T-24 "Köşebaşı + Gündem" -18 Ağustos 2025-

17 Ağustos’un 26. yıl dönümde ne vergi var ne de fon…-Murat Batı-

Deprem vergisinden toplanan vergiler ne kadar oldu? Neden deprem için harcanmadı?

17 Ağustos 1999: Arşiv fotoğraflarla Büyük Marmara Depremi...

17 Ağustos 1999 tarihli depremin 26. yıl dönümünü de geride bıraktık. Çok canımızı kaybettik, çok da canımız yandı. Kaybettiklerimize Allahtan rahmet diliyorum.

17 Ağustos depremi dolayısıyla binlerce insanımızı kaybettik. Binlerce bina yıkıldı, binlerce hayat karardı. Devletin, 17 Ağustos depreminde yaşanan maddi birçok kaybı telafi etmesi için önemli ölçüde bütçeden para harcaması gerekiyordu. Ancak bu harcamaları yapmak için para da bulması gerekiyordu ki Devletimiz yeni vergi koyarak bu soruna çözüm buldu.

İşte deprem dönemlerinde farklı isimlerle -ancak her seferinde basın ve halk tarafından “deprem vergisi” denilerek- muhtelif vergiler konulup tahsil edilmektedir. 6 Şubat depremi için getirilen Ek MTV ve Ek kurumlar vergisine de deprem vergisi dedik.

En bilinen deprem vergisi

17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremlerinin yarattığı tahribatı kısmen de olsa finanse etmek için 26 Kasım 1999 tarihli mükerrer 23888 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4481 sayılı 17.8.1999 ve 12.11.1999 Tarihlerinde Marmara Bölgesi ve Civarında Meydana Gelen Depremin Yol Açtığı Ekonomik Kayıpları Gidermek Amacıyla Bazı Mükellefiyetler İhdası ve Bazı Vergi Kanunlarında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile yeni vergiler getirildi. Bunlardan bazıları ek kurumlar vergisi, ek gelir vergisi, ek emlak vergisi, ek motorlu taşıtlar vergisi, özel işlem vergisi ve özel iletişim vergisi idi. Bu vergilerin hepsi birer deprem vergisidir.

Bu getirilen vergilerden bir tanesine -sanki diğerleri deprem vergisi değilmiş gibi-deprem vergisi dedik. İşte adı herkesçe deprem vergisi olarak bilinen bu vergi, özel iletişim vergisidir. Deprem dönemlerinde getirilen vergilerin hepsi aslında birer deprem vergisi olmasına karşın biz nedense sadece özel iletişim vergisini bu isimle sürekli anmayı tercih ettik. Sanıyorum bunun nedenlerinden bir tanesi de önce geçici sonra da kalıcı hale gelmesinden kaynaklıdır.

Aslında yukarıda belirttiğim gibi deprem vergisi adında bir vergi yok, bu ismi biz yakıştırdık. Deprem vergisi dediğimiz bu verginin tam adı özel iletişim vergisidir. Hatta bu vergi Gider Vergileri Kanunu m.39’da düzenlemiş tek maddelik bir vergidir. Hatta ayrı bir kanunu da yoktur yani Özel İletişim Vergisi Kanunu diye bir kanun da yok. Bu verginin düzenlendiği kanun, 6802 sayılı Gider Vergileri Kanunudur.

Özel iletişim vergisi yani deprem vergisi bir yıllığına getirildi. 4481 sayılı Kanun’un 8’inci maddesinin ilk fıkrasında “31.12.2000 tarihine kadar uygulanmak üzere” denilerek kısıtlı bir süre için getirildi.

Ancak 31 Aralık 2000’de sona ermesi planlanan özel iletişim vergisi önce 4605 sayılı Kanunla 31 Aralık 2002’ye kadar daha sonra tekrar 31 Aralık 2003 tarihine kadar uzatıldı.

Bir yıllığına getirilen özel iletişim vergisi, 31.07.2004 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan 5228 sayılı Kanun  m.38 ile 6102 sayılı Gider Vergileri Kanunu’nun 39’uncu maddesine eklenerek kalıcı ve sürekli hale getirildi.

Bir yıl için getirilen deprem vergisi bugün itibariyle yaklaşık 25 yıl 9 aydır hayatımızdadır. Cep ve sabit telefon faturalarından, dijital ve kablolu tv yayınlarından, internet hizmeti faturalarından vs. yüzde 10 oranında özel iletişim vergisi (deprem vergisi) alınmaktadır.

Deprem vergisinden toplanan vergiler ne kadar oldu?

Özel iletişim vergisi bir yıllığına getirildi ama bugün itibariyle yaklaşık 25 yıl 9 aydır devamlı surette tahsil edilmektedir.

Aşağıda tabloda 1999 yılından 2025 Temmuz’a kadar olan özel iletişim vergisi tahsilat tutarları yer almaktadır.

26 yılın en yüksek tahsilatı 30 milyar 271 milyon TL ile 2024 yılında  gerçekleşmiştir. Bu gelirin tamamı hazineye doğrudan gelir yazılmaktadır. 2025 yılı Bütçe Kanunu’nda tahsilat hedefi ise 45 milyar 208 milyon 414 bin liradır. 45 milyarlık bu hedefin 2025 yılının ilk yedi ayında yüzde 55’i gerçekleşmiş durumdadır.   

Dolar bazında tahsilat tutarı ne kadar?

Bu tutarları Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından açıklanan yıllık ortalama dolar kurunu dikkate alarak USD cinsinden hesaplamamız da mümkün. Buna göre her yılın tahsilatını o yılın yıllık ortalama kuru ile hesapladığımızda özel iletişim vergisinden 2025 Temmuz itibariyle tahsil edilen tutar yaklaşık 40 milyar 545 milyon dolardır yani yaklaşık 41 milyar dolardır.

Bu 40,5 milyar dolarla kaç konut yapılabilir ya da neler yapılabilir? Cevabı size bırakayım.

Neden deprem için harcanmadı?

1 Ocak 2006 tarihinde uygulanmaya başlanan 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 13/g maddesinde ademi tahsis” olarak da bilinen “Belirli gelirlerin belirli giderlere tahsis edilmemesi esastır” ilkesine yer verilmiştir. 5018 sayılı Kanun’un (I) sayılı cetvelinde yer alan genel bütçeye doğrudan gelir kaydedilen bu vergiler hazinenin havuzuna aktarılır ve yine bu vergiler toplandığı yer ya da konusuna bakılmaksızın bütçe kanununun izin verdiği ölçüde her türlü kamu hizmeti için harcanabilmektedir.

İşte tam da bu noktada genel bütçeye gelir kaydedilen ve depremin yaralarını sarmak amacıyla getirilen özel iletişim vergisinin de sadece deprem için kullanılması 5018 sayılı Kanun’un 13/g maddesi uyarınca mümkün görünmemektedir.

Bu nedenle bir deprem fonu önerdik ve kuruldu. Ancak…

Sonrasında deprem fonunu da kurduk ama nereye kurduğumuzu bilmiyoruz

6 Şubat 2023 depreminin ardından olası bir depremin yaralarını sarmak adına 21 Mart 2023 tarihinde 7441 sayılı Afet Yeniden İmar Fonunun Kurulması Hakkında Kanun  ile Afet Yeniden İmar Fonunu namı diğer deprem fonunu aynı gün yürürlüğe girmek üzere kurdu.

Kanun’un 2’nci maddesinde bu Fon’un Hazine ve Maliye Bakanlığına bağlı ve tüzel kişiliği haiz olduğu belirtilmiş. Yani Fon, Maliye’ye bağlı bir kuruluştur.

Ancak Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın internet sitesinde Bağlı Kuruluşlarbaktığımızda bu Fon’la alakalı herhangi bir erişim linki bulunmamaktadır.

Özetle bu Fon’la alakalı Kanun var, Yönetmelik var ama kendisiyle alakalı başka herhangi bir bilgi maalesef yok.

                                                      /././

Fatih Keleş'ten “İBB çetesinin kiralık katil planı” haberlerine suç duyurusu: Fantastik iddialarla dolu haber, kumpas sürecinin son halkasıdır!

İBB soruşturması kapsamında tutuklu bulunan Fatih Keleş, kendisi hakkında çıkan “kiralık katil” iddialarının asılsız olduğunu açıkladı. Keleş, "17 Ağustos 2025 tarihinde Sabah gazetesinde çıkan 'İBB çetesinin kiralık katil planı' başlıklı fantastik iddialarla dolu haber, bu sistematik karalama ve kumpas sürecinin son halkasıdır" dedi. Keleş, suç duyrusunda bulunduğunu duyurdu.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi soruşturması kapsamında tutuklu bulunan İBB Spor Kulübü Başkanı Fatih Keleş, kendisi hakkında çıkan haberlere yanıt verdi. Keleş, Sabah Gazetesi’nde yer alan “İBB çetesinin kiralık katil planı” başlıklı haberin “fantastik iddialarla dolu” olduğunu söyledi. Keleş, cezaevinde avukatlar aracılığıyla etkin pişmanlık dayatıldığını ve bu teklifleri reddettiğini belirtti.(https://t24.com.tr/haber/fatih-keles-ten-ibb-cetesinin-kiralik-katil-plani-haberine-tepki-fantastik-iddialarla-dolu-haber-kumpas-surecinin-son-halkasidir,1255960)

                                                                 ***

Önce Akşam, şimdi de Sabah’tan 'Soner Yalçın' sansürü: Murat Kapki’nin ifadesinden adını çıkarttılar

Sabah gazetesi, İBB soruşturmasında 'etkin pişmanlık' kapsamında üç kez ifade veren tutuklu iş insanı Murat Kapki'nin 7 Ağustos'taki ifadesini yazdığı haberde, ifadedeki iddialarda yer alan gazeteci Soner Yalçın'ın ismini çıkardı. T24, Akşam gazetesinin de "İmamoğlu Medyası A.Ş." haberini, Yalçın'ın adını çıkararak internet sitesinde yayımlandığını ortaya çıkarmıştı. Akşam, basılı nüshadaki haberde Yalçın’ın adına yer verirken, internet sitesindeki yayınında adını çıkarmıştı.

