Afganistan'da 4 yılın bilançosu: Taliban için adeta kadın olmak yasak -Manizha Bahrah-
15 Ağustos 2021'den bu yana Taliban yönetimi ülkedeki neredeyse tüm unsurları baskı altında tutuyor. İnsan hakları; tutuklama, işkence ve cinayetlerle endişe verici boyutlara ulaşırken en büyük gösterge kadınların geldiği durum.
Ağustos 2021’de iktidarı ele geçirdiğinden bu yana Taliban, “İslami şeriat”ın dogmatik yorumuna dayalı olarak, kız çocuklarının altıncı sınıfın ötesinde eğitim almasını, kadınların ve kızların üniversitelerde ve sağlık kurumlarında öğrenim görmesini, kadınların kamu ve özel kurumlarda çalışmasını, kadınların siyasal katılımını ve sivil toplum faaliyetlerini, "mahremsiz" seyahatini ve kamusal alanlardan yararlanmasını yasaklamış; ek olarak, kadın ve insan haklarını savunan yargı, hukuk ve sivil toplum kurumlarını da ortadan kaldırmıştır.
Taliban’ın zihinsel çerçevesinde adeta “kadın olmak yasaktır.”
2024 Eylül ayında Taliban lideri Molla Hibetullah tarafından onaylanan “Emr-i Bil Maruf Nehy-i Anil Münker Kanunu” çerçevesinde, kadın yüzü ve sesi dahi “avret” olarak tanımlanmış ve kadınların evde kalmaları gerektiği vurgulanmıştır. Bu kanunun 13. maddesinde “Kadının tüm bedeninin örtülmesi zorunludur. Fitne korkusu nedeniyle yüzün örtülmesi gereklidir. Kadınların sesi (şarkı söyleme, naat okuma, topluluk önünde kıraat) avrettir” hükmü yer almakta; 13. maddenin 8. bendinde ise “Reşit bir kadın zaruri bir ihtiyaç için evinden çıktığında sesini, yüzünü ve bedenini örtmekle yükümlüdür” ifadesi bulunmaktadır.
Sözlü ve fiziksel şiddet, gözaltı, kırbaçlama hatta recm...
Taliban, bu zorunlu kurallara uymayan kadınlara karşı sözlü ve fiziksel şiddet, gözaltı, kırbaçlama ve hatta recm gibi cezaları uygulamaktadır. Kadın haklarını savunan kurumların lağvedilmesi, kadınların Taliban denetimindeki adli ve yargı mekanizmalarına erişiminin engellenmesi ve Taliban’ın dogmatik şeriat yorumu, ülkede toplumsal cinsiyete dayalı ve yapısal şiddetin derinleşmesine yol açmıştır. Bu durum, kadınların eğitim, çalışma ve temel insan haklarından mahrum bırakılmasıyla sonuçlanan “çifte ayrımcılık” modelini güçlendirmiştir.
Norveçli sosyolog Johan Galtung’un (1990) “yapısal şiddet” kavramıyla açıklanabilecek bu durum, hukuki veya kurumsal biçimlerde ortaya çıkan sistematik eşitsizlik ve yoksunluk biçimlerini ifade eder. Taliban, kadınların kaynaklara, fırsatlara ve haklara erişimini sistematik biçimde engelleyerek toplumsal cinsiyet ayrımını ve şiddetini derinleştirmiş, adım adım ilerleyen bir stratejiyle yapısal şiddeti kurumsallaştırmaya yönelmiştir. Bu süreçte Taliban, kadınların haklarını dini gerekçelerle ortadan kaldırarak kendi ideolojik hegemonyasını yeniden üretmekte ve egemen kültürü erkek-merkezli bir düzene göre yeniden tanımlamaktadır.

Kadınlara yönelik sistematik ayrımcılık ve hak gaspı
Uluslararası kuruluşlar, uzmanlar, insan hakları örgütleri ve bazı devletler, Taliban’ın kadınlara yönelik uygulamalarını “İnsanlığa Karşı Suç” ve “Toplumsal Cinsiyet Apartheid’i” olarak nitelendirmiş; “Toplumsal Cinsiyet Apartheid’i”nin uluslararası alanda tanınması ve Taliban liderlerinin hesap vermesi çağrısında bulunmuştur. Taliban, kadınları toplum, siyaset ve ekonomiden tamamen dışlayarak, onların bireysel ve toplumsal kimliklerini silmeye; onları annelik, eşlik ve kız evlatlık gibi cinsiyet rolleriyle sınırlı ev içi alanlara yönelmektedir. Bu durum, Afganistan’ı ataerkil ve gelenekçi düşüncelerin hâkim olduğu bir “karadelik”e sürüklemiştir.
Eğitim yasağı erken ve yasal olmayan evlilik oranlarını yüzde 25 artırdı
Kadınlara yönelik sistematik ayrımcılık ve hak gaspı, toplumun mikro ve makro düzeylerinde görünür ve görünmez sonuçlar doğurmaktadır. Mikro düzeyde umutsuzluk, depresyon, intihar, çocuk yaşta evlilik ve zorla evlendirme en belirgin sonuçlar arasındadır. Birleşmiş Milletler, Ağustos 2024’te Taliban sonrası dönemde kadınların ruh sağlığında ciddi bozulma olduğunu açıklamış; UNICEF, Ağustos 2023’te depresyonun Afgan kız çocukları arasında yaygınlaştığını ve intihar oranlarının arttığını bildirmiştir. ABD’nin Doha’daki Afganistan Büyükelçiliği, Aralık 2024’te eğitim yasağının erken ve yasal olmayan evlilik oranlarını yüzde 25 artırdığını duyurmuştur. BM İnsan Hakları Özel Raportörü Richard Bennett, Haziran 2025’te Afgan ailelerin, yoksulluk ve kızlarının Taliban üyeleriyle evlenmesini önleme isteği nedeniyle zorla evliliklere başvurduğunu rapor etmiştir.
Ekonomik boyutta ise BM Kalkınma Ajansı, 29 Nisan 2025’te yayımladığı tahminde, 2024–2026 yılları arasında kadın ve kız çocuklarına uygulanan kısıtlamaların Afganistan ekonomisine 920 milyon dolardan fazla zarar vereceğini öngörmüştür. Bu politikalar, Afganistan’ı ekonomik, sosyal ve siyasi krizlere sürüklemiş; dünya ülkeleri (Rusya hariç) Taliban’ı kadınlara, etnik ve dini azınlıklara yönelik dogmatik politikaları, ifade özgürlüğü ihlalleri ve kapsayıcı hükümet kurmaması nedeniyle meşru hükümet olarak tanımamıştır. Taliban’ın uluslararası taleplere uymaması, Afganistan’ın siyasi izolasyonunu pekiştirmiş; kadın karşıtı politikalar, uluslararası yardımların sınırlandırılması veya durdurulmasına yol açmıştır. Bu durum, kronik yoksulluğun ve işsizliğin artmasına, sürdürülebilir kalkınmanın ise yüzyıllarca gerilemesine neden olmuştur.
Sosyal ve kültürel düzeyde, aile içi şiddetin artması, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin derinleşmesi, tek cinsiyetli toplum modelinin güçlenmesi, ataerkil yapıların pekişmesi, toplumsal insan sermayesinin zayıflaması, geleneksel cinsiyet rollerinin yeniden üretilmesi ve ilkel toplumsal yapıların güçlenmesi, kadınların kamusal alandan dışlanmasının başlıca sonuçları olmuştur. Sağlık alanında ise kadınların tıp, ebelik ve hemşirelik gibi sağlık alanlarında eğitimden mahrum bırakılması, sağlık kurumlarında ciddi uzman personel eksikliğine yol açmış; anne ve çocuk ölümlerini artırmıştır.
Etnik, dini ve dilsel azınlıklar yabancı ve tehdit unsuru şeklinde sunuluyor
İnsan Hakları İzleme Örgütü, 20 Mart 2025 tarihinde Afganistan’daki din özgürlükleri durumunu kriz olarak nitelendirmiş ve Taliban politikalarıyla Afganistan’ın din özgürlüğü ve diğer temel insan hakları açısından bir kâbusa dönüştüğünü belirtmiştir. Rapora göre Taliban, bu grubun katı İslam yorumuna uymayan bireylerin ve dini azınlıkların haklarını ağır şekilde ihlal etmektedir. Örgüt, Şiiler, Sufiler, Ahmediler, Hindular, Sihler, Hristiyanlar ve diğer dini azınlıkların Afganistan’da şiddet ve taciz tehdidi altında yaşadığını ifade etmiştir.
Bu durum, Taliban’ın siyasi gücünü kullanarak kendi din yorumunu tek meşru anlatı olarak dayatması ve kimlikleri yok etmesi şeklinde tanımlanabilecek, açık bir ideolojik tekel ve etnik-dini kimliklerin ortadan kaldırılması örneğidir. Böyle bir politika, etnik ve dini çeşitliliğin ve kültürel çoğulculuğun sistematik biçimde bastırıldığı bir teokratik ve etnosentrik totaliter rejimin oluşumuna yol açmaktadır.
Taliban’ın dini azınlıkları dışlama ve yok sayma politikası, yalnızca inanç özgürlüğünü ihlal etmekle kalmamakta, aynı zamanda toplumsal uyumu zayıflatmakta, mezhepsel kutuplaşmayı artırmakta ve mezhepler arası şiddeti körüklemektedir. Bu yaklaşım, etnik, dini ve dilsel azınlıkları “öteki” olarak tanımlayarak onları yabancı ve tehdit unsuru şeklinde sunmakta, böylece grubun ideolojisinin meşrulaştırılmasına ve güçlendirilmesine hizmet etmektedir.
Tutuklamaya, işkence ve cinayetler
Her ne kadar Taliban lideri iktidara geldikten sonra Afgan güvenlik güçleri için genel af ilan etmiş olsa da, uluslararası belgelere dayalı raporlar, bu grubun eski devlet ve askeri personeli tehdit etmeye, tutuklamaya, işkence etmeye ve gizemli cinayetlerle ortadan kaldırmaya devam ettiğini göstermektedir. New York Times, 13 Nisan 2022’de yayımladığı araştırma bulgularında, Taliban’ın iktidarının ilk 6 ayında yaklaşık 500 eski asker ve devlet görevlisini öldürdüğünü veya kaybettirdiğini bildirmiştir. Daha sonra da bu konuda çok sayıda rapor yayımlanmıştır. UNAMA, 2 Mayıs 2024’te yayımladığı raporda, genel af ilanına rağmen Taliban’ın eski devlet ve askeri personeli tutuklama, işkence etme ve öldürme uygulamalarına devam ettiğini açıklamıştır.
