bu katılım milletvekilleri şeklinde değil, temsil olarak seçimlere girmiş oldu. Bize inen işlevi şimdilik yerine getiriyor. HEP’li yurttaşlarımız da bize katılıyorlar ve bir anlamda bütünlük içinde siyasete ağırlık veriyorlar. Umuyoruz ki bu suretle seçimlerden sonra da bu birleşme devam edecek ve Türk kökenli, Kürt kökenli, etnik farklılık gözetilmeden bir büyük partide bir araya gelebilecekler. Demokrasilerde temel yaklaşım budur.

- Olağanüstü hal bölgesinde Kürt kökenli yurttaşlarda güvenlik güçlerine karşı bir güven eksikliğinden söz ediliyor. Bu durum sonucu bu yurttaşlarda yer yer ayrılıkçı güçlere yönelik bir sempati olduğu söyleniyor. Bu olguda, Kürt kökenli yurttaşların Türkiye’deki siyasete güçlerince ağırlık koyamadıklarını düşünmenizin bir payı olabilir mi?

İnönü: Etnik fark dolayısıyla ayrı parti kurmak, o demokrasinin eksiği olduğunu, bazı yasak ve bazı baskılar olduğunu gösterir. O yapılmayınca, kendiliğinden bu baskıların da kalkması yolunda adım atılmış olunur. Bizim, HEP ile bütünleşmeye götüren adım atmış olmamızı geçici seçim ittifakı diye görmek yanlış. Bu, bütünleşmeye götürecek ilk adımdır. SHP içinde rahatlıkla seyreden demokrasi davasının şimdi tekrar aynı şekilde yürütüleceğine olan inancın ifadesidir. Bizim için de en önemli tarafı budur. Ülkenin bütünlüğüne katkıda bulunacak bir adım attığımıza inanıyorum. (Ahmet Tan 23-24 EYLÜL 1991 Cumhuriyet)

                                                                  /././

Beyşehir Gölü 300 metre çekildi: 'Şu anda ölmüş vaziyettedir'

Konya ve Isparta topraklarındaki Beyşehir Gölü'nde su, bazı yerlerde kıyıdan yaklaşık 300 metre çekildi. Beyşehir Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Hasan Kurt, ''Söyleyeceğimiz tek bir şey var, Beyşehir Gölü vefat etmiştir. Tüm Türkiye’nin başı sağ olsun. Şu an bulunduğumuz yerin su seviyesi oldukça yüksekti ve burada daha önce 300 metre geride çekim yapmıştık. Şu an bazı yerlerde 1500 metreye kadar su çekilmiş durumda, yürü yürü bitmiyor. Bu alanlar kara parçası haline gelmiş vaziyette. Artık suya ulaşılamayacak derece çekildi. Suyun çekilmesiyle birlikte adalar oluştu'' dedi.