İBB soruşturmasından tutuklu bulunan iş insanı Murat Kapki, 7 Ağustos’taki ifadesinde, gazeteci Soner Yalçın ile Murat Ongun’un aralarında olduğu 10 kişinin geçen yıl tekneyle Yunanistan gezisi yaptığını ileri sürdü.(https://t24.com.tr/haber/once-aksam-simdi-de-sabah-tan-soner-yalcin-sansuru-murat-kapki-nin-ifadesinden-adini-cikarttilar,1255962)

                                                            ***

Prof. Dr. Yaman Akdeniz: Bant daraltmasında mahkeme kararı uygulanmıyor -Füsun Sarp Nebil-

"6 Şubat  depremleri sonrasında uygulanan bant daraltma kararları, binlerce insanın hayatını etkileyebilecek ölçüde kritik bir müdahaledir. Bu tür bir kararın kim tarafından, ne zaman, hangi gerekçeyle alındığı ve nasıl uygulandığı, sadece benim değil, bütün toplumun bilmesi gereken bir konudur. Kararlar çoğu zaman siyasi nitelikli, hükümeti eleştiren bilgi akışını bastırmaya yönelik. Adalete ve adil yargılamaya çok fazla bir güvenimiz kalmadığı bir ortamda, müthiş bir karar verdi mahkeme"

Prof. Dr. Yaman Akdeniz: Bant daraltmasında mahkeme kararı uygulanmıyor

   6 Şubat 2023'te Kahramanmaraş merkezli depremlerde, enkazdaki arama-kurtarma çalışmalarından

Yine bir 17 Ağustos geldi, geçti. Yani Demokles'in kılıcı gibi başımızın üstünde harekete geçmesini beklediğimiz olası "büyük İstanbul depremi"nin öncüsü olan "Büyük Marmara Depremi"nin yıldönümü. Bize düşündürdüğü şey, binaların depremlerde yıkılması yanında, deprem sonrasında hem enkazların durumu hem yemek, su vs için hayatların sürdürülebilir olması. Bunun da temelinde “haberleşme” yatıyor.

Ancak daha da ilerisi, hepimizin üzüntüyle hatırlayacağı üzere 6 Şubat 2023 depreminde yaşanan haberleşme sıkıntısının yanında, "bant daraltma“ uygulandı. Enkaz altında kalan bazı insanların "Twitter üzerinden enkaz altındaki yerini tarif etmeye" çalıştığı o en kritik anda, bu nasıl ve neden yapıldı? Bunu konuşmak ve bir daha tekrarlanmaması için açığa çıkarmak zorundayız.

Baştan uyarayım bu uzun bir yazı.  Ama kolaylaştırayım. Bu yazının iki bölümü var. Birinci böm, "***" işaretinde bitiyor. Çok fazla detay öğrenmek istemezseniz, birinci bölüm size ne olup bittiğini anlatıyor. Ama bence detayları da öğrenmelisiniz. Çünkü kendi hayatınızla ilgili bile olabilir.

Aşağıda AKP'nin 23 yıllık iktidarı sırasında yaşanan bazı felaketleri sıraladım. Hepimizi üzen ve ne olup bittiğini yakında izlediğimiz bütün bu olaylardaki ortak nokta şu; 23 yıldır halktan toplanan vergilerle maaş alan devlet kurumlarındaki yetkililer, sorumluluk üstlenmiyor, halka hesap vermiyor, şeffaf davranmıyor, açıklama yapmıyor. Buna karşılık, olayların üstü örtülüyor ve yapılması gerekirken yapılmayan işlemler halkın vicdanını yaralıyor. Ancak AKP yetkilileri, bürokratları, buna aldırıyor gibi gözükmüyor. Ses çıkarmadan, adeta ölü taklidi yaparak, zamanın geçmesini ve olayların unutulmasını bekliyorlar. Bu arada zaten başka bir felaket patlıyor. Bize düşen unutmamak, devamlı sorgulamak ve takip etmek. Aynen bıkmadan tükenmeden mesaj atan Mısra Öz, Rabia Naz'ın babası Şaban VatanNurgül GöksuKartalkaya yangınında yakınlarını kaybedenler gibi.

Balıkesir Sındırgı'daki depremde yıkılan binada bir kişi hayatını kaybetti

Şöyle bir hatırlayalım; Pamukova tren kazası (41 kişi yaşamını kaybetti), Kütahya tren kazası (9 kişi), Davutpaşa patlaması (21 kişi), Beşiktaş Gece Kulübü Yangını (4 kişi), Marmara Ayamamada sel (31 kişi), Karadon maden patlaması (30 madenci), Van depremi (644 kişi), Ermenek kömür madeninde su baskını (18 madenci), Soma maden ocağında yangın (301 madenci), Şirvanda bakır madeninde patlama (16 madenci), Afyonkarahisar mühimmat depo patlaması (24 asker), Çorluda tren kazası (24 kişi), Karadenizde (Bartın, Kastamonu, Sinop) sel ve heyelanlar (97 kişi), Hendek havai fişek fabrikası patlaması (10 kişi), Amasrada madende patlama (41 madenci), İliç’te 20 ton siyanürlü toprak Fırata karıştı (?), 6 şubat depremi (resmi rakamlara göre 55 bin kişi), 2021 yazında 53 ili etkileyen Orman Yangınları (8 kişi), Kartalkaya Otel Yangını, bütün bunlar AKP'nin iktidar olduğu son 23 yılda yaşanan bazı felaketler. Parantezlerin içinde bu felaketlerde yitirdiğimiz insanların sayısı var. Bu her bir olayda ayrıca yaralılar da var.

Yetkililerin aldırmadıkları konulardan birisi de depremlerdeki haberleşme sıkıntısı. Konuyu tam ifade edersek, Türkiye'de, Avrupa'da ya da herhangi başka bir ülkede depremlerde telefonların kilitlenmesi normaldir. Şebeke normal zamandaki davranışlara göre planlanır. Operatör kontrol kanalından para kazanamadığı için kontrol kanalı sayısını sınırlı tutar. Ama deprem zamanında kullanıcı davranışı değişir. Buna yönelik tedbirler var. Ama biz tedbir alıyor muyuz? Bunları defalarca yazdım. Ayrıca kendi haberleşmenizi garanti altına almanızı ve nasıl yapacağınızı  da anlattım.

Bu yıl 10 Ağustos 2025'te yine bir deprem yaşadık. Bu sefer Balıkesir / Sındırgı'da 6,1 büyüklüğünde. Yine haberleşme sorunları ortaya çıktı. Aklımıza 6 Şubat 2023 depremi sonrası, enkaz altında kalmış binlerce insan varken ve bunlar Twitter üzerinden mesajlar atarak yerlerini tarif ederken, Twittera 10 saat kadar bant daraltma uygulanması geldi. (Daha doğrusu aklımızdan çıkmıyor). Bu daraltmanın nedenlerini, hangi kurumların inisiyatifi olduğunu hepimiz merak ettik. Cevap alamadık.

Yıllardır ifade özgürlüğünün ve bilgi edinme hakkının yılmaz savaşçısı olan Prof. Dr. Yaman Akdeniz, bu önemli konudaki soruların cevaplanmamış oluşunu mahkemeye taşıdı ve davayı da kazandı. Ancak AKP hükümetinin genel karakteri, mahkeme kararını beğenmeyince, uygulamamak şeklinde yine ortada kaldı. Hukuk devleti olmamıza karşın, sanki kararı hiç duymamış gibi davranıyorlar.

Yaman Akdeniz'e bu önemli konuyu ve açtığı davayı detayları ile sorduk. Aşağıda soru-cevap şeklinde var. Merak edenler için verdik. Ancak kısa okumak isteyenler için de özetleyelim:

İzmir depremi, 2020

"6 Şubat’ta "bant daraltma" uygulaması, can kaybı riskini arttıracak bir müdahale niteliğindeydi"

6 Şubat 2023 depremlerinin ardından, özellikle Twitter üzerinden yapılan yardım çağrıları kritik öneme sahipti. Depremin hemen ardından yaklaşık 10 saat boyunca uygulanan "bant daraltma", enkaz altındaki kişilerin ve yakınlarının iletişim kanallarını zayıflatarak can kaybı riskini artırabilecek bir müdahale niteliğindeydi.

Afet yönetiminde iletişim kanallarının açık tutulması, hayati bir gereklilik olarak kabul edilir. Bant daraltma, yalnızca güvenlik tehdidi veya kitlesel dezenformasyon gibi istisnai durumlarda uygulanabilir. Burada kritik soru şu: Deprem gibi insani felaket anlarında, bazı insanların hayatı tehlike altında iken bu yetki hangi gerekçeyle ve kim tarafından kullanıldı?

Prof. Dr. Akdeniz, BTKya yıllardır bilgi edinme başvuruları yaparak bant daraltma, erişim engeli gibi uygulamaların hukuki dayanaklarını ortaya çıkarmaya çalışıyor. Ancak BTK çoğu başvuruyu ya hiç yanıtlamıyor ya da “gizlilik” veya kurumsal takdir” gerekçesi göstererek cevap vermeyi reddediyor. Aslında bu durum, kamu hizmeti kapsamında alınan kararların kamuoyundan saklanması anlamına geliyor.

Oysa bu tür kararlar, "İdari Şeffaflık İlkesi" gereği açıklanmalıdır. Çünkü vatandaşın, kamu gücü kullanılarak yapılan müdahalelerin gerekçesini öğrenme hakkı vardır. Şeffaflık, demokratik sistemde keyfi kararların önlenmesinin en temel aracıdır.

Türkiyede Elektronik Haberleşme Kanunu, Cumhurbaşkanlığı’na ve ilgili kurumlara geniş yetkiler tanıyor. Ancak bu yetkilerin hangi koşullarda ve hangi yargısal denetim mekanizmasıyla kullanılacağı net değil. Bant daraltma kararlarının, sulh ceza hâkimliği onayı alıp almadığı bile çoğu zaman belirsiz. Yetki genişliği + yargı denetimi eksikliği birleştiğinde keyfilik riski ortaya çıkarır. Bu, sadece ifade özgürlüğü değil, yaşam hakkı gibi temel haklar açısından da tehlike oluşturuyor.