Taliban’ın eski güçleri tehdit, tutuklama, işkence ve öldürme girişimleri, bu grubun siyasi tasfiye ve bastırma yaklaşımını yansıtmaktadır. Bu, birçok otoriter rejimde görülen ve potansiyel ya da fiili rakipleri fiziksel veya psikolojik olarak ortadan kaldırmayı; korku, baskı ve zor yoluyla iktidarı pekiştirmeyi amaçlayan bir olgudur. Bu yaklaşım, toplumda “sessizlik kültürü”nün oluşmasına neden olmakta; bireyler, olası sonuçlardan korkarak kendi deneyimlerini dahi aktarmaktan kaçınmaktadır.
Bu davranış biçimi aynı zamanda fiziksel ve psikolojik şiddetin birleşimiyle toplumu zorunlu siyasi pasiflik içinde tutan bir yapısal baskı türüdür. Taliban, geçmiş ve mevcut siyasi, askeri ve sivil aktörleri ortadan kaldırarak siyasi tabanını ve merkezi gücünü pekiştirmeyi hedeflemektedir. Bu bağlamda Taliban’ın bu eylemleri, tüm yetkilerin tek bir kişide toplandığı, halk karşısında herhangi bir yasal sınırlama veya hesap verme yükümlülüğü bulunmayan teokratik bir yönetimin sağlamlaştırılması anlamına gelmektedir.
Ülke basın tarihinin en karanlık dönemlerinden biri
Gazeteciler ve medya organlarının durumuna ilişkin olarak ise, Gazetecileri Koruma Komitesi 12 Ağustos 2025’te yaptığı açıklamada, 15 Ağustos 2021’den bu yana gazetecilere yönelik 539 şiddet vakası kaydedildiğini bildirmiştir. Komite, Taliban yönetimini ülke basın tarihinin “en karanlık dönemlerinden biri” olarak nitelendirmiştir.
Medya, esasen gerçeği aktarma, toplumsal farkındalığı artırma ve siyasi-sosyal diyalog ortamı yaratma işlevini yerine getirir. Ancak gazetecilerin ve medya organlarının sistematik biçimde bastırılması, bu işlevleri ortadan kaldırmaktadır. Gazetecilik haklarının ve ifade özgürlüğünün sürekli ihlali, toplumu kolektif oto-sansür durumuna sokmaktadır. Bu durum, doğrudan iktidarın bilgi tekelini ve “gerçeğin tahrif edilmesi” sürecini beslemektedir. Taliban, medya ve gazeteciler üzerinde mutlak gözetim sağlayarak bir yandan kamuoyunu kendi kontrolü altında tutmayı, diğer yandan ise siyasi ve ideolojik hegemonyasını korumayı amaçlamaktadır. Bunun sonucu olarak eleştiri ve alternatif fikirlerin marjinalize edildiği, kapalı ve tek sesli bir kamusal alan oluşmaktadır.

'Mikro' direniş hareketleri az da olsa mevcut
Modernite penceresi, Afganistan’da ilk kez Emir Amanullah Han döneminde (1919–1929) açılmıştır. Amanullah Han, bu on yıllık süreçte Afganistan’ın sosyo-kültürel ve siyasi yapısında köklü değişimler yaratmaya çalışmış; özellikle modern eğitim, kadın hakları ve toplumsal dönüşümler alanında somut adımlar atmıştır. Ancak gelenek ile modernite arasındaki yapısal gerilim, bir on yılın ardından geleneğin yeniden Afganistan’da hâkim olmasına yol açmış ve bu pencere, kendisini “Hâdim-i Dîn-i Resûlullah” olarak tanımlayan Habibullah Kalakâni (1929) tarafından tekrar kapatılmıştır.
Sonraki dönemlerde de bu pencere farklı zamanlarda açılıp kapanmış, ancak son dört yıldır tamamen kapalı kalmıştır.
Vatandaşlık hakları ile bireysel ve sivil özgürlüklerin ağır biçimde kısıtlandığı, ifade ve inanç özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı; öldürme, recm, kırbaç ve fiziksel şiddetin cezai ve yargısal politikanın bir parçası hâline geldiği; eğitim sisteminin erkek-merkezli ve şeriat-temelli bir ideolojiye tekelci şekilde bağlandığı; insan haklarını esas alan yargı ve hukuk sistemlerinin feshedildiği ve nihayetinde iktidarın, kendisini “mutlak haklı” ve diğerlerini “mutlak haksız” gören bir azınlığın tekeline geçtiği bir toplumda, açık direniş alanları neredeyse tamamen ortadan kalkmaktadır. Bununla birlikte, “bu çorak çölde bir gölet” niteliğinde olabilecek mikro direniş alanları hâlen mevcuttur.
Bunlar arasında; çevrim içi eğitimin sağlanması, Afganistan’daki gerçeklikleri özellikle kadın meselelerini sanal medya, görsel-işitsel ve yazılı basın gibi kitle iletişim araçlarında yansıtmak, ülke dışında süregelen sivil hareketler ve aktivizm faaliyetleri, diasporadaki bazı aktörlerin toplumsal düşünceyi birleştirme ve mevcut krizi dikkate alarak yeni bir anlatı inşa etme çabaları, insan hakları özellikle kadın hakları ihlalcilerinin hukuki ve cezai takibi, bazı ailelerin kız çocuklarının çevrim içi eğitimini destekleyerek sessiz direniş göstermesi, az sayıda uluslararası kuruluşun çevrim içi eğitim programlarına maddi ve manevi destek sağlaması, kız çocuklarının çevrim içi kanallar aracılığıyla evde kendi kendine eğitim görmesi ve gizli kitap okuma toplantıları düzenlemesi gibi pratikler yer almaktadır.
Bu tür yumuşak direniş biçimlerine, her ne kadar az sayıda kişi başvurmuş olsa da, hiç değilse toplumun bir kesiminde ışığın sönmemesi için çaba sarf edilmektedir. Umut odur ki, bu ışık bir gün tüm Afganistan’ın tavanını aydınlatacak bir meşaleye dönüşsün.

Taliban cesaretini nerden alıyor?
Mısır-Fransız düşünür Samir Amin’in (1931–2018) teorik perspektifinden Afganistan’ın küresel denklemdeki konumunu değerlendirdiğimizde, Taliban yönetimi “siyasal İslam”ın emperyalist güçlere hizmet eden bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Amin’e göre, Taliban gibi siyasal İslam hareketleri, görünürde anti-emperyalist bir söylem benimseseler de, pratikte küresel kapitalist sistem ve emperyalizmle uyum içerisindedir.
Amin’in tespitine göre, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler, Doğu’da siyasal İslam’ın uygulayıcısı konumundadır. Bu ülkeler, din temelli devlet yapıları inşa eden İslamcı gruplar aracılığıyla direniş hareketlerini bastırmakta ve Doğu’da kendi büyük ölçekli hedefleri doğrultusunda itaatkâr bir düzen tesis etmektedir. Nitekim Batı, özellikle de ABD, Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen savaşta “mücahit” olarak adlandırılan cihatçıları destekleyerek, Sovyet hegemonyasına ve onun Afganistan’daki desteklediği komünist düzene karşı savaşmalarını sağlamış ve nihayetinde Sovyetler’in Afganistan’dan geri çekilmesinde belirleyici olmuştur.
Şubat 2020’de ABD’nin Katar’ın Doha kentinde Taliban ile imzaladığı, maddelerinin bir kısmı hâlen gizli olan anlaşma dikkate alındığında, bugün ABD ve Batı’nın Taliban karşısındaki sessizliğinin, Amin’in siyasal İslamcılar ve emperyalistler hakkındaki yorumunu doğruladığı düşünülebilir. Bu bağlamda, uluslararası toplumun Taliban’ın Afganistan’daki eylemlerine tepkisi, çoğunlukla bildiriler, açıklamalar ve sözlü kınamalarla sınırlı kalmıştır.
Yakın dönemde, 17 Temmuz 2025’te Uluslararası Ceza Mahkemesi, Taliban lideri Hibetullah Ahundzade ile bu grubun yargı organı başkanı Abdulhakim Hakani hakkında “insanlığa karşı suç” iddiasıyla tutuklama kararı çıkarmıştır. Mahkeme, bu iki yetkilinin Afganistan’da kadınlara, kız çocuklarına ve diğer bireylere yönelik cinsiyet ve siyaset temelli sistematik baskılardaki rolleri nedeniyle yargılanmaları gerektiğini belirtmiştir.
Her ne kadar Lahey Mahkemesi’nin bu kararı geniş çapta memnuniyetle karşılanmış olsa da, bazı eleştirmenler asıl sorunun bu kararların uygulanabilirliği olduğunu vurgulamaktadır. Zira Taliban liderlerinin gönüllü olarak teslim olma ihtimali oldukça düşük olup, uluslararası seyahatleri ya çok sınırlı ya da imkânsızdır.
Bütün bu gelişmelerin ötesinde, dünya kamuoyunun Afganistan’da “kadının yasaklanması” olgusuna karşı sessiz ve seyirci kalması, “insan haklarının özellikle de kadın haklarının küresel kültürde” bir slogana indirgenmiş olduğunun yeni bir göstergesidir.
Afganistan karşısındaki bu sessizlik ve pasifliğin açıklaması, uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, uluslararası güvenlik ve ilgili diğer alanlarda uzman akademisyenlerin yorumlarıyla daha derinlikli bir şekilde yapılabilir. Ancak bir Afgan vatandaşı olarak kanaatim şudur ki: Afganistan artık dünyanın öncelikleri arasında değildir ve küresel gündem, kendi çıkar ekseninde yeniden şekillenmiştir.