Türkiye'nin en büyük tatlı su gölü olarak bilinen 656 kilometrekare yüz ölçüme sahip Beyşehir Gölü, Çarşamba Çayı ile Konya Ovası'nın sulanmasına katkı sağladığı gibi 400'ün üzerinde balıkçının da geçim kapısı oluyor. Ancak iklim değişikliği ve bilinçsiz tarımsal sulama nedeniyle göldeki su, bazı yerlerde kıyıdan yaklaştık 300 metre çekildi. Su çekildiği için balıkçılığın ve tekneyle turların yapılması güçleşiyor. Su çekilen yerlerde ise artık büyükbaşlar otluyor.  "BEYŞEHİR GÖLÜ ŞU ANDA ÖLMÜŞ VAZİYETTEDİR" Balıkçıların otlanmadan ve bataklıktan dolayı göle açıldığını belirten Beyşehir Su Ürünleri Kooperatif Başkanı Hasan Kurt, "Söyleyeceğimiz tek bir şey var, Beyşehir Gölü vefat etmiştir. Tüm Türkiye’nin başı sağ olsun. Göründüğü üzere göl otlanma ve bataklığa dönüşmüş vaziyettedir. Ağlar serilmeyecek dereceye geldi. Bizim için artık Beyşehir Gölü yok. Beyşehir Gölü, şu anda ölmüş vaziyettedir. Balıkçılar olarak tamamen bittik. Balıkçılık yapamıyoruz. Tarım sulamaları da yapılamıyor. Sadece içme suyu olarak kullanılıyor. İçme suyu olarak ise 1 ay mı olur, 2 ay mı olur, 6 ay mı olur, ondan da şikayetler gelmeye başlar. Önümüzdeki zamanlarda çeşmelerden balçık bataklık akacak. Bizim tahminlerimiz bu yöndedir. Şu an bulunduğumuz yerin su seviyesi oldukça yüksekti, burada daha önce 300 metre geride çekim yapmıştık. Şu an bazı yerlerde 1500 metreye kadar su çekilmiş durumda, yürü yürü bitmiyor. Bu alanlar kara parçası haline gelmiş vaziyette. Artık suya ulaşılamayacak derece çekildi. Suyun çekilmesiyle birlikte adalar oluştu.''  "ÇİFTÇİLERİN ZARARI VAR" Kuraklığın yanı sıra gölü besleyen bazı kaynakların önüne tarımsal amaçlı gölet ve barajlar yapıldığını belirten Kurt, ''Beyşehir Gölü'nün önüne sulama barajları yapıldı. Dolayısıyla Beyşehir Gölü, beslenemez hale geldi ve bugünkü halini aldı. Barajların yapılmasına tabi ki karşı değiliz ama bir yeri yaparken, diğer yeri bozmadan yapılmalı. Çiftçiler, pancarlarını sulayamadı. Çoğu çiftçi tarlasını tekrar sürdü. Ciddi bir şekilde çiftçilerin zararı var. Bunun sebebi suyun olmamasıdır. Biz çiftçilere dedik ki, 'Hoyratça sulamayı bırakın. Damlama sulamaya geçin, tasarruf edin' diye uyardık. Bu göl hepimizin, dedik ama diğer arkadaşlar, '4 balıkçıya mı lazım' diyerek tepki gösterdi. Şu an ise biz balıkçılar olarak sesizimizi çıkarmıyoruz. Bu sorun artık Türkiye’nin sorunu haline geldi. Çiftçiler diyor ki, 'Beyşehir bize su vermiyor'. Kapaklar açık su gitmiyor vaziyette, alın su sizin olsun. Çünkü göl kurudu, su yok. Yetkililerden çözüm bulmalarını istiyoruz. Bizim şöyle bir talebimiz var. Akçay’da boşa akan bir su var. 36 kilometrelik bir mesafeden getirtilerek Beyşehir Gölüne kazandırılırsa göl kurtulur. Onun için bu projeyi en hızlı şekilde gündeme alıp, master planı hazırlayarak meclise sunulup gölümüze getirtmeliyiz'' diye konuştu.

Konya'da mide bulandıran olay: 4 yaşındaki çocuğa cinsel taciz


Konya'da 4 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismarda bulunduğu öne sürülen 24 yaşındaki inşaat işçisi Ahmet Ö., gözaltına alındı. 

Konya'nın Karatay ilçesinde oturan ve 4 yaşındaki kızlarının sağlık durumundan şüphelenen aile, 10 Ağustos günü çocuklarını hastaneye götürdü.  Çocuğun, hastanede yapılan kontrolünde cinsel istismara uğradığı belirlendi. Aile, bunun üzerine polis merkezine gidip şikayette bulundu. Karatay İlçe Emniyet Müdürlüğü Suç Önleme ve Soruşturma Amirliği ekipleri, şikayetin ardından çalışma başlattı. 250 GÜVENLİK KAMERASI İNCELENDİ Polis, çocuğun oturduğu mahalledeki güvenlik kamera kayıtlarını inceleme altına aldı. Yaklaşık 250 güvenlik kamerası ve 500 saatlik görüntüyü inceleyen ekipler, 11 suçtan kaydı olan Ahmet Ö.'nün sokakta gördüğü küçük çocukla birlikte binaya girdiğini ve birlikte çatıya çıktıklarını belirledi. GÖZALTINA ALINDI  Ahmet Ö., dün akşam saatlerinde polis ekiplerince evinde gözaltına alındı. Köprübaşı Şehit Azam Güdendede Polis Merkezi Amirliği'ne götürülen Ahmet Ö.'nün işlemleri sürüyor.

Bahçeli'den 'Selahattin Yılmaz' çıkışı: 'Dava arkadaşımdır' 

Son dakika haberi... MHP lideri Devlet Bahçeli, dün tutuklanan çete lideri Selahattin Yılmaz için dikkat çeken bir açıklama yaptı. Bahçeli, açıklamasında "Selahattin Yılmaz ülküdaşım ve dava arkadaşımdır. İnanıyorum ki, masum ve suçsuz olduğu da süreç içinde anlaşılacak ve açığa çıkacaktır" ifadelerini kullandı.  (https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/son-dakika-bahceli-den-selahattin-yilmaz-cikisi-dava-arkadasimdir-2427600)

Meclis önünde 'Beyaz Toros' yakıldı: Şüphelinin kimliği belli oldu!

Son dakika gelişmesi... Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) önünde 'Beyaz Toros' yaktığı iddia edilen şüpheli gözaltına alınmıştı. Şüphelinin kimliği belli oldu. (https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/son-dakika-meclis-onunde-beyaz-toros-yakildi-suphelinin-kimligi-belli-oldu-2427599)

CUMHURİYET

 










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...