Prof. Akdenize göre, kamuoyunu bilgilendirme çabaları sistematik biçimde engelleniyor. Özellikle siyasi açıdan hassas dönemlerde (protestolar, seçimler, kriz anları) internet erişiminde yavaşlatma ve platformlara erişim kısıtlamaları uygulanıyor. Bu uygulamalar, siyasi iletişimi ve muhalif sesleri bastırma amacıyla kullanıldığı yönünde ciddi şüpheler yaratıyor. Bir toplumda kriz anlarında bilgi akışının kesilmesi, güven erozyonuna yol açar. Vatandaş, devleti güvenilir bir aktör olarak görmek yerine sansürcü bir otorite olarak algılar. Bu da uzun vadede devlet-toplum ilişkisini zedeler.

Bu nedenle BTK ve benzeri devlet kurumlarının, aldıkları kararların gerekçelerini kamuya açık şekilde yayınlamalıdır.  Bant daraltma gibi temel hakları etkileyen müdahaleler yargı denetimine tabi olmalı ve denetim sonuçları halka açıklanmalıdır. Deprem gibi felaketlerde iletişim kanalları kısıtlanmamalı; aksine güçlendirilmelidir. İnternet özgürlükleri ve erişim politikaları konusunda sivil toplumun görüşleri karar süreçlerine entegre edilmelidir.

***


Prof. Dr. Yaman Akdeniz

Prof. Dr. Yaman Akdeniz: 2009 yılından bu yana BTK'ya düzenli bilgi edinme başvuruları yapıyorum

Şimdi yukarıda özetlediğim konulara Prof. Akdeniz'in kendi cümleleri ile daha detaylı bakalım;

-BTKya sosyal medya platformlarına bant daraltma konusunda ve bilgi edinme hakkı çerçevesinde soru göndermenizin nedeni neydi?

Yaman Akdeniz: Uzun yıllardır, ifade özgürlüğü, bilgi edinme hakkı ve internet sansürü üzerine çalışan bir akademisyen olarak, özellikle Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) nezdinde yürütülen erişim engelleme ve bant daraltma uygulamalarının kamuoyundan saklandığını, şeffaflıktan uzak bir biçimde hayata geçirildiğini gözlemliyoruz. Bu durum özellikle İfade Özgürlüğü Derneği bünyesindeki EngelliWeb projesi kapsamında hazırladığımız yıllık raporlarımızda da detaylı olarak belgelendi. 2009 yılından bu yana BTKya yönelik düzenli bilgi edinme başvuruları yapıyorum. Bu başvurular hem bu alandaki uygulamaları takip etmemizi sağlıyor hem de kamuoyunun sansür kararlarının içeriği hakkında bilgi edinmesini mümkün kılıyor.

Bant daraltma uygulamaları ise görece yeni bir sansür yöntemi olarak özellikle 2022 yılından bu yana sıklaşan şekilde uygulanıyor. Bu uygulamalar genellikle büyük toplumsal olaylar, saldırılar veya siyasi gelişmeler sonrasında devreye alınıyor. Ancak bu kararların kim tarafından, neye dayanarak ve hangi koşullarda verildiği kamuoyuna açıklanmıyor. Bu kapsamda, İstiklal Caddesindeki bombalı saldırı, 6 Şubat 2023 depremleri, TUSAŞ’a yönelik terör saldırısı ve son olarak İstanbulda Ekrem İmamoğlunun tutuklanmasına ilişkin gelişmelerin ardından, yalnızca İstanbul genelinde uygulanan bant daraltma tedbirlerine dair BTKya yönelik çeşitli bilgi edinme başvurularında bulundum.

Amacım yalnızca bu kararların hukuki temelini ve uygulama şeklini öğrenmek değil, aynı zamanda bu kararların doğrudan etkilediği toplumu bilgilendirmekti. Özellikle 6 Şubat depremleri sonrasında uygulanan ve yardım çağrılarının sosyal medya üzerinden iletildiği kritik bir zaman diliminde devreye alınan bant daraltma kararı, halkın yaşamsal bilgiye erişimini doğrudan engellemiştir. Bu tür uygulamaların şeffaf biçimde sorgulanması ve belgelenmesi, demokratik denetim mekanizmalarının işletilmesi açısından hayati önemdedir.

"Binlerce insanın enkaz altında yardım çağrısı yaptığı saatlerde, BTK yaklaşık 10 saat platformlara erişim kısıtladı"

-BTK sizce neden bant daraltma yaptı? Soruyorum çünkü o esnada, Twitter üzerinden enkaz altında kaldığı noktayı tarif eden kişilerin mesajları vardı. Buna rağmen acaba neden bant daraltma yapıldı?

Bu sorunun net bir cevabını ne yazık ki biz de bilmiyoruz; çünkü BTK, bu tür kararların hangi gerekçelerle ve hangi süreçlerle alındığına ilişkin hiçbir şeffaflık göstermiyor. Yıllardır bilgi edinme hakkı çerçevesinde yaptığım başvurularda da bu sorular yanıtsız bırakıldı. Hatta başvurular, çoğu zaman soyut ve dayanıksız gerekçelerle reddediliyor. Oysa talep ettiğim belgeler, doğrudan kamu hizmetine ilişkin, kamuoyunu ilgilendiren bilgiler.

6 Şubat 2023 depremlerinde yaşananlar ise bu sorunun ne kadar hayati olduğunu ortaya koydu. Binlerce insanın enkaz altından sosyal medya ve özellikle Twitter üzerinden yardım çağrısı yaptığı saatlerde, bu platformlara BTK tarafından yaklaşık 10 saat süreyle erişim kısıtlandı. Bu durum yalnızca ifade özgürlüğünün değil, hayat kurtarma kapasitesine sahip iletişim kanallarının da engellendiği anlamına geliyordu.

Kanımca BTK bu kararı, depremin ardından sosyal medyada hükümete yöneltilen sert eleştirilerin paylaşılmasını engellemek amacıyla aldı. Bu tip kararların, kamu güvenliğinden çok siyasi kaygılarla alındığına dair güçlü göstergeler var. Zira bant daraltma uygulamaları genellikle hükümeti rahatsız eden olaylarla eş zamanlı olarak ortaya çıkıyor ve sadece Twitter/X ile sınırlı kalmayıp Instagram, Facebook ve TikTok gibi diğer platformları da kapsıyor.

Üstelik bu uygulamanın hukuki çerçevesi de son derece belirsiz. Elektronik Haberleşme Kanununda Cumhurbaşkanlığına genel bir yetki tanınmış olabilir; fakat bu yetkiye dayanılarak alınan kararlar kamuoyuyla paylaşılmıyor. Bu kararların yargı gözetiminde olması, sulh ceza hakimliklerince verilmesi gerekiyor. Fakat biz, Türk milleti adına alınan bu yargı kararlarının Türk milletinden gizlendiğine tanıklık ediyoruz. Bu noktada çok ciddi bir sorunla karşı karşıyayız: Kararların keyfi olup olmadığını, gerçekten millî güvenlik, kamu düzeni ya da suç işlenmesinin önlenmesi gibi gerekçelere dayanıp dayanmadığını bilmemize imkân yok. Çünkü hem karar hem de gerekçesi şeffaf değil; bilgi edinme hakkımız çerçevesinde bu belgelere erişimimiz de engelleniyor.

Özetle, BTKnın neden bant daraltma kararı verdiği sorusunun net bir cevabı yok çünkü kararın kendisi zaten şeffaf değil. Ancak somut olayların zamanlamasına ve içeriklerine baktığımızda, bu uygulamanın hukuken savunulabilir olmaktan uzaklaştığını, giderek bir siyasi sansür ve kontrol mekanizmasına dönüştüğünü ve ifade özgürlüğünü bastırmak için kullanıldığını açıkça görebiliyoruz.

-BTKya sosyal medya platformlarına uygulanan "bant daraltması" ile ilgili olarak açtığınız bilgi edinme hakkı davasının detaylarını anlatır mısınız? Sorularınız neydi? Ne cevap aldınız?

6 Şubat 2023 depremleri sonrasında, 8 Şubat akşamı saat 16.00 sularında Twittera yönelik yaklaşık 10 saat süren bir bant daraltma uygulaması başladı. Bu uygulama, özellikle arama-kurtarma ve yardım çalışmalarının sosyal medya üzerinden yürütüldüğü çok kritik bir anda gerçekleşti. Ben de o gece Twitterdan açıklamalar yaparak, bu müdahalenin kaynağını ve kararın sorumlusunu sorguladım. Ancak kamuoyuna hiçbir resmî açıklama yapılmadı. Bu nedenle, 9 Şubat 2023te BTKya 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu kapsamında başvurarak, şu belgeleri talep ettim:

02.2023 tarihli bant daraltma kararının kendisi. Bu kararın gönderildiği erişim sağlayıcılara iletilen üst yazı

Yaklaşık 20 gün sonra gelen yanıtta, BTK kararın “5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu’nun 60. maddesi kapsamında alındığını ve bir sulh ceza hâkimi tarafından onaylandığını” belirtti. Ancak hiçbir belge verilmedi. Bu açıklamayı tatmin edici bulmadım ve bu defa daha detaylı bir bilgi edinme başvurusu yaptım. İkinci başvurumda şu belgeleri talep ettim:

  1. Cumhurbaşkanlığı tarafından alınan kararın kopyası
  2. BTKnın bu kararı sulh ceza hakimliğine ileten yazının kopyası
  3. Hakimlik tarafından verilen onay kararının kopyası
  4. Tedbirin sonlandırılmasına dair BTK bildiriminin kopyası
  5. Hakimlik tarafından bant daraltma tedbirinin sonlandırılması kararının kopyası

Ancak bu ikinci başvurum da önceki cevabın tekrar edilmesiyle ve fiilen reddedilerek sonuçsuz bırakıldı. Gerekçe yine soyut ve tatmin edici olmayan ifadelerdi. BTK, bu belgelerin varlığını kabul etti ama kamuoyuna açıklanmasının kamu yararına olup olmadığına dair hiçbir değerlendirme yapmadı. Hatta, bant daraltma kararının hangi sulh ceza hakimliği tarafından verildiğini dahi açıklamadı ve bildirmedi.

-Hukuka aykırı ve bilgi edinme hakkı ve ifade özgürlüğünün ihlali niteliğindeki kararın iptal edilmesi için idari yargı yoluna yani Ankara 15. İdare Mahkemesine başvurdunuz. Bu başvuruda, ne talep ettiniz?