(https://haber.sol.org.tr/haber/afganistan-nasil-bu-hale-geldi-amerikan-ruyasi-311718)
/././
Bunca zaman ve fırtınadan sonra: Che, onların istemediği şekilde hâlâ yaşıyor -Freddy Pérez Cabrera-

Sadece adını anmak bile, yaşlılar arasında Amerika kıtasının yetiştirdiği en büyük insanlardan biriyle aynı dönemde yaşamış olmanın onurunu paylaşmak için bir yarış başlatıyor; gençler ise Che’den, onlara ait olağanüstü bir şeyin gururuyla söz ediyor.
Onunla kurulan bu bağ ve kişiliğinden yayılan örnek, her yıl dünyanın dört bir yanından binlerce insanın Santa Clara’ya, Bolivya’da yanında savaşan yoldaşlarıyla birlikte naaşının korunduğu Mozole’ye gelmesinin sebebidir. Ziyaretçiler burada ona ve yoldaşlarına hak ettikleri saygıyı sunuyorlar.
Nicolás Guillén, şiirinin o muhteşem ışığıyla, Che’nin Bolivya topraklarında öldüğüne dair kesin haber karşısında şu sarsıcı dizeleri yazmıştı:
“Yere düştün diye
ışığın daha az yüce değil.
Sessiz kaldın diye
susmuş değilsin
Ve seni yakmaları,
toprağın altına saklamaları,
mezarlıklara, ormanlara, ıssızlıklara gizlemeleri,
seni bulmamıza engel olmayacak,
Komutan Che,
dostum.
Her yerdesin,
yaşıyorsun hala,
onların hiç istemediği şekilde.”
Che’nin 9 Ekim 1967’deki ölümünden sonra bir mit doğdu. Portresi Paris ve Berlin’de, Roma ya da Rio de Janeiro’daki gösterilerde protestocular tarafından dalgalandırıldı. Hafif hüzünlü yüzü, sayısız öğrencinin odasını süsledi. O, bir kuşak için yeni bir toplum inşa eden gerillanın simgesi haline geldi; ve meşhur sloganı “Bir, iki, üç, daha fazla Vietnam”, tüm dünyada milyonlarca insan için bir tür inanca dönüştü.
Kendini bir Don Kişot olarak tanımlayan, Rocinante’in (atının) kaburgalarını topuklarının altında yeniden hisseden ve kolunda kalkanıyla yola tekrar koyulan Che, devrimin dönüştürücü eyleminde varoluşunun anlamını buldu. Bu nedenle, devrimci olmayı insan türünün ulaşabileceği en yüksek mertebe olarak tanımladı.
Onun kişiliğinde, insan türünün en iyi yönlerine ait birçok değer birleşti. Che'de en çok öne çıkan şeylerden biri, Fidel’e duyduğu hayranlık, düşünsel yakınlık ve sarsılmaz sadakatti. Bu nedenle ve onu herkesten iyi tanıdığı için, Başkomutan Fidel, "Amerika'nın Gerillası"nı “devrimci yoldaşlarımızın en olağanüstüsü” olarak tanımlamakta haklıydı.
Bu yüzden ve onu en iyi tanıyan kişi olarak Fidel Castro hiç tereddüt etmeden şunu söyledi:
“Che, hiç olmadığı kadar çok savaşı sürdürüyor ve kazanıyor; yüzü, farklı ama aynı derecede aydınlık olarak, artık bir mücadele bayrağına dönüşmüş durumda; düşünceleri ise sloganlara, inançlara ve hayalleri ya da gerçekleri haykırmak veya şarkılaştırmak için söylenen marşlara dönüştü.”
O büyük kahramanlığı anarken, Küba Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreteri ve Küba Cumhuriyeti Devlet Başkanı Miguel Díaz-Canel Bermúdez şöyle dedi:
“Komutan Ernesto Guevara ve küçük ama yürekli ordusunun Bolivya’da 11 ay süren mücadelede yazdığı destan, hâlâ dünyanın dört bir yanındaki duyarlı insanları derinden etkilemektedir. Teslim olmadan, kahramanca bir direnişin ardından, yaralı ve silahı kullanamaz haldeyken yakalandı. Cellatları, onu katlederken, devrimciliğinin onuru ve vakarına rağmen duraksamadılar; ancak tarihin o katillerle ilgili hatırladığı tek şey korkaklıklarıdır. Buna karşılık, Che’nin görkemi her geçen gün yaşamaya ve çoğalmaya devam ediyor.”
Onun sadeliği, içtenliği, yoldaşlığı, en zor görevleri üstlenmedeki gözükara kararlılığı, devrimci bir savaşın lideri ve ustası olarak kazandığı saygınlık, halkların özgürlüğü için zafer kazanana ya da ölene dek mücadele etme iradesi, Guevara’yı evrensel bir simgeye dönüştürdü.
Karalama kampanyalarına ve dünyadaki milyonlarca insanın zihninden onu silme çabalarına rağmen, Che, katillerinin istediği gibi ölmedi. Onun kişiliği zamanla daha da büyüyor; yeni kuşak Kübalılar, onun ve mirasının simgesi altında büyüdükçe, onu bir paradigma olarak benimsiyorlar.
Fidel, 17 Ekim 1997'de Santa Clara’da onu karşılarken ne kadar haklıydı:
“Che'yi ve adamlarını bir takviye gücü, yenilmez savaşçılardan oluşan bir birlik olarak görüyorum; bu kez yalnızca Kübalılardan değil, bizimle birlikte savaşmak ve yeni tarih ve şan dolu sayfaları yazmak üzere gelen Latin Amerikalılardan da oluşan bir birlik.”
Bugün Che bize ne söylüyor?
Küba’nın bugün tarihinin en zorlu dönemlerinden birini yaşadığı artık bir sır değil. Pandemi sonrası ortaya çıkan küresel krize, halkı teslim almaya çalışan boğucu ve giderek sertleşen bir siyaset eşlik ediyor. Ancak, her türlü eksikliğe rağmen, Küba halkı egemenliğinden ve bağımsızlığından vazgeçmemekte konusunda direniyor.
İşte tam da bu bağlamda, Che figürü yeniden güçlü bir şekilde ortaya çıkıyor. Değerlerin sarsıldığı bu zorlu gerçeklik karşısında, insan şu soruları sormadan edemiyor: Bugün Che olsaydı, bu ideolojik karmaşa döneminde ne yapardı? Kendi kişiliğinde ve eylemlerinde somutlaştırdığı “yeni insan” hakkında ne düşünürdü?
Santa Clara Muharebesi'nin kahramanı, 12 Mart 1965’te Montevideo’da yayımlanan Marcha adlı haftalık dergide, Carlos Quijano’ya hitaben yazdığı ve daha sonra “Küba’da Sosyalizm ve İnsan” adıyla bilinen mektubunda şöyle diyordu: “Sosyalizm gençtir ve hataları vardır. Biz devrimciler, çoğu zaman yeni insanın gelişimini geleneksel olmayan yöntemlerle sağlama konusunda gerekli bilgiye ve entelektüel cesarete sahip değiliz. Ve geleneksel yöntemler, onları ortaya çıkaran toplumun etkisinden kurtulamamıştır.”
Ne kadar doğru ve ne kadar güncel bir düşünce! Fidel daha 1959’un Ocak ayında uyarmıştı: “Bundan sonra her şey daha zor olacak.” Ve gerçekten de öyle oldu. Ama bunca zorluk içinde, zafer umudu ve inancını yaymak için, “emperyalizme en küçük bir taviz bile verilmemeli” diye uyarmak için hiçbir lekesi olmayan Che figürü bir kez daha ortaya çıkıyor. Ve bize bir kez daha şu gerçeği hatırlatıyor: Zaferin formülü, her zaman birlik, fikirleri savunulması, yönetenlerin örnek olması, ahlaki duruş ve vatan için her şeyi feda etme kararlılığı olacaktır.
Bir yönetici ve bakan olarak Che, yeni yönetim yöntemlerini uygulama becerisine sahipti. Hem örnek olarak hem de sıkı bir denetim ve disiplin sistemiyle astlarını sürece dâhil etmeyi başardı. Gençlerden canlılık, dinamizm, cesaret ve atılganlık bekler, onları tüm süreçlerin öncüsü olmaya çağırırdı. Bu düşünce, bugün her zamankinden daha geçerli.
Kahraman Gerilla’nın kişiliğinde ve düşünce dünyasında, bugünün çok yönlü zorluklarıyla başa çıkma yollarını anlamak için birçok ipucu bulunmaktadır.
Gerçekten Che gibi olmak istiyorsak, bir tehlike baş gösterdiğinde ya da zor bir karar alınması gerektiğinde, bir göreve karşı tereddüt yaşadığımızda veya halkla birlik olmanın ne anlama geldiğini vicdanımızda netleştirmek istediğimizde ona başvurmalıyız.
Ne çocuklarına ne eşine maddi bir şey bırakan, ayrıcalığı ve dalkavukluğu reddeden, gönüllü çalışmalarda ve ülkenin içinden geçtiği tüm kritik anlarda en önde yer alan, Fidel’in sadık bir öğrencisi olan bu kişi, bize her an şunu hatırlatıyor: Devrimci olmak, her gün örnek olunarak kazanılan bir niteliktir.
Asla izin vermememiz gereken şey, çocukluktan beri bize öğretilen bu ifadenin boş bir slogana, sadece kelimelerin tekrarı haline gelmesidir. “Che gibi olacağız” sözü, eğer gerçekten onun seviyesine ulaşma çağrısına anlam katmak istiyorsak, taahhütle, ilhamla ve inançla benimsenmelidir.
O’nu bir örnek olarak kendi rehberimiz kabul etmek, aynı zamanda zorluklar karşısında asla boyun eğmemeye yemin etmek demektir. Gündelik uğraşların içinde, kendi tarihimizi yazma imkânımız vardır. Bu da, onun seviyesine ulaşmakla aynı şeydir.
Yazar: Freddy Pérez Cabrera
Çeviri: Derya Ünlü
Tarih: 13 Haziran 2025
Kaynak: Granma
/././
Devrim üzerine…-Nevzat Evrim Önal-
Devrimci insan her gün devrim arayışına tekrar örgütlenir. Bazı günler devrimciliğinizi biraz aşındırır, inanç ve umudunuzdan bir şeyler alır, bazı günler ise bu umudu güçlendirir, insanlığa olan inancınızı pekiştirir.