Evet, başvurum reddedilince, ben de Ankara 15. İdare Mahkemesinde iptal davası açtım. Özetle, BTKnın bilgi edinme hakkı başvurumu reddederken herhangi bir gerekçe belirtmediğini, talep edilen bilgi ve belgelerin BTK yönünden ayrı bir çalıştırma gerektirmediği, diğer yönlerden de bilgi edinme hakkı kapsamı dışında bırakılan bilgi ve belgelerden olmadığı, hal böyleyken davaya konu işlemle bilgi edinme başvurusunun reddedilmesinin kanuni dayanağının bulunmaması nedeniyle hukuka aykırı olduğunu iddia ettim.

Aynı zamanda Anayasa Mahkemesinin Yaman Akdeniz (2) kararı ile kamu adına gözcülük yaptığımın tespit edildiğini ve BTK tarafından reddedilen başvuru ile bilgi edinme hakkı ile birlikte ifade özgürlüğümün de ihlal edildiğini, alep edilen bilgi ve belgelerin toplumu yakından ilgilendiren bir meseleye ilişkin olduğunu belirttim. Bu nedenlerle de BTKnın ret kararının ve ilgili idari işlemin iptaline karar verilmesini talep ettim.

"Adalete ve adil yargılamaya çok fazla bir güvenimiz kalmadığı bir ortamda, müthiş bir karar verdi mahkeme"

-Bu davanın sonucu ne oldu?

Mahkeme, 2024te verdiği kararda davayı kabul etti ve BTKnın bilgi edinme başvurumu reddetmesini hukuka aykırı buldu. Mahkeme, oybirliği ile aldığı kararında açıkça talep edilen bilgi ve belgelerin kamu yararını doğrudan ilgilendirdiğini, BTKnın dava esnasında sunduğu gizlilik” iddiasının hiçbir somut temele dayanmadığını vurguladı. Kararda, davacı tarafından,  meydana gelen depremden 2 gün sonra en etkili iletişim araçlarından biri olan Twitterda bant daraltma uygulamasına gidilmesine ilişkin alınan kararların Bilgi Edinme Hakkı Kanunu kapsamında verilmesi amacıyla yapılan başvurunun, talep edilen bilgi ve belgelerin hangi gerekçeyle gizli olduğu ve hizmete özel milli gizlilik derecesine sahip olduğu sebebiyle birlikte belirtilmeksizin reddedilmesine yönelik dava konusu işlemde hukuka uygunluk bulunmadığı sonucuna” varıldığı belirtilmiştir. Adalete ve adil yargılamaya çok fazla bir güvenimiz kalmadığı bir ortamda, müthiş bir karar verdi Ankara 15. İdare Mahkemesi. Hem oybirliği ile hem de çok net bir şekilde. Bu karar kamuoyunda da çok ses getirdi.

-Ondan sonra ne oldu? BTK İstinafa gitti mi? Ya da sorularınızın cevaplarını verdi mi?

Her davada olduğu gibi ve beklendiği üzere, BTK karara uymaktan ziyade, istinaf yoluna başvurdu. Fakat, BTKnın istinaf başvurusu Ankara Bölge İdare Mahkemesi 12. İdari Dava Dairesinin 13.11.2024 tarihli kararıyla reddedilmiş ve Ankara 15. İdare Mahkemesinin lehime verdiği kararı kesinleşmiştir. Normal şartlarda ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu (İYUK) gereği davalı idarenin 30 gün içinde karara uyması ve bu dava özelinde de talep ettiğim tüm bilgi ve belgeleri bana vermesi gerekirdi. Fakat, BTK, Ankara 15. İdare Mahkemesi ve Ankara Bölge İdare Mahkemesi kararlarını hiçe sayarak, bu kararlara uymadı ve uygulamadı.

Ben de bu nedenle Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmak zorunda kaldım. Ocak 2025 içinde yaptığım başvuruda bilgi edinme hakkı ile ilintili olarak ifade özgürlüğümün ve mahkemeye erişim hakkı bağlamından adil yargılanma hakkımın da ihlal edildiğini iddia ettim. Hatta, mahkeme kararlarına uyulmaması konusunu da dikkate aldığımızda ağır bir ihlalin söz konusu olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesinden bu başvurunun öncelikli olarak ele alınmasını da talep ettim.

-Bu belgeleri hangi nedenle talep ediyorsunuz?

Yukarıda da açıklamaya çalıştığım üzere, talep ettiğim belgeler, sadece kişisel bir meraktan ibaret değildir. Bu belgeler, doğrudan kamu hizmetine ilişkin olup, büyük bir felaketin ardından devletin nasıl tepki verdiğini anlamamıza imkân sağlayacak niteliktedir. 6 Şubat 2023 depremleri sonrasında uygulanan bant daraltma kararları, binlerce insanın hayatını etkileyebilecek ölçüde kritik bir müdahaledir. Dolayısıyla bu tür bir kararın kim tarafından, ne zaman, hangi gerekçeyle alındığı ve nasıl uygulandığı, sadece benim değil, bütün toplumun bilmesi gereken bir konudur. Dolayısıyla, bu belgeleri talep etmemin birkaç temel nedeni var:

Birincisi, şeffaflık ve hesap verebilirlik. Devletin, özellikle kriz zamanlarında aldığı kararların şeffaf olması gerekir. Kamu gücünün kullanımıyla ilgili belgelerin gizlenmesi, toplumun devlete olan güvenini zedeler. Ben bu taleplerle, BTK ve ilgili kurumların aldığı kararların yasal dayanağını, sürecin nasıl işlediğini ve bu süreçte kimin ne gibi roller üstlendiğini ortaya koymaya çalışıyorum.

İkincisi, kamuoyunun bilgilendirilmesi. Akademik çalışmalarımla ve İfade Özgürlüğü Derneği (İFÖD) bünyesindeki EngelliWeb raporlarıyla, yıllardır İnternet sansürü ve ifade özgürlüğü ihlallerine dair belge üretmeye ve kamuoyunu aydınlatmaya çalışıyorum. Talep ettiğim bu belgeler de, bu yöndeki çalışmaların bir parçası. Bu belgeleri elde ederek kamuoyuna açıklamak, hem hukuki hem de etik bir sorumluluk.

Üçüncüsü, ifade özgürlüğü ve bilgi edinme hakkının korunması. Bant daraltma uygulamaları, doğrudan ifade özgürlüğüne müdahaledir. Dolayısıyla bu tür müdahalelerin dayanağını bilmek, hem hukukçuların hem de yurttaşların temel hakkıdır. Anayasanın 26. ve 74. maddeleri ile AİHSin 10. maddesi gereği, bu belgelerin kamuya açık olması gerekir.

Son olarak, yargı denetiminin sağlanması. Eğer bu kararlar yargı denetimi olmaksızın uygulanmışsa, bu çok ciddi bir hukuki sorundur. Öte yandan sulh ceza hâkimliği kararıyla uygulanmışsa, bu kararın içeriği de kamuya açıklanmalıdır. Çünkü Türk milleti adına alınan bir mahkeme kararının, Türk milletinden gizlenmesi kabul edilemez.

"Kararlar çoğu zaman siyasi nitelikli, hükümeti eleştiren bilgi akışını bastırmaya yönelik"

-Sizce neden belgeleri vermekten kaçınıyorlar?

Bana göre bu belgelerin verilmemesinin ardında iki temel neden var: kurumsal şeffaflık eksikliği ve siyasal denetimden kaçma arzusu.

Türkiyede kamu kurumlarının büyük çoğunluğu, özellikle güvenlik veya iletişim alanlarında faaliyet gösterenler, kendilerini kamuoyuna karşı hesap vermek zorunda görmüyor. Oysa bu belgeler, kamu hizmetine ilişkin olup, anayasal olarak açıklanması gereken bilgilerdir. Elektronik Haberleşme Kanunu'nda yer alan genel düzenlemelere dayanarak alınan bant daraltma kararlarının, ne içerikleri ne de hukuki dayanakları kamuyla paylaşılıyor. Bu bir alışkanlık haline gelmiş durumda.

Bir diğer taraftan, belgelerin açıklanması demek, kararların meşruiyetinin kamuoyu nezdinde test edilmesi anlamına gelir. Oysa bant daraltma uygulamaları çoğu zaman yasal çerçevede açıkça tanımlanmış bir istisna”ya dayanmıyor. Hatta bu uygulamalara çoğu zaman bir sulh ceza hâkimliği kararı bile eşlik etmiyor veya ediyorsa da bu karar kamuoyuna açıklanmıyor. Açık söylemek gerekirse, bu kararlar çoğu zaman siyasi nitelikli, hükümeti eleştiren bilgi akışını bastırmaya yönelik oluyor. Belgelerin paylaşılması hâlinde, bu keyfi kararlar somutlaşacak ve yargısal denetime açılabilecek. Bu da, yetkiyi kullanan makamların sorumluluğunu doğurur.

Kaldı ki, bilgi edinme başvurularım çoğu zaman soyut gerekçelerle reddediliyor. Ancak talep ettiğim belgeler, çoğu zaman olay gerçekleştikten sonra istenmiş belgeler. Dolayısıyla somut bir zarar tehlikesi oluşturması mümkün değil. Üstelik örnek olaylarda (örneğin deprem veya terör saldırısı sonrasında) olayın üzerinden belli bir süre geçmiş ve kamu güvenliği açısından risk oluşmadığı halde belgelerin gizliliği sonradan tesis ediliyor. Bu da göstermektedir ki asıl amaç, kamu denetimini engellemek.

Son olarak, bu tür bilgi taleplerinin çoğu zaman gazeteciler, akademisyenler veya sivil toplum aktörleri tarafından yapıldığı biliniyor. Dolayısıyla belge paylaşmamak, bu aktörlerin çalışmalarını engellemek anlamına geliyor. Kamuoyunu bilgilendirme yönündeki çabalar sistematik biçimde engelleniyor. Tüm bunlara rağmen, başvurularım ve davalar devam edecek.

                                                              /././

Gelibolu neden yandı? 100 yıl önce orada orman yoktu da ondan…-Eray Özer-

Florasında çam ormanı olmayan bir araziyi yüz yıldır çamlandırıp sonra “Yaktılar mukaddes topraklarımızı” diye feveran ediyoruz. Yakmadılar efendim. Biz yaktık. Doğayı ve tarihi dinlemedik, orayı ağaçlandırırken bilimsel verilerle çalışmadık, büyük yangınlardan sonra sakin ve rasyonel bir kafayla çözüm planı oluşturmak yerine dikiverdik kızılçamları ve sonuç böyle oldu

gelibolu çanakkaleÇanakkale Gelibolu'da yanan ormanlar

"Bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum."

Yazıya Zeki Demirkubuz’dan bu alıntıyla başlamak istiyorum.

Benzer hislerdeyim. Tek farkla: Belki de Zeki abiyle aramızdaki 15 yaş nedeniyle ben hala acı duyuyorum.

Yazıyı yazarken tam arkamdan dumanlar yükseliyor. Gelibolu dün akşamdan bu yana yanmaya devam ediyor.

Önümde ise iki önceki yangının yorgunu kapkara topraklar…

Öfkeliyim.

Ve biz koca bir ülke olarak istiyoruz ki, üzerinde deri kıyafetler, ellerinde kamçılar ve zincirlerle kötü adamların arabalardan inip ellerinde benzin bidonlarıyla ormanları bir ucundan tutuşturduklarına dair bir video izleyelim.

Öyle rahat edeceğiz çünkü. Öyle olunca sunturlu bir küfür sallayabilecek ve rahatlayacağız.

Siz sanıyor musunuz ki, ormanları yakan bir çete olsa iktidar gündemi değiştirmek için her mecrada bas bas bağırmaz?

“E ama buraları ileride yapılaşmaya açmak için yakıyorlar.”

Sizi, iktidarın bir yeri yapılaşmaya açmak için sizden meşruiyet dilenmek zorunda olduğuna inandıran nedir kuzum?

 Ormanları birileri yakıyor elbet. Biz yakıyoruz.

Arabanın camından fırlatmayı uygun gördüğümüz bir sigara izmaritiyle. Saatte 50 km esen poyrazda anız yakma inadımızla. Ağaçların arasında unuttuğumuz bir cam şişeyle. Bahçede kaynak yapma hevesiyle çalılığa kaçırdığımız bir kıvılcımla…

Yahut sadece varlığımızla!

Evet, varlığımızla!

Misal, Çanakkale’de Sarıcaeli yangını elektrik tellerine konan bir şahinin tutuşmasıyla başlamış.

Şahinler mi aptallaştı yoksa her boş araziye yerleşmeyi uygun gördüğümüzden yerküreyi elektrik telleriyle donatarak biz mi onun yolunu kestik? Ne dersiniz?

Şimdi o yangını biz başlatmış olmadık mı yani? Allah’ın işi deyip geçelim, “kasıtlı yakıyorlar” deyip yangın yerini değil ama içimizi soğutalım.

Böylesi pek zahmetsiz, pek kolay. Öyle değil mi?

Bakın, size 1924 tarihli bir makaleden bahsedeyim ve görün bakın Gelibolu neden yanıyormuş.

Makalenin ismi “Gelibolu Yarımadası'nın Florası Üzerine / On the flora of the Gallipoli Peninsula.” Yazarı William Bertram Turrill. Ünlü İngiliz botanikçi.

Turrill'in makalesinden Gelibolu'nun yükseklik haritası. Turrill 500 ft (yaklaşık 150m) üzerinde ağaç olmadığını özellikle belirtiyor

Gelibolu’ya ilgisi İngiliz ordusunda askerlik yapmış olmasından. Bu bölgenin bitki örtüsünü anlamak için 1924’te geriye dönük 300 yıllık arşivi inceliyor Turrill. Buranın bitki türlerine referans veren tüm metinleri tek tek analiz ediyor.

Özellikle 1923’te Gelibolu’da görev yapan Yüzbaşı Martin Ingoldby’nin çalışmalarından faydalanıyor.

Ve bakın neler buluyor:

- “Gelibolu’da ormandan eser yok” diyor. Tam olarak bu ifadeyi kullanıyor. Sadece Kilitbahir tarafında Halep Çamı olarak bilinen ağaçlardan oluşan küçük bir çamlık olduğunu söylüyor.

- Büyük ve süreklilik arz eden bir orman bloğu yerine genellikle tekil ağaçların olduğunu belirtiyor.

- Çam dışında yine yamaçlarda bodur meşe türlerine rastlandığını söylüyor.

- Bunun dışında meyve ağaçlarına vadilerde ve yerleşim bölgeleri civarında rastlandığını tespit ediyor.

- Yüksek bölgelerde ağaç yetişmesine engel olunduğunu (burası önemli), bunun da su kıtlığından ve bu alanların otlak olarak kullanılmasından dolayı tercih edildiğini vurguluyor.

- Bir başka çarpıcı bulgu daha: 150 metre rakımın üzerinde ağaç yok Turrill’in makalesine göre. Bilin bakalım neresi 150 metrenin üzerine? Evet, son yanan bölge. Ve geçen yıl yanan kuzey yamaçları.

- Peki ne var? Maki, çalılar, otsular… Bölgede o yıla kadar kaydedilen 472 türün 315’i bunlardan oluşuyor.

Sonuç: Gelibolu bundan yüz yıl önce ağaçlı, ormanlı bir coğrafya değil.

Değil çünkü burası yılın büyük bölümünde şiddetli rüzgâr alıyor. Yani böyle olduğu için yüz yıl öncesinden çok daha eski zamanlarda var olan ağaçlar bile insanın araziye adım atmasıyla zamanla azalmış.

Bu gerçeğin üstüne ilerleyen yıllarla birlikte daha da artan nüfusu ve turistik tesisleri ekleyin…

Yangın çıkmayacak da ne olacak ki? Bu arazinin ormanlarla kaplı olmaması gerekiyor. Nokta. Tarih de, doğa da bize bunu söylüyor.

Ayrıca Gelibolu’nun birincil ağaç türü kızılçam da değil. Meşe. (Okan Yaşar’ın 2001 tarihli makalesi bu konuda epey aydınlatıcı.)

Gelibolu her yandığında kızılçamı biz dikmişiz. (Bu yangında Eceabat Belediye Başkanı da isyan etti her defasında araziye kızılçam dikilmesine.) Meşe birkaç açıdan yangına daha dirençli ve söndürmesi daha kolay.

The Daily Telegraph'ın Savaş Haritaları çalışmasından 1915 tarihli Gelibolu yarımadasından bir kesit. Gelibolu da az miktardaki ağaçlar haritada işaretlenmiş

İşte basit nedenler bunlar. Maskeli psikopatlar değil. Diğer yangın çıkan bölgelerde de kötü ağaçlandırma, yangınla doğru mücadele edememe, yangından önce gerekli önlemleri almama gibi onlarca etken var ve bunların her biri koca koca ormanların kaybıyla neticeleniyor. Ama biz “doğru çözüm nedir” yerine “kim yaktı lan burayı”nın peşinde koşmayı seviyoruz.

Gelibolu’yla ilgili yukarıda anlattıklarımı Çanakkale Savaşı’nın izini sahada ve arşivde süren Gürsel Göncü ve Şahin Aldoğan (maalesef geçen yıl kaybettik Şahin Ağabeyi) gibi tarihçiler de yıllardır söylüyor. Araziyi ağaçlandırarak tarihi savaşın izlerini de birer birer yok ettiğimizi ısrarla dile getiriyor ve anlatıyorlar.

Ama biz ne yapıyoruz? Florasında çam ormanı olmayan bir araziyi yüz yıldır çamlandırıp sonra “Yaktılar mukaddes topraklarımızı” diye feveran ediyoruz.

Yakmadılar efendim. Biz yaktık.

Çanakkale Gelibolu'da yanan ormanlar

Doğayı ve tarihi dinlemedik, orayı ağaçlandırırken bilimsel verilerle çalışmadık, büyük yangınlardan sonra sakin ve rasyonel bir kafayla çözüm planı oluşturmak yerine dikiverdik kızılçamları ve sonuç böyle oldu.

Yazı bitti. Epey okuması olduğu için yazması neredeyse beş saat sürdü.

Sabah saatlerinde söndürülür gibi olan yangın öğlene doğru Ilgardere ve Beşyol civarında yeniden alevlendi.

Beş saattir o bölgeden dumanlar yükseliyor. Tam arkamdan.

Şimdi sessizce dağılıp, bir sorun karşısında oturup etraflıca düşünüp bilimsel veriler ışığında, tarihin ve doğanın bize gösterdiği yolu hesaba katarak bir çözüm planlamak yerine sosyal medyalarımıza gömülerek birilerini suçlamaya devam edebiliriz.

Haydi herkes klavye başına!

                                                     /././

Sakın başka transfer yapmayın!-Asena Özkan-

Sakın ola ki başka futbolcu transfer etmeyin, kadroya kattıklarınızın birilerine katkısı olabilir ama kesinlikle Beşiktaş’a yok! Olası transferleriniz de farklı olmayacak. İyisi mi Beşiktaş’ı daha fazla batırmayın…

Sakın başka transfer yapmayın!

Beşiktaş’ta futbolcu transferlerini kim ya da kimler yapıyor? 

Alınan ve alınacak futbolcuları hangi isim veya isimler belirliyor? 

Transferde kriter nedir, pazarlık masasında bir araya gelinen menajerler mi?

Örneğin; David Jurasek’i kim beğenip transfer etti? 

Benfica’nın umudunu keserek Hoffenheim'a kiralık gönderdiği 25 yaşındaki Çekyalı sol kanadın savunma oyuncusu Jurasek’ten söz ediyorum! 

Ya da alelacele Keny Arroyo ile Elan Ricardo neden kadroya dahil edildi?

Hani bonservisinin yarısına 5 milyon 670 bin Euro ödenen Keny Arroyo ile 3 milyon euro maaş alacak Elan Ricardo… Beyler gidin başkalarını kandırın ama beni değil. Neler döndüğü oldukça açık ve de net ortada! Ben bu filmi defalarca izledim, başı da sonu da aynı hüzünle noktalanıyor. Elbette Beşiktaş’a gönül verenler adına… Yönetimde ne Beşiktaş’ın sportif ne de kurumsal başarısı için çabalayan var. Sermaye artırımının tek nedeni de transfer için ‘nakit’ gereksinimiydi ya neyse, şimdilik anlatılanlara inanmış gibi yapalım! Tamam başkan, sen Manchester United’dan Roma’nın 20 milyon sterlin teklif ettiği Jadon Sancho'yu da transfer edersin. En büyük sensin!..