İnsanlığın iyiliğini isteyen insanlar için, uzun zamandır kabullenilmesi çok zor bir dünyada yaşıyoruz. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana, dünyanın herhangi bir yerinde devrim olmadı, sömürücü egemenlerin otoritesi insanlık tarafından başarılı biçimde sarsılmadı. Aksine, o sömürücü egemenlik hayatın her alanına nüfuz etti; tüm çürütücülüğü ve kıyıcılığı ile bir yandan insanlığın varoluşuna anlam katan tüm değerlere, diğer yandan da somut insan hayatlarına her geçen gün daha pervasızca saldırır oldu.
Yazıya “insanlığın iyiliğini isteyen insanlar” diyerek başladım ve insanlığın kesinlikle çoğunluğunu tarif eden bu tanımın aynı zamanda “devrimciler” hatta “devrimi arzulayanlar” kümesini oluşturmadığının farkındayım. Ama 1917’deki Büyük Ekim Devrimi’nden bu yana, sosyalist devrimlerle kurulmuş ülkeler, insanlığın yüzünü daha iyiye, daha güzele, eşitlik ve özgürlük içinde yaşayabileceği bir geleceğe döndüğünün somut kanıtıydı. Bu yüzden, devrimci olmayan, hatta devrimlerin gereksiz ve kanlı maceralar ya da toplum mühendisliği girişimleri olduğunu düşünen insanlar için dahi, bir Lenin büstü olumsuz değil olumlu duygular çağrıştıran bir obje, umutlu bir tebessüm sebebiydi.
Şimdi, bir tek Küba kaldı, karanlıkta bir mum ışığı.
Çok uzun zamandır insanlık madde alanında sonuç alacak biçimde örgütlü mücadele edemiyor. Sömürücü egemenliğe karşı kavgamızda esasen mana alanına sıkışmış durumdayız. Kavgamızı düşünce silahlarıyla vermeye çalışıyoruz ama burada da çoğunlukla enerjimizi israf ediyor, sorunun özünü ıskalayan, hatta aktif olarak onun etrafından dolaşan tartışmalarla uğraşıyoruz. Üstelik insanlık asıl madde alanında güçlüdür ve mana alanında zayıftır, çünkü emekçi halk sömürücülerden çok daha kalabalıktır ama okullar, üniversiteler, gazeteler, televizyon kanalları, filmler, diziler, bilgisayar oyunları, internet, sosyal medya platformları hepsi ama hepsi esasen sömürücülerin elindedir.
Marx, kendi düşünsel yolculuğunun başında, “eleştiri silahı asla silahlı eleştirinin yerini alamaz, maddi güç ancak maddi güçle devrilir” der, ama hemen ardından şunu ekler: “Ama teori kitleleri yakaladığında maddi bir güce dönüşür.”
Uzun bir süredir, dünyada ve Türkiye’de, kendine solcu ya da devrimci diyenler madde ile mana, eylem ile düşünce arasında sanki bu diyalektik yokmuş gibi davranıyor.
Çünkü yaşanan büyük yenilgi ile pek çoğu devrime olan inançlarını kaybetti. Kendisine “solcu” diyen insanların büyük bir bölümü hiç devrim olmayacakmış gibi yaşıyor. Sosyal demokrat partilerin, mesela CHP ve DEM’in peşine bu yüzden takılıyor; bir devrimcinin asla savunmayacağı, egemen sınıfın çıkarına ve halkın zararına şeyleri bu yüzden savunuyorlar.
Kemal Okuyan’ın son kitabı Devrim, içeriğindeki tüm zenginlikle, bu “insanlığa inançsızlığa” meydan okuyor.
***
Oldum olası, insanlığın kurtuluşunda rol üstlenmek isteyenlerin, her şeyden önce birbirlerine dürüst olması gerektiğini düşünürüm. Sadece yalan söylememekten ya da gerçekleri çarpıtmamaktan bahsetmiyorum. Devrimciler kendi aralarında teori tartışırken de dürüst olmalıdır.
Okuyan’ın kitabı, Devrim kavramını hem soyut düzeyde hem de somut örnekleriyle, çok dürüst biçimde ele alıyor.
Müsaadenizle burayı biraz açayım, çünkü kitabın en kıymetli unsurunun bu olduğunu düşünüyorum.
Bugün bir toplumsal çürüme ve çöküş dönemindeyiz. Böyle dönemlerde toplumun görece aydınlanmış kesimlerinde nihilizm, hedonizm, narsisizm gibi bireyi toplumsallıktan kopartan ideoloji ve psikolojiler, yoksul kitlelerde de “Mesih beklentisi” hâletiruhiyesi yaygınlaşır. Ayrıca bu ikisi etkileşime girer ve ortalık kurtarıcılar, peygamberler ve her birinin peşine taktığı müritlerinden geçilmez olur.
Bu ortamda devrimciler için esaslı bir tuzak vardır; zira bir devrimci için siyaset yaparken devrimi, ya da devrimci örgütü, daha da kötüsü bizzat kendisini ilahileştirmek, yani nesnel koşullar çaresiz göründükçe öznenin rolünü abartmak kolaylıkla sapılabilecek bir çıkmaz sokaktır. Böylelikle devrim, halkın ayaklanarak kendi zincirlerini kırması, kendi kendisini kurtarması eylemi olmaktan çıkar ve devrimciler de kurtarıcıya dönüşür.
Bu, farkındaysanız, aynı zamanda insanlıktan umudu kesmektir.
Yine de, ortamın karanlığında pek çok kişinin gözleri somutu iyi göremediği, pek çoğu da en ufak bir olumlu gelişmeye sarılma arzusunda olduğu için, iyi bir demagog kolaylıkla küçük kıvılcımları büyük yangınlar diye yutturabilir ve devrimci olmak isteyen birilerini de bu şekilde peşinden sürükleyebilir.
Okuyan, tüm bunların karşısında çok temel bir doğrunun altını çizerek dikiliyor: Devrimler “yapılmaz.” Devrimler gelişir, yükselir, ortaya çıkar (s.43). Kitabın en önemli meselelerinden biri bu: Gericilik dönemlerinde, devrimci dönemlerde ve devrim anında devrimcilerin hangi ilkelerle örgütlenmesi gerektiği, kitleler ile aralarında nasıl bir diyalektik olacağı ve bu diyalektiğin olabildiğince devrimin lehine işlemesi için neler yapılması gerektiği.
Devrimci partiyi abartmadan, ama onun devrimde üstleneceği vazgeçilmez rolü küçümsemeden, dürüstçe…
***
Okuyan’ın kitabında çok önemli bir diğer nokta şu: Kitap, altını çize çize bize defalarca ispatlanmış, çok önemli bir olguyu hatırlatıyor. İnsanlık olarak tarihsel bir yolculuktayız ve bu yolculukta toplumun büyük çoğunluğu küçük bir azınlık tarafından sömürülüyor olduğu için, çelişki biriktiriyoruz. Devrimlerle sonuçlanabilecek altüst oluş dönemleri bu çelişkilerin patlama anları ve böyle dönemler asla eski dengelere dönüşle sonuçlanmıyor. Bu dönemlerde ezilen kitleler ya ayaklanmalarını devrimle (ya da en azından kalıcı siyasi kazanımlarla) sonuçlandırıyor, böylelikle insanlık ilerliyor; ya da sömürü düzeni eskisinden ağır biçimde yeniden kuruluyor. Yani devrime gebe dönemlerde devrim, insanlığın ilerlemesi için bir zorunluluk olarak kendisini dayatıyor. Emekçi kitleler açısından, zaten içinde yaşamak istemedikleri, bu yüzden ayaklandıkları koşulların daha da kötüleşmemesi için devrim tek çareye dönüşüyor.
Devrimler kaçınılmaz değil, ama böylesi devrime gebe dönemlerin yaşanılması kaçınılmaz.
Ve böylesi dönemlerde, kitlelerin devrimin tek çare olduğunun farkına varmalarından devrimi başarabilmelerine kadar bir dizi konuda ise devrimciler hem bir fırsat yakalıyor hem de bir sorumlulukla karşı karşıya oluyor.
Okuyan’ın kitabı, her paragrafında okuyucuyu bu sorumluluğu üstlenmeye, tarihin doğru tarafında durup elini taşın altına koymaya hazır olmaya, devrimci bir cüret göstermeye davet ediyor ve yüreklendiriyor. Dahası, bunu gaz vererek, gerçekleri olduğu gibi değil de toz pembe göstererek, yani dürüst olmayan bir biçimde değil; devrim konusunda söylenen yalanları çürüterek, insanlığın tarihsel deneyimlerini hatırlatarak, okurun aklını hiç küçümsemeden onunla tartışarak yapıyor. Devrimci insan her gün devrim arayışına tekrar örgütlenir. Bazı günler devrimciliğinizi biraz aşındırır, inanç ve umudunuzdan bir şeyler alır, bazı günler ise bu umudu güçlendirir, insanlığa olan inancınızı pekiştirir. Okuyan’ın kitabını okuduğun iki gün zarfında devrim mücadelesine tekrar, daha güçlü biçimde örgütlendim.
Sizi de okumaya, aynı deneyimi yaşamaya çağırıyorum.(https://yazilama.com/kitap/devrim/)
/././
AKP'li Bozdağ'dan laikliği hedef alan hutbeleri aklama girişimi: 'Siyaset üstüdür'
Diyanet hutbeleri her hafta siyasete karışıp, kamusal yaşamın din kuralları tarafından belirlenmesini dayatırken, AKP'li Bekir Bozdağ hutbelerin “siyaset üstü” olduğunu savundu.
15 Ağustos tarihli hutbede, kız çocuklarının mirastan mahrum bırakılmasının "kul hakkı" olduğu ve İslam hukukuna göre erkeklerin miras payının kadınların iki katı olabileceği savunuldu. Medeni Kanun'un kadınlara tanıdığı eşit miras hakkıyla çelişen hutbeye tepkiler büyüyünce AKP'li isimler savunmaya geldi.
Önce eski AKP milletvekili Bülent Arınç, Diyanet’in miras hakkı hutbesini “yersiz” bulmadığını ve laiklik ihlali olmadığını öne sürdü. Arınç’a göre hutbede İslam’daki miras ölçüsü anlatılmış, ancak bu herhangi bir zorlayıcı uygulamaya dönüştürülmemişti.