Bir yanda yeni sezonun ilk maçını kendi evi ve seyircisi önünde oynayan Beşiktaş, diğer yanda taraftar desteğinden yoksun, kadrosu sınırlı Eyüpspor. Beşiktaş karşılaşmanın ilk yarısını beklendiği gibi ‘beceri’ noksanlığı ile tamamladı. Hem de Eyüpspor kalecisi Marcos Felipe de Freitas Monteiro’nun takımına gol yedirmek için üstün çaba harcamasına karşın. Beşiktaş ileri uç elemanları etkili olmasa da baskı yapıyor, kaleci Monteiroise ise topu oyuna sokarken inatla takım arkadaşlarını zor durumda bırakıyor, üstüne üstlük bir iki kere değil neredeyse topa sahip olduğu her fırsatta. Buna bir de Halil Akbunar’ın art arda düştüğü ofsaytları eklemeli. Beşiktaş bu olumsuzluklardan yararlanamadı ama golü penaltıdan Tamaraebi Abraham ile buldu, Eyüpspor da eşitliği deneyimli oyuncusu Mame Thiam ile…

Bu maç Beşiktaş’taki ‘kronik’ sorunu bir kez daha gözler önüne serdi. Rakip kim olursa olsun, Beşiktaş orta alanını hiç zorlanmadan geçiyor ve savunma elemanları da çoğu kez ağır ve de yetersiz kalıyor. Orkun Kökçü - Onyinye Wilfred Ndidi ikilisi ise orta alanda beklentilere şu anda yanıt verecek düzeyde değil. Belki ilerleyen haftalarda uyum sağlarlar ama o da belki!

Beşiktaş’ın Eyüpspor karşısındaki beceri yoksunluğu sürpriz olmadı zira beklentiler bu yöndeydi. Takıma monte edilecek bir ya da iki oyuncuyla sorunun çözülmeyeceği de belirgin. Beşiktaş’ın önce bütünleşip ardından da ‘takım’ olması gerekiyor ancak bu da yazıldığı kadar kolay olmuyor.  

Sakın ola ki başka futbolcu transfer etmeyin, kadroya kattıklarınızın birilerine katkısı olabilir ama kesinlikle Beşiktaş’a yok! Olası transferleriniz de farklı olmayacak. İyisi mi Beşiktaş’ı daha fazla batırmayın…

Bu arada kötü oyunun sorumluluğunu teknik direktör Ole Gunnar Solskjaer’in omuzlarına yüklemeyin. Yedek kulübesindeki isimlere bakınca Norveçli teknik adamın çaresizliği rahatça görülüyor. Rafa Silva’nın uzatma dakikalarında galibiyeti getiren golü atması fikrimi değiştirir mi? Asla… Ama düzeltmem gereken bir şey var o da ilk yarıda bocalayan ikinci yarıda ise harikalar yaratan Eyüpspor kalecisi Marcos Felipe…

                                                             /././

Hukuk ve etik yok…-Fikret İlkiz-

Yargıya güvenmek hiç kolay değil! Güvensizliğin hakim olduğu düzen adil olamaz. Hukuksuzluk durmuyor! Güven yitiren yargının hukukunda etik ilkeler bile yok artık!

hukuk

Son haberler parti değiştirme haliyle ilgili…

İkinci hal ise haber değil ve tutuklamanın devamında verilen kararlarla ilgili bir sorun…

Bir siyasi partiden başka bir siyasi partiye geçen kişiler hakkındaki haberler toplumun ilgisini çeker. Siyasetçilerin partiden partiye geçişleri kamuoyunda tepki ile karşılaşır. Katılmanın gerçekleştiği siyasi parti için bu durum başarıdır ve övgüyle karşılanır. Siyasetçiler toplumun kaderini etkilerler. Siyasetçiler, halka hesap vermek zorunda olanlardır. Çünkü siyaset ahlaki bir eylemdir. Siyasetçi; eylemlerinin önceden öngörülebilen sonuçları bakımından hesap verebilen sorumluk sahibidirler. 

Sadece iktidardan hoşlananlar ve bunun için gösterişli eylemlerde bulunanlar ve “iktidara tapanlar” yozlaşmanın örnekleridir. Az gelişmiş ülkelerde yoksulluk, ekonomik bozukluk kadar “yozlaşma” aynı oranda sorundur. Yoksulluk ve yozlaşmanın yaşandığı bir yürütme/yasamada ayrıca etik kurallar da bir o kadar etkilenir…

Ahlak ve etik kurallardan etkilenen yasama ve yürütme organı yanında yargının da etkilendiği etik ilkeler yok mudur? Vardır! Ne zaman ortaya çıkar? Ne zaman toplumu etkiler?

Yargıtay tarafından kabul edilmiş olan Yargıtay Yargı Etiği İlkeleri’nin başlangıç bölümünde; “Mahkemelerin, anayasal düzeni ve hukukun üstünlüğünü yaşatma ve yüceltme görevini yerine getirebilmeleri için, yetkin, bağımsız ve tarafsız yargının var olması zorunlu” görülmüştür. Bu yüzden “Hâkimlerin bireysel ve kurumsal olarak, hâkimlik görevini halkın emaneti olarak görmeleri, saygı duymaları ve halkın yargı sistemine güvenini yükseltmek ve sürdürmek için ellerinden gelen en yüksek çabayı göstermeleri zorunlu” kabul edilmiştir.  

Yargıda Şeffaflığa İlişkin İstanbul Bildirgesi ile Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi, 27 Temmuz 2006 tarihli ve 2006/23 sayılı kararıyla, yargı kurumlarının Bangalor Yargı Etiği İlkeleri’ni dikkate almaları istenmiştir.

O halde hakimlerin uymak zorunda oldukları “etik ilkeler” vardır, uyulmalıdır.

Tutukluluk ve devamı hakkında verilmiş kararlar bakımından etik ilkeler uygulanıyor mu?

Hapishaneler, tıka basa tutuklularla dolu... Tutukluluk halleri 30 gün içinde yargıda inceleniyor. Bu incelemede şüphelinin tutukluluk halinin kaldırılması gerekirse, sulh ceza yargıcı tahliye kararı veriyor…Eğer tutukluluk halinin devamına karar verilirse bu karara itiraz etmek mümkün… Ancak tutukluluk halinin devamına dair kararlar birbirinin aynısı ve bir diğer deyişle basmakalıp…

Şöyle deniyor kararlarda; “Şüphelilerin üzerine atılı suçun vasıf  ve mahiyeti, mevcut delil durumu,  ve  delillerin henüz toplanmamış olması, atılı suçun yasada ön görülen cezasının alt ve üst sınırı, Şüphelilerin üzerine atılı suçu işlediğine ilişkin kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin oluşu, bu aşamada adli kontrol hükümlerinin uygulanmasının yetersiz kalacağı, suçun sabit görülmesi halinde verilmesi muhtemel ceza veya güvenlik tedbirleriyle tutuklama tedbirinin ölçülü olduğu, soruşturma konusu suçun işleniş şekli itibariyle ağırlığı ve önemi dikkate alındığında, bu suretle Şüphelilerin tutukluluk halinin sonlandırılmasını gerektirecek nitelikte yeni bir delilin bulunmadığı, tutuklama nedenlerinin ortadan kalkmadığı anlaşıldığından…”  şüphelilerin tutukluluk hallerinin devamına karar veriliyor…  

Bu tür “tutukluluk inceleme” kararları birbirine çok benziyor. Önceki tutuklama kararının tekrarı ve/veya benzer cümlelerle tekrarın tekrarına dayalı kararlar, sürekli tekrarlanıyor…

İtiraz sonucu değiştirmiyor. Sulh Ceza Hakimlik kararı “usul ve yasa hükümlerine” uygun görüldüğünden Asliye Ceza Mahkemeleri itirazları reddediyor…

Sözün özü; tutukluluk incelemelerinden ve itirazlardan çıkan bir sonuç yok…

Artık idari pratik haline dönüşmüş durumda ve sonuç alınamayan etkisiz yargı işlemlerinden ibaret…Tutukluluk incelemelerinde tahliye edilen yok…İtiraz edildiğinde şüphelilerin tahliye edildiğine dair bir örnek yok! Ne AYM ne AİHM kararları ne kanun dikkate alınmıyor…

Yargıya erişim ve adil yargılanma hakkı yok… Yargıya güven yok!

Yargıya güven eksik ve etik yok, etik yokluğundan güven eksikliği daha çok!

AYM, AİHM kararlarına yaptığı atıflarla Hüda Kaya (Başvuru Numarası: 2023/102251 Karar Tarihi: 25/2/2025) hakkındaki Genel Kurul kararı “tutuklama” hakkındadır ve aşağıdaki gibi şöyle özetlenebilir…

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ilk tutuklama kararından itibaren suçun işlendiğine dair makul şüphenin varlığı yanında tutuklamaya ilişkin nedenlerin bulunduğunun ilgili ve yeterli gerekçelerle ortaya konması gerekir (Buzadji/Moldova, ([BD], B. No: 23755/07, 5/7/2016).

Tutukluluk hâlinin devamı bakımından olmazsa olmaz (sine qua non) bir şart olduğuna vurgu yapılan tespite göre; şüpheli yakalanıp tutuklandıktan sonra kişinin tutukluluk halinin devamına gerek olup olmadığına dair incelemede; “makul şüphenin devam etmesi” koşulunun yeterli olup olmadığı yeniden değerlendirilmelidir. AİHM’si, adli makamların tutukluluğun devamı bakımından tutukluluğun “meşrulaştırılması” için yeterli ve ilgili başka gerekçeler de ileri sürmesi gerektiğine dikkat çekmektedir (Merabishvili/Gürcistan [BD], B. No: 72508/13, 28/11/2017, § 222).

AİHM'e göre “tutukluluk hali veya devamı” bakımından kaçma, tanıklar üzerinde baskı kurma veya delil unsurlarını değiştirme, yeniden suç işleme, kamu düzenini bozma gibi risklerin varlığının gerektiği şekilde tespit edilmesi gerekir. Adli makamların bu bağlamdaki gerekçesinin soyut, genel veya basmakalıp bir şekilde olmaması gerekir (Merabishvili/Gürcistan, § 222).