Diyanet'i takdir ve tebrik ettiğini belirten Arınç, kadının daha az miras almasını savunan hutbenin bir "görev" olduğunu söyledi:
"Eğer bu vaiz, hutbesinin sonunda 'Anlattığım miras sistemi bugünkü Medeni Kanun’da yer alan miras sisteminden çok daha iyidir. Bu sistem terk edilmeli ve anlattığım sistemin herkes için uygulanması mecburi olmalıdır' demiş olsaydı bu durum laikliğe aykırı bir eylem olurdu. Bugün de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hutbede İslam’daki miras hukukunu anlatması onun görevidir. Laikliğe aykırı bir eylem söz konusu değildir."
Vaizler devlet memuru, anlattıkları anayasaya karşı ama hutbeler 'siyaset üstü'ymüş!
Arınç'ın ardından TBMM Başkanvekili ve eski Adalet Bakanı Bekir Bozdağ devreye girdi. Bozdağ hutbelerin “siyaset üstü” olduğunu savundu ve “Hutbeler, kimsenin iradesini ve hürriyetini yok etmez, tercih hakkını ortadan kaldırmaz” ifadelerini kullandı.
AKP'li Bozdağ, türbansız dolaşmayı yasaklayan ve miras hakkını hedef alan hutbelerin "yaşam tarzına müdahale etmediğini" savundu:
"Hutbeler, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında ve üstünde kalınarak Kur’an ve sünnete göre hazırlanır.
Hutbelerde bazı İslâm hükümleri hakkında; bilgilerin aktarılması, hatırlatmaların yapılması ve öğütlerin verilmesi ve Müslümanların da bunlara uygun davranmaya davet edilmesi, kimsenin; dünyevi veya siyasi görüşlerine, tercihlerine veya yaşam tarzına bir dayatma ya da müdahale değildir. Çünkü hutbeler, kimsenin, iradesini ve hürriyetini yok etmez ve tercih hakkını ortadan kaldırmaz."
Ancak Bekir Bozdağ şu soruların yanıtını vermedi: Eğer hutbeler siyasetin dışında ve siyaset üstüyse, neredeyse her hafta kanunların düzenlediği ve siyasetin konusu olan haklar nasıl hedef alınabiliyor? Memur statüsündeki vaizler hazırladıkları hutbelerle kendilerine varlık imkanı tanıyan yasal zemine niçin saldırıyor?
Diyanet’in vaazları, dinin gereklerini anlatıyor gibi görünse de, anayasa ve yasalara aykırı bir biçimde toplumsal kuralları yeniden düzenlemeye çalışıyor. Bu durum sadece o hafta hedef alınan hakları değil, laikliği de tehdit ediyor.
Veriler ortaya koydu: En çok kadın ve aile konuşuldu
16 Ağustos 2024–15 Ağustos 2025 dönemindeki Diyanet hutbelerini inceleyen "Veriler Ne Diyor" adlı site, hutbelerin yalnızca dini öğüt vermekle kalmadığını; düzenli olarak kadın, erkek ve aile ilişkileri, kadınların giyim tarzı, ahlak, cinsellik ve içki gibi konuları işlediğini ortaya koydu.
En çok ele alınan temalar arasında yüzde 40 ile ahlaki ilkeler, kul hakkı ve israf yer alırken; aile, evlilik ve çocuk konuları yüzde 30 oranında işlenmiş. Hutbelerde aile “toplumsal düzenin temeli” olarak tanımlanıyor; evlilik, nikâh ve düğün adabı ile anne-babaya hürmet, gençlerin zinadan uzak tutulması gibi başlıklar, toplumsal kontrol mekanizması işlevi görüyor.
***
Fatih Keleş'ten 'itirafçı borsasına' suç duyurusu: Sabah'ın 'kiralık katil' haberi MHP'ye uzandı.
İBB Spor Kulübü Başkanı Fatih Keleş, “itiraf et kurtul” baskılarını ve Sabah’ın “kiralık katil” haberini “hayal ürünü” olarak niteleyerek suç duyurusunda bulundu. İBB soruşturmasındaki “itirafçı borsası” iddiaları derinleşirken, MHP’ye yakınlığıyla bilinen Selahattin Yılmaz’ın da gözaltına alınmasıyla dosya iktidara uzandı.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İBB tutuklusu patron Murat Kapki’ye AKP'li Mücahit Birinci’nin “iftira at, kurtul” dediğini ve 2 milyon dolar istediğini anlatmıştı.
İBB Spor Kulübü Başkanı Fatih Keleş, tutuklu bulunduğu süreçte Murat Kapki'ye yapılığı gibi kendisine de defalarca “etkin pişmanlık” teklifinde bulunulduğunu açıkladı. Keleş, “İstenilen ifadeyi ver, kurtul” teklifini reddettiğini belirterek, “Hayatım boyunca işlemediğim bir suçu kabul etmedim, etmeyeceğim” dedi.
Sabah’ın ‘kiralık katil’ haberi
Ancak olay yalnızca teklifle sınırlı değil.
17 Ağustos tarihinde Sabah gazetesinde “İBB çetesinin kiralık katil planı” başlıklı bir haber çıktı.
Haberde Fatih Keleş'in, suç örgütü lideri olduğu iddia edilen Selahattin Yılmaz'a “Aziz İhsan Aktaş'ı susturun” talimatı verdiği öne sürüldü. Haberde yer alan iddiaya göre Fatih Keleş'in avukatı, Selahattin Yılmaz'ın avukatı Cem Duman ile bir araya gelerek verilen talimatı iletti.
Cem Duman'ın da daha sonra Selahattin Yılmaz ile toplantı yaparak Keleş'in avukatı üzerinden gönderdiği notu ilettiği iddia edildi. Haberde ayrıca Aktaş'ın da bu bilginin kendisine ulaşması üzerine kişisel güvenlik önlemlerini artırdığı öne sürüldü.
Aziz İhsan Aktaş ve Adem Soytekin, İBB soruşturmasında etkin pişmanlık kapsamında verdikleri ifadelerle gündeme gelmişti.
Keleş tüm ayrıntıları anlattı, suç duyurusunda bulunuldu
Fatih Keleş, hakkındaki iddialara yönelik açıklama yaptı. Keleş, iktidara yakın basında çıkan “suikast planı” haberlerini “hayal ürünü” olarak nitelendirdi ve asıl amacın kendisini baskı altına almak olduğunu söyledi.
Keleş açıklamasında, haberde adı geçen Selahattin Yılmaz ve Aziz İhsan Aktaş isimlerini basından öğrendiğini belirtti, “Ne ben ne de avukatlarım bu haberlerde ismi geçen şahısları tanırız, ne de aramızda herhangi bir husumet söz konusudur” dedi.
Keleş, 23 Temmuz’da etkin pişmanlık beyanından faydalanıp tahliye olan Adem Soytekin’in avukatının cezaevinde görüşme için geldiğini açıkladı. Görüşmede kendisinden etkin pişmanlık beyanında bulunması ve Adem Soytekin’in ifadelerini doğrulaması istendiğini söyledi.
“Bu yönde işbirliği yapmam halinde kurtulabileceğim, ailemin tahliye olabileceği; aksi halde suçlamaların daha da ağırlaştırılacağı açıkça ifade edildi” diyen Keleş, bu teklifleri kesin dille reddettiğini belirtti.
Fatih Keleş, iki avukat tarafından kendisine yapılan teklifi reddettikten sonra yaşadıklarını avukatına yazdı.
Keleş, 5 Ağustos’ta aynı avukat ve Adem Soytekin’in diğer avukatının gece vakti yeniden görüşmeye geldiğini anlattı. Bu görüşmede haberde yer alan “istihbarat tarafından gizli yürütüldüğü” iddia edilen senaryolardan bahsedildiğini söyleyen Keleş, “Saçma sapan iddiaları dinleyemeyeceğimi söyleyerek görüşmeyi sonlandırdım ve bir sonraki gün bu durumu avukatıma mektupla bildirdim” dedi.
Keleş, avukatına yazdığı bilgilendirme notunda şu ifadeleri kullandığını aktardı:
"Dün akşam 23:00'te avukat var dediler çıktım. Baktım Av. Recep Seyhan gelmiş yanında bir avukat daha o girmedi içeri ama tedirgindi. 'Ben davet etmedim' dedim, 'Niye geldiniz?'. 'Garip gelişmeler var' dedi. 'Siz Selahattin Yılmaz diye birini azmettirmişsiniz, Aziz İhsan Aktaş'ı vurdurmak için. Diğer sizin bulamadığınız itirafları getirdim' dedi. Ben de, 'Ben ne Selahattin diye birini tanıyorum ne Aziz İhsan Aktaş'ı tanıyorum saçmalıyorlar artık. Ben görüşmek istemiyorum' deyip dışarı gönderdim. Gittiler (bozuldular tabi). Bu arada içeri girmeyen de Av. Hamza Uçan. Sen bil bunları sadece diye bilgi vermek istedim. Bir araştırırsın iddiaları var mı diye."
Keleş, tutukluluğunun başından itibaren üzerinde yoğun baskı kurulduğunu öne sürdü, önce malvarlığına ve şirketine el konulduğunu, ağabeyinin tutuklandığını, ardından oğlu Mustafa Keleş ve yeğeni Murat Keleş’in de tutuklandığını belirtti.
Avukatlarının söz konusu iddialar hakkında suç duyurusunda bulunduğunu belirten Keleş, tek isteğinin adil yargılanmak olduğunu kaydetti.
Halk TV’nin ulaştığı suç duyurusu şöyle:
Avukatlar kim?
Söz konusu avukatlar Recep Seyhan ile Hamza Uçan, 2 Nolu Baro'ya üyeler. Aynı zamanda Salih Mirzabeyoğlu'nun varislerinin avukatı olarak bilinen Uçan, İBDA-C davalarına bakmasıyla tanınıyor.
Selahattin Yılmaz suç örgütü liderliğinden gözaltında: MHP’ye çok yakın
15 Ağustos’ta İstanbul merkezli 5 ilde silahlı suç örgütüne yönelik yapıldığı belirtilen operasyonda, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'yi ve Bahçeli'nin yardımcısı İzzet Ulvi Yönter'i ziyaret eden Selahattin Yılmaz'ın da aralarında olduğu 13 kişi gözaltına alındı.