Bu yönüyle kaçma riskinin değerlendirilmesinde kişinin karakteri, ahlaki durumu, ikametgâhı, mesleği, mal varlığı, aile bağları, tutukluluğa karşı gösterdiği tepki, başka bir ülkeye gerçekten kaçmayı planlayıp planlamadığı, kaçmayı planladığı ülkeyle veya uluslararası bağlantıları gibi hususlar dikkate alınmalıdır (Becciev/Moldova, B. No: 9190/03, 4/1/2006, Buzadji/Moldova § 90).

Ayrıca cezanın ağırlığı kaçma riskinin değerlendirilmesinde dikkate alınacak bir unsur olsa da tek başına tutukluluk hâlinin uzun süreler boyunca uzatılması durumunu haklı kılmaz (Idalov/Rusya [BD], B. No: 5826/03, 22/5/2012, Garycki/Polonya, B. No: 14348/02, 6/2/2007,). Delilleri değiştirme riskine veya sanığın yargılanmasının gereken şekilde yürütülmesinin engellemesi tehlikesine karşı ortaya çıkan bu durum olgusal delil unsurlarıyla desteklenmelidir (Becciev/Moldova, § 59).

Avukatın müvekkilinin tutukluluğunun hukuka uygunluğuna ilişkin etkili bir itiraz sunabilmesi için temel önem taşıyan dosyadaki belgelere erişiminin reddedilmesi hâlinde silahların eşitliği ilkesine uyulmamış olacaktır (Yüksekdağ Şenoğlu ve diğerleri/Türkiye, § 576). AİHM bir tutuklunun veya avukatının soruşturma dosyasına erişim hakkına getirilen herhangi bir kısıtlama, önemli kamu düzeni amaçları ışığında kesinlikle gerekli olmalıdır.

Önemli bir kamu yararının bulunduğunun tam olarak kanıtlandığı varsayılsa bile, soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanmasının savunmaya getirdiği her türlü zorlukların adli makamlar önünde görülen yargılama ile yeterince telafi edilmesi gerekmektedir (Yüksekdağ Şenoğlu ve diğerleri/Türkiye, § 577).

AİHM basmakalıp ifadelerle kaleme alınan ve ifadeleri tekrar eden bu türden bir gerekçenin hiçbir durumda, soruşturma dosyasındaki belgelerin görülmesinin yasaklanmasını haklı göstermek için yeterli olarak değerlendirilemeyeceği kanaatindedir.

AİHM hükümet tarafından verilen yanıtlar için “soruşturma dosyasına erişimi kısıtlama tedbirleri nedeniyle başvurucuların savunma hakkında meydana gelen zorlukların adli makamlar önünde görülen yargılama ile yeterince telafi edildiğini dahi iddia etmediğini” gözlemlemiştir. AİHM bu gerekçelerle Sözleşme’nin 5. maddesinin (4) numaralı fıkrasının ihlal edildiğine karar vermiştir (Yüksekdağ Şenoğlu ve diğerleri/Türkiye, §§ 580-584).

Tutuklamanın hukukiliğinin incelenmesinde dikkate alınacak genel ilkeler vardır.

5271 sayılı Kanun'un 100. maddesi gereğince uygulanan tutuklama tedbirinin kanuni dayanağının var olduğunu kabul eden AYM ve AİHM’si; kanuni dayanağı bulunduğu anlaşılan tutuklama tedbirinin meşru bir amacı olup olmadığı ve ölçülülüğü incelenmeden önce tutuklamanın ön koşulu olan suçun işlendiğine dair kuvvetli belirtinin bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi gerekir. Bu değerlendirme yapılırken; suç işlediğine dair kuvvetli belirtiler ortaya konulmadan tutuklama tedbirinin uygulanması kişi hürriyeti ve güvenliği hakkına ilişkin olarak Anayasa'nın 19. Maddesinde yer alan güvencelere aykırıdır.

Anayasa’nın 19. Maddesine göre hürriyeti kısıtlanan kişi, kısa sürede durumu hakkında karar verilmesini ve bu kısıtlamanın kanuna aykırılığı hâlinde hemen serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla yetkili bir yargı merciine başvurma hakkına sahiptir. Buna göre adil yargılanma hakkının bütün güvencelerini sağlamak mümkün değil ise de iddia edilen tutmanın koşullarına uygun somut güvenceler yargısal nitelikli bir kararla sağlanmalıdır (AYM Süleyman Bağrıyanık ve diğerleri, § 250).

Tutuklu yargılamalarda kişinin bir suç işlediğine dair kuvvetli şüphenin devam etmesi tutukluluk hâlinin devamının hukuka uygunluğu için olmazsa olmaz bir koşul olduğundan tutuklu kişiye kendisine karşı yöneltilen suçlamalara neden olan unsurlara itiraz etme yönünde gerçek bir fırsat sunulmadır. Bu husus kişinin -veya müdafinin- soruşturma dosyasındaki belgelere erişebilmesini gerektirebilir.

AYM’nin görüşüne göre; tutuklu kişinin soruşturma dosyasındaki bilgi ve belgelere, delillere sınırsız erişim hakkı yoktur ve/veya olmayabilir. Üçüncü kişilerin temel haklarını korumak, kamu menfaatini gözetmek, adli makamların soruşturma yaparken başvurdukları yöntemleri güvence altına almak, şüphelilerin delilleri değiştirmelerini ve soruşturmanın selametine zarar vermelerini engellemek, adli makamların bazı soruşturma yöntemlerini gizli tutmak gibi amaçlarla veya soruşturma dosyasında devletin gizli kalması gereken belgelerinin ya da gizli örgüt yazışmaları gibi bilgilerin olması durumunda soruşturma aşamasında delillere erişim yönünden kısıtlama getirilmesi gerekebilir. Ancak dosyaya erişim hakkına getirilecek kısıtlama, söz konusu amaçlar ışığında kesinlikle gerekli olmalıdır  (bkz. Süleyman Bağrıyanık ve diğerleri, § 254).

AYM Hüda Kaya başvurusunda ayrıca şu görüşe yer vermiştir: “Bu bağlamda soruşturma makamlarınca söz konusu kısıtlamanın öngörülen amaçlar ışığında kesinlikle gerekli olduğu yeterli bir gerekçeyle ortaya konulmalıdır. Soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanmasını gerektiren bir durumun olması hâlinde bile soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanmasının savunmaya getirdiği zorluklar yeterince telafi edilmelidir. Bu kapsamda silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerine riayet edilmelidir. Silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleri uyarınca, tutuklamaya neden olan ve tutuklamanın hukukiliğinin tartışılması bakımından temel oluşturacak deliller tutuklu kişi tarafından incelenebilmelidir.”

Anayasa Mahkemesi böyle kararlar verdiği halde, yargıda etik ilkeler neye yarıyor?

Yoksulluk, yolsuzluk ortamında bile siyasetçilerin topluma karşı sorumluluğu tartışılıyor. Tutukluluk halinin devamına dair verilen kararların birbirine bu denli benzemesi her şeyin önceden hazır olduğu izlenimi yaratıyor ve özgürlüklerin baskılanması toplumu sarsıyor…

Yargıtay Yargı Etik İlkelerine göre yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğünün ön şartı ve adil yargılanmanın temel güvencesidir.

Sözün özü; kararı etkilemeye yönelik her türlü girişimi reddetmesi gereken hakim, yargısal davranışını ve muhakemesini uygunsuz biçimde etkilenmesine asla izin vermez. Karara bağlayacağı ihtilafın taraflarına karşı bağımsızlığını korur. Hâkim, yasama ve yürütme erkleriyle uygunsuz ilişkilerden ve bu organların etkisinden uzaktır; aynı zamanda, makul bir kişinin gözünde, bu türden ilişki ve etkilerden uzak olduğunu gösterir. “Hâkim, hangi kişiden veya hangi nedenle gelirse gelsin, doğrudan veya dolaylı her türlü dış etki, teşvik, baskı, tehdit veya müdahaleden uzak, hukuku kendi vicdani kanaatine uygun olarak ve somut gerçeklere ilişkin kendi değerlendirmesine dayanarak, yargı görevini bağımsız olarak yerine getirir.”

Etik ilkelerden hiçbirisi suya yazılmadı! 

Sonucunu sadece sizin bildiğiniz ama diğer tarafların sonucu bildiğinizi bilmediği açık yargılama sonunda verilmiş kararlarla yargı görevi yerine getirilmiş sayılır mı?    

Yargıya güvenmek hiç kolay değil! Güvensizliğin hakim olduğu düzen adil olamaz.

Hukuksuzluk durmuyor! Güven yitiren yargının hukukunda etik ilkeler bile yok artık! 

                                                          /././

Alaska ve Ankara’da iki toplantı, iki tehdit -Namık Tan

Kuzeyimize ve güneyimize baktıkça son derece ayık, uzgörülü ve akılcı olmak gerekiyor. Alıngan, öğrenim durumu sorgulanan ve ideolojiyi stratejinin önüne koyan bir Dışişleri Bakanı; kariyerlerinde yükselmek için Erdoğan’a yaranmayı, siyasal iktidara yanlamayı giderek usûl ittihaz eden bir silahlı kuvvetler komuta kademesi ve Genelkurmay Başkanlığı’na dönüştürülmüş bir Savunma Bakanlığı ile bu tek adam rejiminde ne derece ayık, uzgörülü ve akılcı olunabileceği ise kuşkulu

namık tan 17 ağustos

          Trump ve Putin Alaska'da bir araya geldi (solda), Şeybani ve Fidan Ankara'da görüştü

Kuzeyimizde Ukrayna, güneyimizde Suriye doğaları farklı da olsa iki sıcak çatışma alanı. Suriye 12 yıllık iç savaşın ardından kırılgan, başka deyişle kalıcı olup olmayacağı henüz kestirilemeyecek bir göreceli istikrara kavuştu. Ukrayna’nın komşusu Rusya tarafından işgali ise sürüyor ve orada da savaşın sonu henüz görünmüyor. Her iki çatışma alanı da Türkiye için birer sınama oluşturuyor. Bu iki çatışmadan algılanacak tehditlerin niteliği mutlak değil politik.