Anadolu Ajansı'nın operasyonla ilgili haberinde "İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen soruşturma kapsamında elebaşılığını Selahattin Yılmaz'ın yaptığı silahlı suç örgütüne yönelik çalışma yürütüldü. Yapılan tespitler sonrasında, Yılmaz'la birlikte hareket ettiği değerlendirilen, aralarında 2 avukatın da olduğu 14 şüpheli hakkında gözaltı kararı verildi" denildi.
Selahattin Yılmaz, Alaattin Çakıcı ile birlikte Devlet Bahçeli'yi geçen yıl parti genel merkezinde ziyaret eden isimler arasında yer almıştı.
MHP’li İzzet Ulvi Yönter, Selahattin Yılmaz'ın nisan ayındaki ziyaretini paylaşırken “Çok değerli dava arkadaşım, iş dünyasının müstesna ismi” ifadelerini kullanmıştı.
Sabah'tan ikinci haber: İstihbarat birimlerine suikast bilgisi ulaştı, 3 ruhsatsız tabanca aldılar
Aziz İhsan Aktaş’a suikast iddiasıyla gözaltına alınan iki avukatın, Yılmaz’ın avukatları Cem Duman ve Semra Ilık olduğu ortaya çıktı. Gözaltına alınan avukatlardan Duman'ın odasında AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın fotoğrafı dikkat çekti.
Sabah’da yer alan ikinci haberde “Avukat Semra Ilık, Aziz İhsan Aktaş'ın kardeşi R.A'nın eski sevgilisi. Selahattin Yılmaz liderliğindeki şebeke kadın avukatı istihbarat elemanı gibi kullandı” iddiasına yer verildi.
Aynı haberde şu ifadeler de yer aldı:
“İstihbarat birimlerinin Aziz İhsan Aktaş'a yönelik suikast yapılacağı bilgisine ulaşmasının ardından teknik ve fiziki takip devam ederken Selahattin Yılmaz liderliğindeki suç örgütünün 3 ruhsatlı tabancaya sahip olmalarına rağmen 3 ruhsatsız tabanca daha satın aldıkları, soruşturma birimlerinin suç örgütünün eyleme geçeceğini düşünerek operasyon için hemen düğmeye bastıkları belirtildi.”
Dikkat çeken bir başka çelişkiyse haberde “Avukat aracılığıyla itirafçıyı öldür talimatı iletilmişti” iddiası ortaya koyulmasına rağmen, “Keleş'in talimatını kimin götürdüğünün tespit edilmesi için çalışma yapıldığı öğrenildi” denilmesi oldu.
Selahattin Yılmaz’ın ifadesi: Değil zarar vermek önünde siper olurum
İstanbul merkezli 5 ilde düzenlenen operasyonda ‘silahlı suç örgütüne üye olmak’ suçlamasıyla gözaltına alınan Selahattin Yılmaz’ın ifadesine ulaşıldı. T24’te yer alan habere göre Yılmaz, ifadesinde İBB soruşturmasında etkin pişmanlıktan faydalanan Aziz İhsan Aktaş’a suikast iddiasıyla ilgili olarak, “Aziz İhsan Aktaş isimli kişiyi tanımam. Mevcut hükümete gönülden bağlı bir insan olarak böyle bir katkı sağlayan insana değil zarar vermek onun önünde siper olurum. Kum tanesi kadar Aziz İhsan Aktaş’a zarar gelemez. Bütün samimiyetimle beyan ediyorum” dediği öğrenildi.
Yılmaz, şöyle devam etti:
“Anladığım kadarıyla çevresindeki kişiler, adımı kullanarak Aktaş’ı farklı yönlendirmiş. Aziz Bey’e bunları anlatan kişilerin benimle yüzleştirilmesi gerekmektedir. İddiaları kesinlikle kabul etmiyorum. Kum tanesi kadar Aziz İhsan Aktaş’a benden zarar gelemez. Bütün samimiyetimle beyan ediyorum. Bunların bana veya Aziz Bey’e karşı bir kumpas olduğunu düşünüyorum. Araştırılmasını istiyorum.”
***
Alevi katliamına dur demek için buluştular, yemek faturasında yolsuzluk yaptılar -Özkan Öztaş-
Hatay Defne’de Alevi katliamına tepki için yapılan miting sonrası 100 kişilik yemek 875 kişi gösterildi, 770 bin liralık fatura tepkilere yol açtı.
Katliama tepki mitinginden yolsuzluk iddiasına
Suriye’de HTŞ çetelerinin Alevilere yönelik katliamlarına tepki için Hatay Defne’de düzenlenen mitingin ardından yolsuzluk iddiaları gündeme geldi. Defne Belediye Başkanı Halil İbrahim Özgün’ün imzasıyla 9 Mart’ta Harbiye Hidro Park’ta yapılan mitingin ardından düzenlenen yemek davetinde yaklaşık 100 kişinin katıldığı kaydedildi.
Ancak kamera kayıtlarına göre 92 ila 100 kişi arasında olduğu belirtilen yemekli buluşmaya ilişkin faturada 875 kişilik hesap çıkarıldı. 100 kişilik yemeğin, kişi başı 800 liradan 770 bin liraya şişirilmesi büyük tepki topladı.

'Aleviler katledilirken ilk aklınıza gelen fatura şişirmek mi oldu?'
Defne Halk Temsilcileri Meclisi Başkanı Hizam Hasırcı düzenlediği basın toplantısında şunları söyledi:
“Buradan belediye başkanına soruyorum. 250 milyon borcu olduğunu söylediğiniz belediyede, bir öğün yemeğe nasıl oluyor da 770 bin lira ödeniyor? Aleviler Suriye’de katledilirken, faturayı şişirmek aklınıza gelen ilk şey mi oldu?”
Hasırcı, CHP’li milletvekilleri ve belediye meclis üyelerine de seslenerek, “Benzer faturalar, çöp ihaleleri paylaştık. Bu fatura yüzde yüz şişirilmiş. Hiç mi vicdanınız sızlamıyor? Ya ortaksınız ya da sessiz kalarak onaylıyorsunuz. Her iki ihtimal de çok kötü. Hırsızlığa sessiz kalmak ortak olmaktır” dedi.
Faturaya dair tepkilere yanıt veren Belediye Başkanı Halil İbrahim Özgün ise iddiaları “Çiğ ve yalancısınız” sözleriyle reddetti. Hizam Hasırcı ise faturayı göstererek, “Gerçekler ortada. Kim çiğ, kim yalan söylüyor Defne halkı karar versin” ifadelerini kullandı.


'Evinizdeki Melih Gökçekleri ne yapacaksınız?'
TKP Defne Belediye Meclis Üyesi Fikret Çolakoğlu ise CHP’li milletvekillerine seslenerek şu sözleri ifade etti:
“Melih Gökçek’i Ankara’da yerden yere vurdunuz ama kendi partinizdeki Melih Gökçek’i görmüyorsunuz. Haklı olarak eleştiriyorsunuz, ama kendi evinizdeki Melih Gökçek’e gözünüzü kapatıyorsunuz.”
Defne Belediyesi yaşananlara ilişkin herhangi bir açıklama yapmazken, Defne Halk Temsilcileri Meclisi, benzeri faturaları kamuoyu ile paylaşmaya ve sürecin takipçisi olmaya devam edeceklerini açıkladı.
/././
Türkiye merkezli ABD teopolitiğinde Trump Doktrini -Tevfik Taş-
Bir bütün olarak bölge dinamikleri ile oynamaya kararlı ABD emperyalizminin bölgeye dair yeni teopolitiğinde Türkiye'nin özel bir yer tutacağı netlik kazanmıştır.
Bir siyasal planlamanın nesnesi olarak dinsel farklılıkları kullanıma sokmanın hacimli bir geçmişi var. Yakın dönem itibariyle kuşbakışı bakıldığında antikomünist ''yeşil kuşak'' (Carter Doktrini) ve ardından New York'daki Dünya Ticaret Merkezi'ne yapılan programlı sabotajı (Bush Doktrini) dillendirmek bilinen gerçekleri yinelemektir elbette. Ancak Tom Barrack üzerinden ifade edilen ABD merkezli din siyasetinde kimi yenilikler ile karşılaşılacak gibi görünmektedir. Bir bütün olarak bölge dinamikleri ile oynamaya kararlı ABD emperyalizminin bölgeye dair yeni teopolitiğinde Türkiye'nin özel bir yer tutacağı netlik kazanmıştır. Ancak bu çizginin ayrıntıları için Eylül ayı sonunu beklemek gerekiyor.
15 – 25 Eylül 2025 tarihleri arasında ABD'de de gözlerden kaçmaması gereken bir toplantı düzenlenme kararı alındı. Amerika'da yerleşik Yunan Ortodoks Kilisesi'nin aktif düzenleyicileri arasında yer aldığı bu etkinlik, doğrudan Trump hükümetinin örgütlediği bir iş. Öyle ki, Trump'ın doğrudan davet ettiği Fener Rum Ortodoks Patriği I. Bartholomeos ile 16 Eylül'de buluşulacak. Tom Barrack'ın ''büyük ve bilge lider'' diye nitelendirdiği I. Bartholomeus'un diplomatik krize yola açması gereken ''ekümenik patrik'' sıfatı ile karşılanıp karşılanmayacağı kesin olarak açığa çıkmasa da ABD siyaseti nezdinde son derece önemli bir dini aktör olarak görüldüğü kuşku götürmez. AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın her vesilede ''dostum Trump'' diye niteleyip, Trump'dan randevu beklediği bir süreçte Fatih Kaymakamlığına bağlı Fener Rum Ortodoks Patrikliği'nin temsilcisine özel davetiye göndermesi son derece ilginç olsa gerek...
Fener Rum Ortodoks Kilisesi'nde ABD/İngiltere operasyonu
Soğuk Savaş'ın ilk evresinde Rus Ortodoks Kilisesi'nin Moskova'yı Ortodoksluğun merkez üssü olarak yeniden inşa etme çabasında Vatikan'a karşı koalisyona girdiği Protestanlık ile ilişkilerin kapsadığı alanı genişletiyordu. Dönemin İstanbul Fener Patriği Athenagoras, 1958'de Moskova'da yapılan toplantıyı överek, ''Kilise tarihindeki en önemli toplantılardan biri'' olarak tanımlıyordu. Fener Patriği Athenagoras'ın bu hedefli abartısını belirleyen şey, sözü geçen Ortodoks Konsili'nin ABD açısından yaratabileceği fırsatların antikomünist heyecanıydı. Athenagoras bir ABD/İngiltere operasyonuyla New York Başpiskoposluğundan İstanbul'a "atanmış"tı ve Vatikan ile uyumlu çalışması için sıkı sıkı tembihlenmişti. Rus Ortodoks Kilisesi'nin Yunan eş deyişle Konstantinopel/Fener ayrılmasının 500. Yıldönümü dolayısıyla Moskova'da düzenlenen etkinliklerin Sovyetler Birliği tarafından Soğuk Savaş'ın kendileri üzerindeki kuşatmayı yarma konusunda işlevsel olduğunu düşünerek desteklenmesi ABD'yi endişelendirmişti. İkinci Dünya Savaşı'nda antifaşist tutum alan Rus Patrikliği, Sovyetler Birliği'nin barış siyasetini destekliyordu. Bu amaçla dönemin ABD Başkan'ı Harry Truman süreci baltalamak amacıyla NATO müttefiği Türkiye üzerindeki etkili konumunu kullanarak Fener Patrikliği'ne dönük kapsamlı bir operasyon başlatmıştı.
Kıbrıs'ın İngiliz yarı sömürgesi olmasına karşı muhalif tutumu ile tanınan Fener Patriği V. Maximos (Sinop doğumlu) Soğuk Savaş'ın ABD/İngiliz cephesinde istenmiyordu. Patrik V. Maximos bir ABD/İngiltere operasyonu ile görevden uzaklaştırılarak yerine bir ABD yurttaşı da olan New York Başpiskoposu Athenagoras (Epir doğumlu) getiriliyordu. Patrik olmak için zorunlu olan Türkiye doğumlu olma koşulu kitabına uydurularak Osmanlı coğrafyası üzerinden CIA eliyle bir nüfus kütük bilgisi türetildi. ABD/İngiltere için kullanılışlı Athenagoras, Vatikan ile Fener Patrikliği'nin 'iyi' ilişkiler geliştirme konusunda da son derece isabetle seçilmiş bir 'din adamı'ydı. Soğuk Savaş'ın etkili ikinci Papası VI. Pius'un ABD ile birlikte eşgüdümlü olarak yönettiği antisovyet kuşatmada yine Fener Patriği Athenagoras ile karşılaşıyoruz. ABD sponsorlu Fener Patriği Athenagoras, yalnızca Rus Ortodoks Kilisesi'nin içine dönük operasyonda görev almıyor aynı zamanda Katolik Kilisesi ile de aşırı samimi pozlar veriyordu.
Fener Patriği Athenagoras, NATO'nun ileri karakolu Türkiye'de NATO'nun eksik bıraktığı alanı doldurmak için ABD tarafından gönderilen ruhani ajan gibi çalışarak, hem Ortodoks Kilisesi hem de Katolik Kilisesi ile antikomünist ruhani cepheyi örgütlemeye çalışıyordu. Türk hükümeti ve MİT'in tüm bu işlerden bihaber olduğunu varsaymak ya da dahilinin olmadığını ileri sürmek için ya safdil ya da antikomünist safta duruyor olmak gerekiyor. Trumancı ''Katolik Ekseni'' Fener Patriği üzerinden Ortodoks Kilisesi'ni de antikomünizm mevzilerine yerleştirmeye çalışıyordu ve Türkiye bu misyon için mükemmel bir teopolitik konum sunuyordu. Türkiye, NATO'nun içindeydi ve aynı zamanda da Hristiyanlığın çeperinde duruyordu. Türkiye egemen sınıfları için utanmaz bir övünç başlığı olarak kullanılan, "jeopolitik konum pazarlamacılığı" bu kez Soğuk Savaş'ın "teopolitik aracılığı" pozisyonunun da keşfediyordu!
Türkiye kapitalizminin ilk dönem bağımsızlıkçı reflekslerini yitirip, NATO'nun stratejik konum pazarlamacısı eklentisi durumuna evrilmesi ile başlayan süreç, teopolitik eksende de yeni bir düzleme taşınmıştı. ABD'nin başını çektiği Batı emperyalizminin ulus devlet öncesi dinsel farklılıkları yeniden siyasal alana taşımadaki kabarık kriminal sicili biliniyor. Farklılıklardan düşmanlık türetme becerisi emperyalist siyasetin neredeyse alameti farikasıdır ve bölgenin yeni sömürge valisi Tom Barrack ile bu niyet yeterince görünür hale gelmiştir. AKP iktidarının iç politikada gündem kaydırma ve yobaz kitleleri konsolide etme aracı olarak yaptığı Aya Sofya Müzesi'nin 86 yıl sonra camii olarak ibadete açılması hamlesinin, sağ siyasetteki karşılığı dinin daha fazla kullanılır kılınması olarak yankı sağlayacağı son derece netti.
1948'de bir ABD/İngiltere operasyonu ile tasfiye edilen V. Maximos'un yerine getirilen Athenagoras 1972'de doğal ölümü ile yerine seçilen Demetrios (Tarabya doğumlu) ve onun 1991'de ölümünden sonra bu makama seçilen Gökçeadalı I. Bartholomeos ile ABD/İngiliz siyasetinin Türkiye teopolitik siyaseti sabit kalmıştır. Oysa Batı emperyalizmi açısından şimdi taşların yerinden oynatılma zamanı. ''Dinlerin Nobel Ödülü'' olarak anılan Templeton Ödülü sahibi I. Bartholomeos'un Trump – Barrack konseptine uyum sağlamada tek güçlüğü, ileri yaşı olsa gerek.
Şimdi camiyi egemenlik savaşlarında kalkan olarak kullananlar ile kiliseyi kalkan olarak kullananların sahne aldığı ama her durumda yoksul kitlelerin birbirine karşı düşmanlaştırıldığı bir döneme adım atılıyor. Trump'tan randevu alanlar ve Trump'tan randevu bekleyenler olarak...
/././
Alaska, Frigo, Mendebur -Engin Solakoğlu-
Bütün bu görüntülerden çıkan geçici sonuç Rusya’nın jeopolitik sahada Transkafkasya’da yemiş göründüğü gole karşılık Alaska’da beraberliği sağladığı ve ABD ile Çin’le birlikte “Büyükler Ligi”nde oynamaya kararlı olduğunu ortaya koyduğu.
Jeopolitik denge bakımından önemli gelişmelerin yaşandığı bir hafta geçirdik. Transkafkasya’nın neredeyse 40 yıllık çatışması yeni bir aşamaya girdi.
Azerbaycan ve Ermenistan liderleri Trump’ın huzurunda ortak bir deklarasyon imzaladılar. Ortak deklarasyonun tam bir anlaşmayla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı henüz belirsiz ama bu seferki girişimin öncekilerden önemli bir farkı var gibi görünüyor. Bu fark Zengezur Koridoru’na dair. Azerbaycan ve bu ülkenin bir parçasını oluşturan Nahçivan özerk bölgesinin arasındaki Ermenistan topraklarından İran sınırı boyunca geçen 48 kilometrelik bir ulaştırma koridorundan söz ediyoruz.
Zengezur ismini ilk ne zaman duyduğumu anımsamıyorum ama yıllardır bu isim her telaffuz edildiğinde, Ferhan Şensoy’un sözcük oyunlarıyla şekillenmiş beynimde bir “mendebur” çağrışımı yapıyordu.
Aliyev ve Paşinyan’ın ABD’de vardıkları mutabakatla bu koridora TRIPP adını verdiklerini öğrendik. Açılımı “Trump International Peace and Prosperity Path”. Kısaca Trump Koridoru. Bunu öğrendiğimde, “tamam” dedim kendi kendime, “mendebur” çağrışımı boşuna değilmiş.
Bu kısmı uzatmayacağım zira Yeryüzü TV’de Çağlar Tekin’le konuyu ayrıntılı şekilde tartıştık. İsteyenler şuradan izleyebilirler. Bir özet yapmak gerekirse, bu uzlaşma ABD’nin Transkafkasya’ya yerleşmesine ciddi bir alan açtı diyebiliriz. Bu da ilk bakışta Rusya’nın arka bahçesine davetsiz bir misafir girmesi anlamına gelir. Bir başka deyişle Rusya açısından jeopolitik bir gerileme olarak yorumlanabilir. Bu meseleye ilişkin olarak söylemeden geçemeyeceğim bir husus daha var. Zengezur’a ABD’nin çökmesini değerlendiren kimi iflah olmaz “Batıcı”larımız, bu gelişmeyi Transkafkasya’da “demokrasi ve insan hakları rüzgarlarının eseceği” şeklinde yorumladılar. Böyle bir iddiayı dile getirebilmek için ya belleksiz ve/veya sersem olmak ya da herkesi belleksiz ve/veya sersem sanmak önkoşuldur diye düşünüyor, çok ihtimal vermemekle birlikte kendilerine acil şifa diliyorum. Şimdi geçelim haftanın küresel anlamda çok daha fazla önem taşıyan olayına.
Putin, Trump ile Alaska’daki buluşmaya Transkafkasya’daki “zahiri yenilgi”nin ardından gitti. Zirvenin ana konusu hiç kuşkusuz Ukrayna’ydı ama dünyanın en geniş devleti ile en güçlü devleti bir araya geldiğinde görüşmenin tek bir konusu olması da beklenemezdi. Şu ana kadar diğer konularda neler konuşulduğunu öğrenemediğimiz için yorumlarımızı da Ukrayna cephesiyle sınırlı tutacağız.
Zirve birçok bakımdan sıra dışıydı. Bir kere seçilen yerin Alaska olması ilginçti. Çarlık Rusyası’nın 19. yüzyılda (1867) ABD’ye bugünün hesabıyla yaklaşık 140 milyon dolara sattığı geniş, soğuk ama gerek doğal kaynaklar gerek coğrafi konum bakımından son derece değerli bir toprak parçası. Alaska’nın bir özelliği de yerli nüfusun toplam nüfusa oranının en yüksek olduğu ABD eyaleti olması. Sebebi belli. ABD sömürgeciliği geç gelmiş ve yaşaması güç bir bölge olduğu için Alaska’nın gerçek sakinlerinin tümünü öldürme ihtiyacı duymamış. Kaynak sömürüsüyle yetiniyor.