Trump ile Putin Alaska’da bir araya geldi. Kuşkusuz o düzeyde küresel bir önemi haiz değil ama Türkiye ve Suriye dışişleri bakanları Şeybani* ve Fidan da kaçıncı kez Ankara’da görüştü. Bu iki güncel teması Ankara’dan bakışla bizim için birleştiren hat, sözünü ettiğim kuzeyden ve güneyden iki önde gelen tehdit algısının kaynaklarını ilgilendirmesinde. Ve gerek Ukrayna gerek Suriye politikaları bir türlü -deyim yerindeyse- “akort” tutmuyor, amaçları anlaşılmıyor, sonuç üretmiyor.

Suriye’den başlarsak ortak basın toplantısında Fidan, herhalde aklında söylemlerine birkaç talimatlı kalemşör dışında aradığı desteği bulamamasının gerginliği olacak ki, bizleri artık alıştırdığı standardın da altında bir basit üslupla konuştu. Hangi dinleyici kitlesine hitap ettiği de belli olmadı.

Milli Savunma Bakanlığı (MSB) durumdan vazife çıkarmakta hiç gecikmedi. Sözcüsü ağzından “Suriye’nin toprak bütünlüğü ve ulusal birliğini” savunmaya devam edeceğimiz açıklandı. MSB’ye iddia edilen bu görevi kimin, ne zaman tevdi ettiğiyse belirsiz. Esasen adında “milli” olduğunu göz ardı etmişe benzeyen bakanlık Erdoğan’ın mahut “Türk, Kürt, Arap…” çıkışının peşinden koştuğu izlenimi vermiyor değil.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Suriye Dışişleri Bakanı Esad Hasan Şeybani, Savunma Bakanı Murhef Ebu Kasra ve İstihbarat Başkanı Hüseyin Salameh ile Bakanlık'ta bir araya geldi

Fidan’ın öfkesi ise son günlerde medyaya verdiği söyleşileri sıklaştıran Mazlum Abdi ve İlham Ahmet gibi SDG komutan, yönetici ve temsilcilerinin ifadelerine yönelikti. Alanda gördüğü kafasında canlandırdığına ve kuvvetle muhtemel sıralı amiri Erdoğan’a anlattığı hikâyeye uymadıkça yılgınlığının arttığını dışa vuruyordu. Kendi deyişiyle “enayi” olmadığını vurgulamak ihtiyacı hissetti.

Hangi dosyaya baksa, kendinde vehmettiği “istihbaratçılık” uyarınca birilerinin başka birilerine “çektiği operasyonları” görme eğilimindeki Fidan’ın yalnız bırakılmaya yanıtı, MİT Başkanı Kalın’ın “yönetimini” yaptığı görülen “süreci” sabote etmek yahut en azından o sürece angaje olmayı reddetmek diye yorumlanmaya müsait. İşin doğrusu ne Mazlum Abdi’nin İmralı’dan gelen yönlendirmelere harfiyen uyacağı, ne SDG’nin “entegre” olabileceği bir askeri ya da sivil yapının Şam’da varlığı ve Kandil’in düzenlediği göstermelik veya temsili törenden hiza alıp silah bırakacağı belli.

Kuzeyimizdeki Rusya’nın ise komşusu Ukrayna’yı işgal girişimi tüm müttefikleri ayağa kaldırır, Finlandiya ve İsveç’i de NATO üyeliğine iterken, Erdoğan havaya bakıp ıslık çalmayı yeğlemişti. Altına imza attığı NATO zirve bildirgelerine de bunların üzerlerine basıldığı kağıtlar kadar dahi değer vermediği görülüyordu. Ankara, okunaksız “dört kol çengi” politikaları “denge siyaseti” diye yutturmaya çalışageldi.

Enerji tedarikinde Rusya’ya bağımlılığın had safhaya çıktığı yetmezmiş gibi, Akkuyu nükleer santrali de adeta altın tepside Putin’e sunulmuştu. S-400 kepazeliğinin açıklaması bugüne dek yapılamadı ve yine bugüne dek kendi kazdığımız bu çukurdan çıkış yolu bulunamadı. Olası çıkış yolu olarak gösterilen de ancak her konuda Trump’ın suyuna gitmek ve yara sarma kabilinden Eurofighter uçağı satın almak.

Şimdi Nobel Barış Ödülü peşindeki TrumpZelenskiy’nin de (geçen gün yaptıkları ortak video konferansta hemfikir oldukları açıklansa da) Avrupalı müttefiklerin de kolunu bükerek kestirmeden ateşkesi sağlamaya çalışıyor. Putin’e ikincil ekonomik yaptırım ve Ukrayna’ya artan askeri destek tehdidini gösteriyor. Zelenskiy ve Avrupalı müttefikleri de çatışmanın güncel hat üzerinden dondurulması karşılığında Rusya’nın işgal ettiği yerlerdeki egemenliğini fiilen tanımaya razı etmeye çabalıyor.

Trump ile Putin arasında Alaska'da düzenlenen zirvede, Trump'a ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ve Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un eşlik etti. Putin'e Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Kremlin Dış Politika Danışmanı Yuriy Uşakov eşlik etti

İki lider Alaska’da üçer kişilik heyetler halinde üç saat görüştüler. Bu defa somut bir sonuç çıkmasa da Trump’ın önerdiği zeminde uzlaşı olasılığı bulunmadığı iddia edilemez. Gerçekleşirse olumlu yanı çatışmanın durması, olumsuz yanı ise (Avrupa’da bile!) zor kullanarak sınırların değişmesi yönteminin meşrulaştırılması olacak. Ardından Ukrayna’nın elinde kalan toprağını savunabilecek askeri güce erişmesi, egemenliğini pekiştirmesi ve bu yolda Avrupa Birliği ile NATO üyeliği yönünde ilerlemesi gibi meselelerin çözülmesi gerekecek.

Suriye’den ise Türkiye’ye varoluşsal bir tehdit olduğu, şu efsunkâr “dış bağlamın” ya da “bölgesel gelişmelerin” iç siyaseti zoraki yönlendirdiği tümüyle geçersiz iddialar. Gerçek olan şu ki, Suriye her an kendi içine çökebilir. 12 yıl süren iç savaş sona erdi ama görülecek hesap, atılacak barut bitmedi. Tek seçeneğin bu olduğunu iddia etmiyorum ancak güçlü olasılıklar arasında bu felaket senaryosunun da bulunduğunun altını çiziyorum. Devlet idaresinde yanılgı olacaksa, bunun ihtiyattan yana olması gerektiğini hatırlatıyorum.

SDG, ABD desteği sayesinde silâh ve personel açılarından Şam’a bağlı silâhlı kuvvetlerden güçlü ve daha derli toplu görünüyor. Şam’a bağlı kuvvetlerin tek bir komuta-kontrol merkezine bağlı olmadığı hem kıyı bölgesindeki Arap Alevi hem İsrail’e sınırdaş güney bölgesindeki Dürzi katliamlarında yeniden anlaşıldı.

Ayrıca, devlet kapasitesinin ihyasında henüz yolun çok başında olunduğu gibi komşu Irak’takine benzer bir doğal kaynak zenginliği yani “bölüşülemeyecek hacimde” bir zenginlik de Suriye’de yok.

Alternatifi görünürde olmasa da Şara’nın Suriye halkının tamamı nezdinde meşruiyetini oturtamadığı ve vizyon konusunda kısıtları ortada. Ankara, işin içine özellikle Fransa’nın ve (Trump’ın iştahsızlığına güvenerek) ABD’nin de karışmasını engellemeye uğraşıyor. Fidan’ın, Suriye’de, yukarıdaki satırlarda Kalın’ın müzakereci tutumuyla çelişkili olduğunu ileri sürdüğüm “bozucu” veya “müdahaleci”yaklaşımı da, içerideki “süreç” ve komisyon adımlarını ister istemez sakatlayıcı nitelikte.

Bu itibarla, Şam’la imzalanan eğit-donat anlaşmasını kaldıraç yaparak SDG ile bir vekalet savaşına girişmek akla hatta sağduyuya aykırı; biraz “hem tereyağını satıp hem tereyağını yemek” tutarsızlığını çağrıştıran bir olasılık. Ankara, bölgede tek veya vazgeçilmez oyuncu olduğunu sansa da sekiz yıldır süregiden ekonomik çöküntü ve türlü dosyalardaki karşılıklı bağımlılıklar kadar dosyaların da birbirleriyle ilintisi, içeride maalesef artık kanıksanan hoyratlığın dışarıya yansıtılmasını durduruyor.

Yeniden kuzeye dönersek, Alaska’da bu ilk turdan uzlaşı çıkmaması ama Trump’ın Çin’e Rusya’dan petrol tedariki nedeniyle uygulayacağı yaptırımları birkaç hafta ötelemesi, Ukrayna’nın kendiliğinden yeni bir Soğuk Savaş dönemi Finlandiya’sına dönüşeceği ve başka seçenek bulunmadığı anlamına gelmiyor. Trump’ın Putin’in zirve sonrası tutumunu izlerken, Zelenskiy ve Avrupalı müttefikleri kendi bakışına göre “gerçekçi” olmaya zorlayacağı kestirilebiliyor.

Kuzeyimize ve güneyimize baktıkça son derece ayık, uzgörülü ve akılcı olmak gerekiyor. Alıngan, öğrenim durumu sorgulanan ve ideolojiyi stratejinin önüne koyan bir Dışişleri Bakanı; kariyerlerinde yükselmek için Erdoğan’a yaranmayı, siyasal iktidara yanlamayı giderek usûl ittihaz eden bir silahlı kuvvetler komuta kademesi ve Genelkurmay Başkanlığı’na dönüştürülmüş bir Savunma Bakanlığı ile bu tek adam rejiminde ne derece ayık, uzgörülü ve akılcı olunabileceği ise kuşkulu.  

*Hemen öncesinde Şam’da yapılan ikili görüşmenin ardından düzenlenen Ankara seyahatinde Şeybani’ye Suriye’nin savunma bakanı ve istihbarat başkanı da eşlik ediyordu.

                                                                            /././

T-24



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -18 Ağustos 2025-

17 Ağustos’un 26. yıl dönümde ne vergi var ne de fon…-Murat Batı- Deprem vergisinden toplanan vergiler ne kadar oldu? Neden deprem için harc...