Bu arada nereden baksanız dört beş kuşak için Alaska sözcüğünün yaptığı bir başka çağrışım var: Frigo. Sinemaya gitmenin ayrılmaz ve bugün pek de sağlıklı olmadığını bildiğimiz lezzetli parçaları... Tatsız konulara geri dönelim.
Zirve kapsamında düzenlenecek öğle yemeği muhtemelen Putin’in “karnı tok” olduğu için iptal edildi. ABD Protokolü’nün hazırladığı kimi belgeler otel yazıcısında unutulduğu için basına sızdı. Belgelerde iddia edildiği gibi devlet sırları filan yoktu ama olay Trump yönetiminin oluşturduğu kadroların nasıl bir nitelik, daha doğrusu niteliksizlik taşıdığına dair somut bir ipucu verdi.
Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov zirve öncesinde küçük çaplı bir rol çalma harekâtı gerçekleştirdi. Lavrov’un Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin orijinal adının kısaltması “CCCP” desenli bir kıyafetle Alaska’ya gelişi farklı kesimlerde heyecan yarattı. Anti-komünizmi ve anti-sovyetizmi yaşam biçimi olarak benimseyen tayfa hortlak görmüş misali dehşet çığlıkları atarken, Rusya Federasyonu’nun SSCB’nin bir miktar küçülüp isim değiştirmişinden ibaret olduğunu savunan ve komünistleri de buna ikna etmeye çalışan bir kesim de coşkudan titreme nöbetine tutuldu.
Oysa Lavrov’un yaptığı bana göre Rusya kapitalizminin irredantizmine şık bir kıyafet giydirme çabasından başka bir şey değildi. Nitekim Zirve sırasında Putin’in Trump’a neden Ukrayna diye bir devlet olmaması gerektiğini ve Ukrayna’nın esasında Rusya’nın bir parçası olduğunu uzun uzun anlatan bir sunum yaptığını öğrendiğimizde taşlar yerine oturmuş oldu.
Yunanistan Komünist Partisi (KKE) de zirveyi değerlendirirken özellikle Ukrayna meselesi üzerinde durdu. İngilizcesinin tamamına şu linkten ulaşabileceğiniz bildiride özetle, Alaska zirvesinin esas itibariyle Amerikan ve Rus kapitalizminin çıkarlarına dair bir pazarlıktan ibaret olduğu, zirveden başta savaşın asıl faturasını ödeyen Rus ve Ukrayna halkları olmak üzere halklar yararına bir sonuç çıkmasının beklenmeyeceğinin altı çizildi.
Bildiride ayrıca, herhangi bir uzlaşı sağlansa dahi bunun geçici ve kırılgan olacağı, savaşın çürüyen kapitalist sistemin ürettiği nedenlerden ve küresel kapitalizme hâkim olma kaygısından kaynaklandığı belirtildi.
Güzel. Demek ki, bu işler Kadıköy Salıpazarı’ndaki alt geçitten de edinebileceğiniz kıyafetleri kuşanmakla olmuyor.
Zirvenin içeriğine dair haber ve yorumlardan öğrenebildiğimize nazaran yapabileceğimiz ilk yorum Rusya’nın kuyruğu dik tuttuğu. Zaten Batı basını deyim yerindeyse kanlı gözyaşlarını ve düş kırıklığını gizlemedi. İçerikten bağımsız olmakla birlikte öze değgin sayılabilecek bir başka tespit ise, Rusya’nın Batı Bloku tarafından uygulanan yalıtım siyasetini aşarak diplomatik bir başarı elde ettiği.
Yeniden öze dönersek, Rusya’nın başından beri savunduğu Ukrayna’da “ateşkes değil barış” yaklaşımına Trump’ı ikna ettiği anlaşılıyor. Bunun anlamı silahların ancak nihai bir çözüm için susabileceğidir. Rusya bakımından mantıklı zira Moskova öteden beri herhangi bir ateşkesin Ukrayna’nın şu an bulunduğu kritik askeri durumdan çıkmasına hizmet edeceği görüşündeydi.
Elbette Trump’ın 48 saat sonra başka bir noktada olmayacağının garantisi de yok. En azından bir süre diplomatik girişimlerin Putin’in çizdiği yola uygun ilerleyeceği tahmine müsait. O yol, Donbass bölgesinin halen Ukrayna kontrolündeki alanlar da dahil tümüyle Rusya’ya bırakılmasını, Ukrayna’nın geri kalanında da Rusça kullanımını ve Rus Ortodoks Kilisesi’nin güvenceye alınmasını öngörüyor. Rusya buna karşılık, Ukrayna veya herhangi bir Avrupa ülkesine karşı askeri bir saldırı gerçekleştirmemeyi yazılı olarak taahhüt etmeyi öneriyor.
Tıpkı Azerbaycan-Ermenistan uzlaşısında olduğu gibi Alaska zirvesinden çıkan bu anlayışın da kalıcı olacağına dair kesin bir kanıt yok. Putin planı, ABD Özel temsilcisi Witkoff aracılığıyla belli başlı Avrupalı liderlere ve asıl muhatabı olan Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’e iletilmiş. İlk gelen haberler Zelenskiy’nin şimdilik kendi kontrolünde olan toprakların terkine pek sıcak yaklaşmadığı. Ancak yine hepimiz biliyoruz ki, Zelenskiy’nin kendi başına bağlayıcı bir karar verme yetkisi yok. Ukrayna halkını savaş uçurumuna fırlatıp arkasından ağlama taklidi yapan Batılıların dediklerini yapmak zorunda.
Bu noktada “Kuzey ve Baltık Avrupası” grubunun yaptığı açıklamayı anımsatmakta yarar var. Litvanya, Letonya, Estonya, Danimarka, Finlandiya, İsveç, Norveç ve Polonya’dan oluşan 8 ülkelik grup Zirvenin ardından “Ukrayna’nın yüzde 100 arkasındayız” temalı bir açıklama yayınladı. Açıklamada özetle “Ukrayna düşerse Avrupa düşer” fikri savunuldu. Bu sekiz ülkenin Trump’ın şu an için benimsediği yaklaşımı kendi başlarına değiştirebilme gücü yok elbette. Ancak hep savunduğumuz gibi sürecin sonraki aşamalarında, özellikle de hareketsizliğin hâkim olduğu bir anda, Trump’ın her dediğine kafa sallarken bir yandan kendi savaş gündeminden kopmayan B. Britanya ve Washington’daki savaş lobisiyle birlikte etkili olabilme ihtimalleri her zaman mevcut.
Bütün bu görüntülerden çıkan geçici sonuç Rusya’nın jeopolitik sahada Transkafkasya’da yemiş göründüğü gole karşılık Alaska’da beraberliği sağladığı ve ABD ile Çin’le birlikte “Büyükler Ligi”nde oynamaya kararlı olduğunu ortaya koyduğu.
KKE’nin işaret ettiği gibi kapitalist paylaşım kavgası devam ediyor ve tekelci kapitalizm içi mücadelede herhangi bir tarafın üstün gelmesi ne Ukrayna’da ne de dünyanın başka yerlerinde barış getirebilir.
Dünya emekçilerinin gezegene daha çok yoksulluk, kriz, kan ve ateşten başka bir şey vaat etmeyen bu kayıkçı kavgasından kurtulmak için örgütlü mücadeleye hız vermekten başka çareleri yok.
/././
Karadeniz ormanları talana açılıyor: 1 milyon metrekare alan orman statüsünden çıkarıldı
Erdoğan imzasıyla Samsun ve Zonguldak’ta yaklaşık 1 milyon metrekarelik ormanı statü dışına çıkardı. TKP Samsun İl Örgütü, kararın rant ve talan anlamına geldiğini vurgulayarak “Karadeniz’i şirketlere teslim etmeyeceğiz” dedi.
Söz konusu karar, Orman Kanunu’na 2018’de eklenen 16. maddeye dayanıyor. Maddenin yürürlüğe girmesinden bu yana en az 26 milyon metrekare ormanlık alan orman statüsünü kaybetti.
'Karadeniz'i yerli ve yabancı holdinglere teslim etmeyeceğiz!'
Karara sert tepki gösteren Türkiye Komünist Partisi Samsun İl Örgütü, yazılı açıklamasında orman vasfı kaldırılan alanların büyük kısmının Terme ilçesinin Evci ve Sakarlı mahallelerinde bulunduğunu vurguladı.
TKP’nin açıklamasında söz konusu alanların orman statüsünün dışına çıkarılmasının olası sonuçları şöyle sıralandı:
"Orman sayılan alanlar satılamaz, kiralanamaz, imara açılamaz. Ancak statü kaldırıldığında, bu eylemler için herhangi bir "yasal" engel kalmaz. Devlet ormanları kamunundur, şahıslara ait olamaz. Orman vasfı kaldırılınca, alanlar Hazine taşınmazına dönüşür, ardından da çeşitli yollarla satılması ya da kiralanması mümkün hale gelir. Bölgeler, özellikle turizm ve madencilik şirketlerine peşkeş çekilmek üzere, imar planlarına sokulabilir. Söz konusu alanlar artık orman olarak korunmayacağı için doğa, tahribata ve şirketlerin saldırısına açık hale gelir."
TKP Samsun, kararın Alaçam Dürtmen Dağı’nda Kanadalı bir maden şirketine verilen altın arama ruhsatıyla aynı döneme denk gelmesine dikkat çekerek şunları kaydetti: Karadeniz'de bugüne kadar yaşadığımız her örnek, doğal alanlarımızı tanınamaz hale getirdi. Köylerimizi, ovalarımızı, yaylalarımızı, canlı yaşamını yok etti. Şirketlerin delik deşik ettiği güzelliklerimizden geriye beton yığınları kaldı.
Samsun'da bunların yaşanmasına izin vermeyeceğiz. Gözünü kâr hırsı bürümüş holdinglere, yerli ve yabancı turizm ve maden patronlarına sesleniyoruz:
Toprağımıza zarar verecek her türden saldırınız, işgal girişiminiz karşısında; Samsun halkının örgütlü, meşru tepkisiyle karşılaşacaksınız. Adım attığınız her karışta, karşınızda yurtseverleri, emekçileri bulacaksınız. Samsun'dan defolun!" (https://x.com/SamsunTKP/status/1957057548093112411)
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder