Patateslerini bedava veren çiftçiye 17 milyon lira ceza
Ticaret Bakanı Yardımcısı Gürcan, patates eylemine piyasa dengesini ve serbest rekabeti bozmadan dolayı 1,4 milyon TL ile 17,2 milyon TL arasında ceza uygulanacağını belirtti.
Ticaret Bakanlığı, Yozgat’ın Aydıncık ilçesinde, üreticinin sorunlarına dikkati çekmek için maliyetinin altında bile alıcı bulamadığı bir traktör patatesi köy meydanına dökerek, bedava dağıtan Sadık Erdoğan hakkında soruşturma başlattı. Erdoğan, “Keşke şahsıma ceza yazmak, soruşturma açmak için harcadıkları zamanı, bu çiftçinin sorunlarını dinlemeye, çözmeye yönelik harcamış olsalardı” dedi.
Yozgat’ın Aydıncık ilçesine bağlı Kazankaya Köyü'nde çocuk yaştan itibaren çiftçilik yaparak geçimini temin eden CHP Aydıncık İlçe Başkanı Sadık Erdoğan, kendisi ile birlikte diğer çiftçilerin, ürettikleri soğan ve patatese maliyetinin altında dahi alıcı bulamamaları üzerine römorkuna doldurduğu 150 çuval patatesi köy meydanında sokağa döktü ve vatandaşların istediği kadarını ücretsiz alabileceklerini belirtti.
Ticaret Bakan Yardımcısı Mahmut Gürcan, X hesabından yaptığı açıklamada, olaya ilişkin tüm bilgi, belge ve tutanakların Ticaret Bakanlığı İç Ticaret Genel Müdürlüğü Haksız Fiyat Değerlendirme Kuruluna iletileceğini, yapılacak değerlendirme sonucunda Erdoğan hakkında "piyasa dengesini ve serbest rekabeti bozma" ile "piyasada darlık yaratma" fiillerinden 1,4 milyon lira ile 17,2 milyon lira arasında değişen tutarlarda idari para cezası uygulanacağını bildirdi. Gürcan ayrıca, "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" ile "Cumhurbaşkanına hakaret" suçlarından da Erdoğan, hakkında suç duyurusunda bulunulacağını açıkladı.
"BİZLERİ TARIMSAL ÜRETİMDEN UZAKLAŞTIRMAK İÇİN ELLERİNDEN GELENİ YAPIYORLAR"
CHP Aydıncık İlçe Başkanı Erdoğan, yaptığı yazılı açıklamada, henüz kendisine bir tebligat yapılmadığını belirterek, şunları kaydetti: “Aydıncık ilçesinin Kazankaya Köyü çiftçisi olarak, çiftçilerimizin soğan ve patateste yaşanan sorunlarını gündeme getirmek amacıyla, köyümüz meydanında, MOBESE kameralarının da bulunduğu alanda bir traktör römorku ile getirmiş olduğum patateslerimi dökerek, insanların ücretsiz almalarını istedim. Bununla ilgili Ticaret Bakanlığı tarafından hakkımda 'piyasa dengesini ve serbest rekabeti bozma ile piyasada darlık yaratma fiillerinden' dolayı bir soruşturma başlatılmış. Konuya ilişkin şahsıma herhangi bir ihbar gelmedi. Bakan yardımcısı tarafından yapıldığı belirtilen açıklamada, dökmüş olduğum patatesleri geri toplayıp, pazarda sattığım belirtiliyor. MOBESE kameraları incelendiğinde de görülebileceği gibi eylem sonrasında vatandaşlar dökmüş olduğum patatesleri alıp, arabalarına yüklerken, o esnada ben vatandaşlar patatesleri rahatça alabilmeleri için traktörün yanından uzaklaştım. Döndüğümde yaklaşık 150 çuval patatesten sadece 5-6 çuval kalmıştı, onu kenara çekip, kestiğim çuvalları da toplayıp, çöpe attım. Yerde kalan patatesleri toplayacaktım, komşular ‘birazdan köyün sığırları gelecek, onlar yer’ dediler, ben de toplamadım. Kimseye hakaret niyetim olmadığı gibi, piyasa dengelerini bozmak gibi bir niyetim de olamaz. Keşke şahsıma ceza yazmak, soruşturma açmak için harcadıkları zamanı, bu çiftçinin sorunlarını dinlemeye, çözmeye yönelik harcamış olsalardı. Biz devletimizden yaşanılan sorunların çözümü noktasında destek beklerken maalesef bizleri tarımsal üretimden uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar.”
***
Değişen tek şey enkazın adresi -İlayda Sorku-
Marmara Depremi’nin üzerinden 26 yıl geçmesine rağmen değişen tek şey depremlerin gerçekleştiği kentler oldu. Sözler verildi, planlar yapıldı ama hiçbir ders alınmadı. Milyonlar hâlâ yıkılmayı bekleyen evlerde yaşıyor.
Ülkenin deprem gerçeğiyle yüzleştiği 17 Ağustos 1999 depreminin üzerinden 26 yıl geçti. Gölcük merkezli depremde, resmî verilere göre 18 bin 373 kişi yaşamını yitirdi, on binlercesi yaralandı.
26 yıldır bilim insanlarının tüm uyarılarına kulaklarını tıkayan, deprem vergilerini gelir kalemine dönüştüren, kentsel dönüşümü rantın yüksek olduğu bölgelerle sınırlayan, riskli yapı stokunu yenilemeyen, deprem toplanma alanlarının büyük kısmını AVM ve konut projelerine satan tek adam rejiminde, halk kimsesiz ve çaresiz bırakıldı.
Topraklarının yüzde 93’ü deprem bölgesinde yer alan Türkiye’de Marmara Depremi’ni izleyen yıllarda Düzce’den Van’a, Afyon’dan Elazığ’a, Bingöl’den İzmir’e, Maraş’tan Balıkesir’e dört bir yanda yıkıcı sarsıntılar yaşandı. AKP iktidarının ihmali, on binlerce yurttaşın yaşamına mâl oldu, insanları enkaz altında bıraktı. Her felaketin ardından aynı sözler verildi, aynı acılar tekrarlandı. Rant odaklı uygulamalar ve liyakatsiz kadrolar yıkımın boyutunu artırdı.

1999’da 45 saniye süren 7.4 şiddetindeki Marmara Depremi’nin bilançosu ağır oldu.
Kocaeli, Sakarya, İstanbul, Düzce ve Yalova’da yıkıma yol açan depremde resmi verilere göre;
• 18 bin 373 kişi hayatını kaybetti
• 48 bin 901 kişi yaralandı
• 285 bin 211 konut hasar aldı
• 42 bin 902 işyeri hasar aldı
Ancak depremden gereken dersler alınmadı. 17 Ağustos’un ardından hazırlanan Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı ile ülkenin 2023’e kadar depreme hazır hale getirilmesi hedeflendi ancak plan uygulanmadı. Bakanlık verilerine göre Türkiye’de 6 milyon civarında riskli yapı var. Ancak 2012’den beri tespit edilen riskli yapılardan yalnızca yüzde 4’üne karşılık gelen 238 bin civarında yapının dönüşümü tamamlandı. 6 Şubat depremlerinin üzerinden 30 ay geçmesine rağmen, vaat edilen 650 bin konutun ise yalnızca yüzde 32’si teslim edildi.
İBB tarafından son açıklanan verilere göre İstanbul’daki mevcut yapı stokunun yüzde 80’i 2000 yılı öncesine ait. Kentteki toplam 1 milyon 200 bin yapının 120 bini 7 ve üzeri şiddetindeki bir depremde ağır hasar alabilir. Yine İBB tarafından gerçekleştirilen hızlı tarama testleriyle ise kent genelinde 6 bin 840 binanın çok yüksek riskli yapı olduğu tespit edildi. Her an yıkılma riski taşıyan ve acil yıkılması gereken yapı sayısı ise bin 556. 39 ilçeden 19’u diğer ilçelere göre daha riskli olan İstanbul’da yapılan tespit çalışmalarında Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde depremle kentte 500 bin binanın hasar alması öngörülüyor.
***

DÖRT YANIMIZ FAYLARLA ÇEVRİLİ
BirGün’e değerlendirmelerde bulunan Dokuz Eylül Üniversitesi Deprem Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Hasan Sözbilir, “Gelecekte deprem üretecek fayların yapılaşmaya kapatılması gerekiyor. Bu ülkede 20 yıldır uygulanıyor ancak bir fay yasası olmadığı için olması gerektiği gibi işlemiyor. Öte yandan 99 depreminin ardından sıvılaşma tehlikesine karşı da gerekli önlemler alınmış değil. Türkiye’de yetkin mühendislik yok. Dolayısıyla risk azaltma çalışmaları tam anlamıyla gerçekleştirilemiyor” dedi.
Kuzey Anadolu Fayı ve Güney Anadolu Fayı gibi ana faylarda gerçekleşen depremlerin yıkıcı niteliğinin yüksek olduğuna dikkat çeken Sözbilir, deprem tekrarlama aralığını tamamlayan ve kırılma riski taşıyan fayların olduğu bölgeleri şöyle sıraladı:
• Olası bir Marmara depreminde Kumburgaz, Avcılar, Adalar segmentleri,
• Erzincan-Bingöl bölgesindeki Yedisu segmenti,
• Maraş bölgesindeki Ölüdeniz fayı,
• Erzurum, Şırnak ve Hakkari Yüksekova bölgesi,
• Malatya bölgesi,
• 6 Şubat depremlerinde kırılmayan Maraş Fayı,
• 6 Şubat depremleri bölgesinde Savrun Fayı,
• Konya, Aksaray, Niğde bölgesinde Tuz Gölü fay zonu,
Ecemiş fayı,
Adana ve İskenderun arasında yer alan fay parçaları,
Muğla, Aydın, Denizli, Uşak, Afyon, Eskişehir, Kütahya, İzmir, Manisa, Balıkesir ve Çanakkale illerinde de kırılmamış ve risk taşıyan fay parçaları mevcut.
Öte yandan denizde bulunan ve deprem üretme riski olan faylara da dikkat çeken Sözbilir, Karadeniz, Akdeniz, Marmara ve Ege denizlerinde yüksek deprem potansiyeli olan faylar bulunduğunu belirtti.

7.4 VE ÜZERİ BEKLENİYOR
Beklenen Marmara Depremi’ne ilişkin de değerlendirmelerini aktaran Sözbilir, “Medyada iki farklı görüş var gibi lanse ediliyor; biri deprem olacak diyor, öbürü olmayacak diyor. Ancak deprem olacak beklentisinin bilimsel yayınları var. Dünyadaki bütün bilim insanları makalelerinde Marmara Denizi’ndeki kırılmanın yakın gelecekte olması gerektiğini söylüyor. Ancak ve ancak bölgedeki fay deprem üretmekten vazgeçebilir, kırılma gerçekleşmeyebilir. Bu şekilde deprem olmayabilir fakat bu da çok düşük bir ihtimal. Bölgede 7.4 ve 7.6 üzerinde bir deprem beklentisi var. 7.0 şiddetinde olsa dahi çok ciddi düzeyde can ve mal kaybı yaşanır. Yalnızca İstanbul’da değil Tekirdağ’dan Yalova’ya kadar Marmara Denizi’ni çevreleyen tüm illerde can ve mal kaybı yaşanacaktır” dedi.
Sözbilir, yapılması gerekenleri şu ifadelerle sıraladı:
• Öncelikle fay yasası hayata geçirilmeli.
• Enerji Bakanlığı’na bağlı MTA, İçişleri Bakanlığı’na bağlı AFAD ve Çevre Bakanlığına bağlı Mekânsal Planlama Genel Müdürlüğü gibi depremle ilgili birimler tek çatı altında toplanmalı. Gerekiyorsa bir Afet/Deprem Bakanlığı kurulmalı.
• Türkiye’de tek olan Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü arttırılmalı. 7 farklı enstitü olmak üzere ülkenin her bölgesi için bir enstitü kurulmalı.
• İl, ilçe ve köy bazında yapı stokunun deprem senaryolarına dayalı tahmini yapılmalı ve bu tahminler ışığında alınacak önlemleri içeren Deprem Master Planı’nı hazırlanıp uygulanmalı.
***

ÖNERİLER DİKKATE ALINMADI
6 Şubat depremlerinin ardından Temmuz 2023’te gerçekleştirilen Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile İBB ilçe belediyeleri toplantısında Bakanlığa mevzuat değişikliği önerisi yapıldı.
İstanbul Planlama Ajansı’ndan edindiğimiz bilgiye göre, riskli yapı stokunun hızlı dönüşümü için mevzuat çalışmasına ilişkin sıralanan önerilerden bazıları şöyle:
• Yapının tamamı kaçaksa ve mühendislik hizmeti almamışsa güçlendirme şartı getirilmelidir.
• Yapı kayıt belgesi (yapı statiği açısından risk taşımayan nedenlerden dolayı belge alanlar hariç) alanlar da dahil olmak üzere tüm ruhsatsız yapılar, güçlendirme yapmamaları durumunda ilgili belediyesince yıkılmalıdır.
• Yönetmelik esaslarına göre riskli olduğu belirlenmiş olup güçlendirilmesi mümkün olan yapılar için talep edilmesi durumunda güçlendirme izni verilmelidir.
• Yapının tamamı veya bir kısmı imar planlarında donatı alanlarında bulunan riskli yapılara güçlendirme izni verilmemelidir.
• Güçlendirme imalatlarının kontrolü yapı denetim kuruluşlarınca yapılmalıdır.
• Güçlendirme izni alan yapılar çıkartılmalı, İstanbul Bina Kontrol ve Muayene Esasları doğrultusunda ilgili idaresince 2 yılda bir kontrol edilmelidir.
• Güçlendirilecek yapının kamu kurum ve kuruluşlarının mülkiyetindeki taşınmazlar üzerinde olması durumunda, taşınmaz satın alınmadan güçlendirme izni verilmemelidir.
• Hızlı bina taraması, riskli yapı analizinden önceki aşama olarak yönetmeliğe girmeli, tüm yapı stokunun depreme karşı kırılganlığı bu yöntemle tespit edilerek riskli yapı analizine sevki uygun görülenler için 6306 sayılı Kanunun hükümleri uygulanması esas olmalıdır.
• İstanbul’daki yapıların 5 yılda bir kontrol edilmesine ilişkin usul ve esaslar belirlenmelidir.
• Kontrolü yapılan binalara Muayene ve Kontrol Sertifikası hazırlanmalı, girişlerine asılmalıdır.
• Riskli olduğu tespit edilen ve acilen güçlendirilmesi gereken binaların Muayene ve Kontrol Sertifikasına sarı etiket yapıştırılmalıdır.
Ancak Bakanlık bu önerileri ne dikkate aldı ne de hayata geçirdi. Mühendislik hizmeti almayan kaçak yapılar için güçlendirme şartı getirilmedi. İstanbul’daki binaların 5 yılda bir kontrol edilmesine ilişkin bir düzenleme yapılmadı. Nihayetinde yurttaşlar orta ölçekli bir depremde dahi yıkılan binalarda yaşamaya terk edildi.
TESPİT ÇALIŞMALARI TAMAMLANDI
Öte yandan geçen günlerde Balıkesir Sındırgı’da meydana gelen 6.1’lik sarsıntı da fay hatları üzerinde bulunan ülkenin depremlere ne kadar hazırlıksız olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Orta ölçekteki bir sarsıntı dahi yıkıma yol açtı. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Balıkesir ve Manisa’da hasar tespit çalışmalarının tamamlandığını açıkladı. Ekiplerin incelemeleriyle toplam 729 binadaki 1036 bağımsız bölüm ağır hasarlı veya yıkık olarak tespit edildi.
***
REJİM HİÇBİR DERS ALMADI
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz, ülke tarihinin ihmaller tarihine dönüştüğüne dikkat çekti. “Doğal afetler sonucunda yaşanan can kayıpları, sosyal ve ekonomik travmalar siyasal iktidara hiçbir şey öğretmemiştir” diyen Koramaz, “Göz göre göre gelmekte olan İstanbul depremine karşı önleyici tedbirler almak yerine, Kanal İstanbul gibi doğal varlıklarımızı, su kaynaklarımızı ve tarım arazilerimizi ranta açmayı hedefleyen rant projeleriyle yaşamlarımız hâlâ hiçe sayılmaktadır” şeklinde konuştu.
Depremden ders alınmadığını vurgulayan Koramaz, şu ifadeleri kullandı: “Kâr hırsıyla kentin değerli arazilerine, zeytinliklerine rezerv alan kararı çıkarılarak verilen imar izinleri, coğrafi riskler göz ardı edilerek kurulan şehirler, plansız-çarpık kentleşme ve mühendislik hizmeti almayan yapılar yurttaşlar için büyük bir tehdittir.”
Yapıların tüm aşamalarında kamusal denetimin sağlanması gerektiğine vurgu yapan Koramaz, “Yapı denetimi uygulamasını yönlendiren kararlar ve ilgili tüm mevzuatın, TMMOB ve bağlı odalar, üniversiteler ve ilgili kesimlerin katılımıyla düzenlenmesi gerektiğini bir kez daha vurguluyoruz” dedi. Koramaz, yapılması gerekenleri şöyle sıraladı:
• Kentsel rant için değil, depreme hazırlıklı şehirler kurabilmek için imar planları oluşturulmalı
• Parsel bazında yapılan imar tadilatları ile ormanlık alanlar ve su havzaları dere yataklarıyla birlikte yapılaşmaya açılmamalı
• Deprem Şurası, Ulusal Deprem Konseyi gibi oluşumlar mutlaka devreye sokulmalı
• Bina envanteri çıkarılmalı
• Mevcut yapılar hasar görebilirlikleri ve riskleri esas alınarak gruplandırılmalıdır.
***
KADER DEĞİL İHMAL
Yıllardır önlem almayan AKP iktidarı, deprem başta olmak üzere ülkede yaşanan her afetin yıkıma dönüşmesine ve on binlerce yurttaşın yaşamını yitirmesine sebep oldu. Depremden etkilenen iller değişse de iktidarın umursamazlığı baki kaldı.
O günden bugüne gerçekleşen depremler ve ölü sayıları şöyle:
1999 Düzce: 763
2002 Afyon: 44
2003 Bingöl: 176
2011 Van: 644
2020 Elazığ: 41
2020 İzmir: 117
2023 Maraş: 53 bin 537
***
Sandığın artık anlamı yok -Öncü DURMUŞ-
Aydın Büyükşehir Belediyesi Başkanı Çerçioğlu ve beraberindekilerin AKP’ye katılacağı iddialarının arkasında İBB soruşturmasıyla ilgili tehditlerin olduğu öne sürüldü. Halkın rızasını alamayacağını bilen Saray rejimi, seçimlerin göstermelik yapılacağı, halkın iradesinin ancak rejim yararına tanınacağı ülke hayali ile yanıp tutuşuyor.
Halkın rızasını alamayan, toplumsal meşruluğunu yitiren Saray rejimi, muhalefete yönelik saldırılarını sürdürüyor. Son yerel seçimlerin ardından ülkede ikinci parti konumuna düşen AKP iktidarı, kamunun tüm gücüne rağmen sandıktan kaybettiği belediyeleri, her geçen gün yenilerini eklediği saldırılarla muhalefetten almaya çabalıyor.
Bir yanda ekonomik kriz, sahtecilik, LGS skandallarının arasında büyük bir yönetim krizinde olan iktidar bloku artık seçimleri dahi kazanamayacağının farkında. Saray’ın koridorlarından yayılan çözüm ise teslim olmaya karşı direnenlere uygulanacak kayyum, hapis, ya da şantajlar olarak kurgulanıyor. Bu düzene teşne olabilecek aktörlere hemen bir koltuk gösterilirken tüm bu yaşananlar halkın yurttaşlık hakkına doğrudan saldırıları da oluşturuyor.
Aylardır sürdürülen baskı, gözaltı, tutuklama, kayyum atamaları ve operasyonlar halkasına ise dün, muhalefet içerisinde yer alan aktörlere yönelik tehdit ve şantaj iddiaları da eklendi.
Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu ve beraberindeki 3 ilçe belediye başkanının CHP’den AKP’ye geçeceği iddia edildi. Geçişin sebebinin ise belediyelere yönelik operasyonlar olduğu öne sürüldü.
Çerçioğlu’nun, İBB soruşturmasında itirafçı olan Aziz İhsan Aktaş ile bir dönem çalışması dolayısıyla tehdit edildiği öne sürüldü.
Öte yandan Çerçioğlu ve Sandığın artık anlamı yok Aydın Büyükşehir Belediyesi Başkanı Çerçioğlu ve beraberindekilerin AKP’ye katılacağı iddialarının arkasında İBB soruşturmasıyla ilgili tehditlerin olduğu öne sürüldü Halkın rızasını alamayacağını bilen Saray rejimi, seçimlerin göstermelik yapılacağı, halkın iradesinin ancak rejim yararına tanınacağı ülke hayali ile yanıp tutuşuyor beraberindekilerinin CHP’den istifası tartışılırken muhtarların ve belediye çalışanlarının da istifaya zorlandığı iddia edildi. Aydın’ın yerel yayın organlarından Aydın Şafak’ta yayınlanan bir habere göre, muhtarların görevlerinden istifa etmesinin istendiği, etmedikleri takdirde ileride herhangi bir hizmet alamayacaklarının belirtildiği aktarıldı. Ayrıca, CHP üyesi belediye çalışanlarının e-Devlet üzerinden görevlerinden istifa etmelerinin istendiği iddia edildi.
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu ziyaret eden CHP Lideri Özel ise ziyaret sonrası konuya ilişkin konuştu.
‘‘YA İÇERİ ATIL YA PARTİME KATIL’’ DİYORLAR
Çerçioğlu'nun AKP'ye geçeceğine dair iddialar hakkında konuşan Özel, şu ifadelere yer verdi:
“Aziz İhsan Aktaş'ın en çok çalıştığı ikinci belediye Kütahya, ilki Aydın. Siz AKP’lilere dokunmuyorsunuz, CHP’ye dokunuyorsunuz. Özlem Çerçioğlu'na, ‘Aziz İhsan Aktaş ile çalışmışsın, ya içeri atıl ya partime katıl.’ diyorlar. Çerçioğlu suçsuz olduğunu iddia ediyor. Bu haksızlığa karşı içeride yatan onca mert varken, bu mertliğe sahip olamayıp, Erdoğan kelime oyunu yapıyor. Sen Aydın’ı Aziz İhsan Aktaş üzerinden almakla oluyorsa ben sana ne diyeyim? Bu mu mertlik? Bu mu siyasi gücün? Bir dahakine yine alacağım Aydın’ı. Böyle mi alacaksın Aydın’ı?”
Aziz İhsan Aktaş ile Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı yıllardır çalışmış. İlk ilan edilen belediye başkanıdır. Neden? Aydın’ı alacak CHP’li mi yok? Kemal Bey ilan etmişti, sözünü çiğnemedik. Bizim mertçe tutumumuza karşı yaptıkları bu. Hadi bundan sonrasını görelim. İlk kez Ekol TV duyuruyor. Tebrik ediyoruz, çok hızlı verdiniz haberi. Özlem Çerçioğlu yarın AKP’yi aydınlatacakmış. Olmaz olsun öyle aydınlanma. AKP’nin kara düzeni.

ERDOĞAN’DAN AYDIN MESAJI
Konu ile ilgili konuşan AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın mesajı ise dikkat çekti. Erdoğan, bugün AKP’ye yeni katılımların olacağını söylerken, “Ne kadar Aydın varsa yarın burada, göreyim.” dedi.
‘PARTİ DEĞİŞMEZSEN TUTUKLANIRSIN’ TEHDİDİ
Konu ile ilgili konuşan CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın, ise Çerçioğlu'na ulaşamadığını ifade etti. Günaydın, “Umarım böyle bir şey gerçekleşmez. Çünkü yıllar boyunca CHP’de beraber çalıştık. Kendisini Aydınlılar destekledi. Bu olay nasıl gerçekleşiyor? Gidiyorlar belediye başkanına diyorlar, ‘Sen parti değiştirmezsen, gözaltına alınabilirsin, senin şirketlerin üzerinden şöyle yapabiliriz.’ Bu doğru bir şey mi, buna teslim olmak savunulacak bir şey mi? Zeydan Karalar, Ekrem İmamoğlu buna teslim mi oluyor? Ben hiçbir belediye başkanının bu tehdide gelmemesi gerektiğini düşünüyorum.” ifadelerini kullandı.
CHP’nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gökan Zeybek ise sıkıntılı bir durum olduğunu belirtirken, AKP’ye geçeceği söylenen diğer ilçe belediye başkanları ile ilgili soruya, “Hepsiyle teker teker görüşeceğim.” yanıtını verdi. Zeybek, Özlem Çerçioğlu'na yönelik, “Aydın’da insan içine çıkamayacağını herkes ona gösterecek.” ifadelerini kullandı.
Belediye bürokratlarına da tepki gösteren Zeybek, “Bu sabah odanıza çağırıp tehditle, ‘Aç e-Devlet’ini, istifanı yap, fotokopisini bana göster.’ diyen bürokratlara söylüyorum; sizleri not ettik.” diye konuştu.
REJİMİN GÖSTERMELİK SEÇİM HAYALİ
Çerçioğlu ve beraberindeki heyetle ilgili tehdit iddiaları, rejimin halkın iradesine yönelik saldırılarından bağımsız değil. Özellikle son yerel seçimlerin ardından otoriterleşmenin dozu her geçen gün daha fazla artırılırken, rejim yönetim krizini seçimlerin fiilen kaldırılacağı uygulamalarla aşmaya çalışıyor. Halkın iradesini ortadan kaldıran Saray yönetimi, kendi bekası uğruna sınırlarını kendisinin çizdiği bir muhalefeti hayata geçirmek istiyor. Toplumu ikna edemeyen tek adam rejimi, ayakta kalmanın tek çaresini hukuksuz, seçimsiz ve muhalefetsiz bir ülke dizaynında görüyor.
Çerçioğlu’nun AKP’ye geçeceği iddiaları tartışılmaya devam ederken, Saray yönetimi, hüsranla ayrıldığı son yerel seçimlerin ardından birçok belediye başkanı ve milletvekilini de kadrosuna kattı. Yeniden Refah Partisi’nden belediyeyi kazanan Adana Feke Belediye Başkanı Cömert Özen, Erzurum Aziziye’de seçimi kazanan Emrullah Akpunar ve Köprüköy Belediye Başkanı Nevzat Karasu, Ordu Çaybaşı Belediye Başkanı Mesut Karayiğit, Samsun Ayvacık Belediye Başkanı Refahattin Şencan AKP’ye katıldı. Ayrıca İYİ Parti Erzurum Horasan Belediye Başkanı Hayrettin Özdemir de AKP’ye katılanlar arasında yer aldı.
FUTBOLCU TRANSFERİNE DÖNDÜ
Rejimin muhalefeti bölmeye yönelik hamleleri belediye başkanları ile de sınırlı kalmadı. Milletvekilleri arasındaki geçişlerle de yönetim krizi içerisinde olan Saray yönetimi, güç devşirme yarışına girişti.
Halkın iradesini dilinden düşürmeyen rejimin aktörleri, bünyesine kattığı vekillerle kendine kadro arayışına girdi.
Gelecek Partisi kontenjanı kapsamında CHP listesinden seçilen Antalya Milletvekili Prof. Dr. Serap Yazıcı Özbudun ve Ankara Milletvekili Mustafa Nedim Yamalı, AKP’ye geçerken; İYİ Parti’den seçilmiş milletvekilleri Salim Ensarioğlu, Ünal Karaman, Kürşad Zorlu, Dursun Ataş ve Seyithan İzsiz AKP’ye katıldı.
Zorlu, Özbudun, Karaman ve Yamalı’nın AKP MKYK’sına seçilmeleri ise ayrıca dikkat çekti. Anayasa Hukuk Profesörü Özbudun’un rejim karşıtı açıklamaları ve eski İYİ Parti milletvekili Zorlu’nun muhalif açıklamaları ise çokça tartışılan konular arasında oldu.
Öte yandan Gelecek Partisi'nden istifa eden Konya Milletvekili Hasan Ekici de TBMM Meclis Grup Toplantısı'nda AKP'ye katılmıştı. Ekici'ye rozetini Erdoğan takarken, Erdoğan, Özlem Zengin’e Ekici için “Hangi partiden geldi?” sorusunu sormuştu.
∗∗∗
DEMOKRATİK MUHALEFET BİRLEŞMELİ
Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı ve İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılması engellenirse alternatif bir adayı desteklemeye açık olduğunu söyledi.
Bloomberg’e konuşan İmamoğlu, “Demokratik meşruiyet”in tehlikede olduğunu ifade etti. Muhalefet ittifakını temsil etmeyi hâlâ umduğunu ancak ‘tereddüt etme zamanı olmadığını’ belirten İmamoğlu, “Ancak tabii ki gerçekçiyim. Eğer resmen adaylığım engellenirse, demokratik muhalefet yine birleşmelidir.” ifadelerini kullandı.
İmamoğlu, şunları söyledi: “Gerekirse başka bir isim öne çıkar ama o kişi adalet, refah ve barış vizyonumuzu aynı kararlılıkla sürdürür.”
Tutuklanması hakkında da değerlendirmelerde bulunan İmamoğlu, “İnsan hakları ve hukukun üstünlüğünü yüksek sesle savunan bazı ülkeler, bizim gerçeklerimizle karşılaştığında sessiz kaldı. Bu pragmatizm değil, miyopluktur ve tehlikelidir.” ifadelerini kullandı.
∗∗∗
BU OYLAR CUMHUR’UN DEĞİL HALKIN OYLARI
AKP’ye geçeceği iddia edilen CHP’li Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu’nun, geçmişte AKP’ye geçen Nazilli Belediye Başkanı Kürşat Engin Özcan’a söylediği “Hakkımı helal etmiyorum” sözleri ise tekrar gündem oldu. Çerçioğlu, Özcan’a, “Halkın oyu Cumhur İttifakı’na değil, Millet İttifakı’naydı. Ben o bölgede çalıştığım emeklerimi, hakkımı helal etmiyorum.” ifadelerini kullanmıştı.
∗∗∗
ŞİRKETİN HİSSELERİ ARTTI
Çerçioğlu’nun AKP’ye katılma iddiaları tartışılırken, Çerçioğlu ailesinin yönettiği Jantsa şirketinin hisselerinin iddialar üzerine yükselmesi dikkat çekti. Jantsa’nın Yönetim Kurulu’nda Başkan Vekili koltuğunda Özlem Çerçioğlu’nun eşi Ercan Çerçioğlu, Yönetim Kurulu Üyesi koltuğunda ise Çerçioğlu’nun oğlu Ata Caner Çerçioğlu bulunuyor. Jant firması, geçen yılın ilk yarısında 70,1 milyon TL kâr ederken bu yıl 53,4 milyon TL zarar açıklamıştı.
***
Uzay bileti bütçeyi geçti -Mustafa Bildircin-
Uzay Ajansı’nın yedi aylık harcaması, Alper Gezeravcı’nın uzay macerası için Space X’e ödenen koltuk parasının yarısını dahi yakalayamadı.
Space X’e 2024’te, dönemin döviz kuruyla 1,6 milyar TL bilet parası ödenirken Uzay Ajansı’nın Ocak-Temmuz 2025 dönemi harcaması 549,1 milyon TL’de kaldı.
Türkiye Uzay Ajansı (TUA) 13 Aralık 2018 tarihinde, “Bir rüya gerçek oluyor” denilerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla kuruldu. Kuruluşundan 2021 yılına kadar hiçbir faaliyette bulunmayan TUA’ya Şubat 2021’de önemli görevler verildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 9 Şubat 2021 tarihinde düzenlenen Milli Uzay Programı’nda yaptığı konuşmada, “Türkiye’nin uzay yolculuğundaki 10 hedefini” paylaştı. TUA’ya verilen görevler arasında, “2023 yılında Ay’a sert iniş” görevi de yer aldı.
TUA’ya verilen, “2023’te Ay’a sert iniş” hedefi tutturulamadı. 2024 yılı sonu itibarıyla hedefte yalnızca yüzde 50’lik ilerleme kaydedildiği öğrenildi. 2023 yılında gerçekleşmesi beklenen hedefin ancak 2026 yılında gerçekleşebileceği öngörüldü.
SEMBOLİK ARTIŞ
Hedeflere yönelik başarısızlık, dikkatlerin TUA bütçesine çevrilmesine neden oldu. 2024 yılında yalnızca 1 milyar 702 milyon 764 bin TL bütçe verilen ajansın 2025 yılı bütçesi ise adeta sembolik bir artış ile 2 milyar 344 milyon 953 bin TL’ye çıkarıldı.
CEP HARÇLIĞI
Ajansın 2025 yılı için verilen 2,3 milyar TL’lik bütçeden ocak-temmuz döneminde yaptığı harcama, yalnızca 549 milyon 144 bin TL ile ifade edildi. Türkiye’nin Space X’e, Alper Gezeravcı’nın uzay macerası için ödenen 1 milyar 650 milyon TL’lik bilet parası, 2025 yılının ocak-temmuz dönemini kapsayan yedi ayda Uzay Ajansı’nın gerçekleştirdiği toplam harcamayı üçe katladı.
***
DİYANET 2 ASTRONOM ALACAK
Diyanet İşleri Başkanlığı, merkez teşkilatında açık bulunan alanlarda sözlü sınav sonucuna göre 2 astronom alımı yapacak.
Başkanlıktan yapılan açıklamaya göre, başvuru şartlarını taşıyan adaylar, 18-29 Ağustos tarihleri arasında Diyanet’in internet adresi üzerinden başvuru yapabilecek.
Adayların 2024’te yapılan Kamu Personel Seçme Sınavı’nın KPSSP3 puan türünden en az 70 puan alması şartı aranıyor.
Ankara’da yapılacak sınavlara ilişkin bilgiler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sitesinde yer alıyor.
***
Hutbe Diyanet’ten, düzenleme iktidardan -Gözde Bedeloğlu-
Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un 1’inci maddesinde şöyle yazıyor: “İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.” Kanunun 3’üncü maddesinde de Diyanet İşleri Başkanının görevleri sıralanmış: “Başkan din hizmetlerinin etkin ve verimli sunulması için gerekli tedbirleri alır. Bu amaçla; kaynakların etkin kullanımını sağlar; hizmetlerin düzenlenmesi, yürütülmesi, koordinasyonu ve denetlenmesi görevlerini yerine getirir; strateji, hedef ve performans kriterlerini belirleyip uygulanmasını temin eder.”
En genel tanımıyla laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, devletin inançlar konusunda tarafsız olmasını ve toplumun dine değil, akıl ve bilime dayanan yasalarla yönetilmesini tarif ediyor. Laikliğin, cumhuriyetin değişmez niteliği sayıldığı Türkiye’de Diyanet’in varlığı bitmeyen bir tartışma. Laik bir ülkede devletin kadrolu, maaşlı imamı, papazı olmaz. Ama Türkiye’de var ve hem ‘din konusunda toplumu aydınlatmakla’ görevli kurumun hem de ‘kaynakların etkin kullanımını sağlamakla’ görevli başkanın eylem ve söylemleri sürekli eleştiri konusu olarak gündemde.
***
Son beş yılın verilerine bakıldığında, Diyanet İşleri Başkanlığı’na halkın kasasından aktarılan payın Sanayi ve Teknoloji, Kültür ve Turizm ve Dışişleri Bakanlığı gibi bakanlıkları geride bıraktığı görülüyor. Ancak kaynakların etkin kullanımını sağlamakla görevli Diyanet’e halk olarak bütçe yetiştiremiyoruz. Yıl bitmeden parası bitiyor. Üstelik bunun yüzde 95’i personel giderleri için kullanılıyor. Yani hizmet almak için vergi ödeyen yurttaş yüzde 5 ile yetinirken parasının geri kalanıyla devasa bir devlet kadrosuna maaş sponsorluğu yapıyor, başkanlığa bol miktarda lüks makam aracı satın alıyor.
Kanunda açıkça belirtildiği üzere din konusunda toplumu aydınlatmakla görevli Diyanet’in cuma hutbeleri de düzenli aralıklarla gündemi meşgul eden konulardan. İktidarın onay ve desteği olmadan herhangi devlet kurumunda yaprak oynamayacağı açık, dolayısıyla Diyanet’in tartışmalı hutbelerini iktidarın siyasi programından ayrı düşünmek nerdeyse imkânsız. 2025 yılının ‘Aile Yılı’ ilan edilmesiyle beraber, hükümetin LGBTİ+ ve kadın haklarını kısıtlayan yasa çalışmalarıyla orantılı olarak, Diyanet’in de cuma hutbelerinde, görev tanımının dışına çıkan ve yönlendirici konuşmalarının artması tesadüf değil.
Kurumun ‘yaşam tarzı dayattığına’ yönelik eleştirileri, “hutbeler sadece hayatını İslam dini çerçevesinde yaşamak isteyenlere nasihatten ibaret, muhatapları da onlar” diyerek savuşturmak mümkün değil. Diyanet son olarak ülkedeki bütün camilerde okunan ve kadınların miras hakkına değinen bir hutbe yayınladı. Kötülüklerin temelinde kul hakkı ihlalleri olduğu söylenirken, “karşılıklı rıza olmadan yüce Rabbimizin koyduğu miras ölçüsünü değiştirmek, ilahi adalete aykırıdır, dolayısıyla kişinin kız çocuklarını mirastan mahrum bırakması, kız çocuklarının da Allah'ın takdir ettiği hakka razı olmaması kul hakkıdır” dendi. Bu, açıkça kadınların eşit miras hakkına itiraz anlamına geliyor çünkü İslam hukukunda kadının miras hakkı erkeğin yarısı. Devlet kurumları Anayasa’ya aykırı açıklama yapamaz ama görüldüğü gibi devasa bütçeli Diyanet’in bu konuda bir çekincesi yok. Türk Medeni Kanunu’na göre miras cinsiyet fark etmeksizin, çocuklar arasında eşit paylaştırılıyor.
Eğer Diyanet, sadece İslam dini çerçevesinde yaşamak isteyenleri muhatap alarak nasihatler veren bir kurum ise neden giderleri herkesin bütçesinden karşılanıyor, bu bir. İkincisi, eğer muhatabı belirli bir kesim ise ve miras hakkıyla ilgili söylenenler hem Anayasa’nın laiklik ve eşitlik ilkelerine hem de Medeni Kanun’a aykırıyken, sıradan bir devlet kurumu kadının miras hakkının yarıya indirildiği paralel bir hukuk mu talep ediyor?
***
Adalet Bakanlığı, boşanma davalarının süresini kısaltmayı hedefleyen, ‘Aile Arabuluculuğu’ sistemini içeren yeni bir yargı paketi üzerinde çalışıyor. Düzenlemeye göre tazminat, nafaka ve mal paylaşımı davaları boşanma davasından ayrılacak. Kadına karşı şiddet ve cinayetin katlanarak devam ettiği, cinsiyet eşitsizliğinin derinleştiği ülkemizde aile arabuluculuğunun örnek alındığı söylenen Avrupa’daki gibi sağlıklı bir şekilde uygulanabileceğini düşünmek ne yazık ki çok zor. Boşanma ve mal paylaşımı davalarını ayırma hazırlığı ve Diyanet’in kadının eşit miras hakkını yarıya indirmeyi kul (erkek) hakkı sayan hutbesi birbirinden ayrı okunamaz.
Not: Biraz mola... Eylül’de görüşmek üzere.
/././
Erdoğan’ın bumerangı -Yaşar Aydın-
AKP, kuruluşunun 24. yıldönümünü “genişleme” temasıyla kutladı. Gasp edilen belediyelerin tartışmalı başkanlarına rozet takıldı. Yapılan tören, “anlatacak hikâyesi kalmayan, çözülmüş, çürümüş bir parti nasıl olur?” sorusunun en net cevabı niteliğindeydi. Cunta sonrası dönemin kudretli partisi ANAP’ın dağılışına tanıklık etmiş bir kuşağın üyesi olarak AKP'nin bugünkü ruh hâli çok tanıdık geliyor. Anlatacak bir şeyleri kalmamış, yolsuzluğa boğulmuş, haksız zenginleşmenin getirdiği utanmazlık ve şımarıklık arasındaki yüz ifadeleri; hepsi salonda mevcuttu.
Yandaş medya, AKP'nin 24 yıllık serüvenini anlatmak yerine partiye katılanları manşete çıkarmayı tercih etti. Ancak sunuluş biçiminden de anlaşılacağı üzere, bu katılımlar daha şimdiden ayaklarına dolanmış durumda. Tıpkı İBB operasyonlarında olduğu gibi.
DARBE, ÇOCUKLARINI YEMEYE Mİ BAŞLADI?
İktidarın CHP’yi devre dışı bırakmak için başlattığı İBB operasyonları, 19 Mart itibarıyla sivil darbeye dönüştü. Hukuk yok sayılırken, biat etmeyen seçilmişler birer ikişer Silivri zindanına gönderildi. Yaşananlar, bugüne dek eşi benzeri görülmemiş bir yargı müdahalesiydi. Erdoğan, muhalefeti dağıtmak için darbenin sözcülüğünü üstlendi; tüm karizmasını ortaya koyarak bastırdı. Ancak halk ikna olmadı. İlk günden itibaren tepkiler artarak yükseldi.
Tam da bu aşamada, iktidar cenahında “operasyon bumerang gibi bizi vurmaya başladı” söylemi sıkça duyulur oldu. Bunu ilk dile getiren, her zaman olduğu gibi Devlet Bahçeli oldu. “Bir an önce bitsin” diyerek, siyasetin diliyle “bu iş aleyhimize dönüyor” demiş oldu.
Gerçekten de işler iktidarın planladığı gibi gitmedi. CHP dağılmadı, İBB operasyonları halkı ikna etmedi, Cumhur’a güveni artırmadı. Tersine, Özgür Özel’in ve CHP’nin etki alanını büyüttü.
Ancak iktidar öyle bir yola girdi ki, geri dönmek neredeyse imkânsız hale geldi. Her manevra, vagondan insan atılmasına neden oluyor. Her zaman devrimler çocuklarını yiyecek değil ya; şimdi de darbeler öz evlatlarını yemeye başladı. Nedim Şener–Mücahit Bilici, Mehmet Uçum, Şamil Tayyar kavgaları tam da “al patlamış mısırını geç televizyon karşısına” dedirtecek cinsten.
DUVARIN TUĞLASI: İBB DOSYASI
Susurluk skandalı sırasında yargı önüne çıkması istenen Mehmet Ağar, “Biz devletin tuğlasıyız; bizi çekerseniz duvar yıkılır.” demişti. Nitekim duvarın varlığından memnun olanlar bir kez daha iktidarda kaldı ve Ağar neredeyse ceza almadan siyasal ve toplumsal hayatta kalmayı sürdürdü.
Tek adam rejiminin ördüğü duvarda, İBB operasyonu önemli bir tuğlayı temsil ediyor. Bu tuğlanın çekilmesi rejimi yıkmasa da büyük hasara yol açacağı çok açık. Bu yüzden, bu rezilliği savunmaktan başka çareleri kalmadı. İşte tam da burada Erdoğan’ın açmazı başlıyor.
Kayyum, operasyon, tutuklama ve rüşvetle transfer işlerinin halk üzerinde bir etkisi kalmadı. Aksine, AKP'nin “yolsuzluk yuvası” algısını daha da güçlendirdi. Seçmen desteği düşüyor. Erdoğan’ın Ortadoğu’ya ve ülkeye dair söylediği büyük lafların etkisi azalıyor. Ancak bu otobandan çıkamıyor, çıkamaz da.
Erdoğan–Bahçeli koalisyonu, seçim gününe kadar ellerinde sopayla dolaşmak zorunda. Halkın ve muhalefetin yorulup kenara çekilmesini bekliyorlar. Bu ise boş bir umut. Bu kadar öfke ve nefret biriktirmiş bir iktidar, bırakın Türkiye’yi, dünyanın hiçbir yerinde ayakta kalamaz.
Yargı ve kolluk eliyle baskı ve zorbalık siyaseti, iktidarın ana taşıyıcı kolonlarından biri haline geldi. Şimdi o kolondan çatırdama sesleri geliyor. Tam da bu noktada, İBB operasyonunda atılacak geri adım, iktidar açısından yıkıcı bir depreme dönüşebilir. Erdoğan için zor bir karar anı.
İktidar cephesi, bir yandan Meclis'te diğer yandan belediyelerde transfer atağına girişti. Öcalan’ı da yanlarına alıp yeni bir süreç başlattılar. PKK'nın silah bırakması gibi ciddi sonuçlar doğurabilecek bu süreci komisyonla taçlandırdılar.
Türkiye’ye dışarıdan bakan biri, Erdoğan ve Bahçeli’nin sürece hâkim olduğunu, yeniden seçilmek için yeterli desteğe sahip olduklarını sanabilir. Hatta bu yönde kesin bir kanaate bile varabilir. Ancak gerçek hiç de öyle değil. Hiçbir hamle, ülkedeki yıkımı, sefaleti ve toplumsal mutsuzluğu gizlemeye yetmiyor.
İktidarı pekiştirmek için atılan her adım, bumerang gibi dönüp yine kendilerini vuruyor. Sadece son 15 günde yaşananlar bile iktidar için zamanın dolduğunu gösteren onlarca kanıtla dolu. AKP–MHP iktidarı bitkisel hayata girmiş durumda. Geri dönüş imkânsız. Fişi ne kadar erken çekilirse, memleketin hayrına o kadar olur.
/././
TÜİK enflasyondan sonra emisyonları da düşürdü -Özgür Gürbüz-
Türkiye’nin her yıl raporladığı ve Birleşmiş Milletler’e de ilettiği seragazı envanteri, yayımlandıktan yaklaşık üç ay sonra değiştirildi. Böylece 598,9 milyon ton olarak açıklanan 2023 yılı seragazı emisyonları düzeltmeyle 552 milyon ton oldu. Bir yıl öncesine göre yüzde 6,9 gibi ciddi bir oranında yükseldiğini sandığımız emisyonlar, 8 milyon ton azaldı. Türkiye’nin kişi başına düşen emisyon miktarı da 7 tona çıkmış ve AB ülkelerine yaklaşmaya başlamıştı, bu düzeltmeyle o da 6,5 tona geriledi.
Türkiye’nin Paris Anlaşması kapsamında verdiği Ulusal Katkı Beyanı’ndaki ‘zayıf’ hedefi bile ıskalayabileceğini düşünüyorduk, üç ay sonra düzeltilen rakamlarla bir anda iş değişti. İşin kötüsü bu TÜİK’in ilk vakası değil, 2006 yılında da benzer ama miktarı daha az bir düzeltmeye tanıklık etmiştik.
Bir ülkenin enerjiden tarıma, sanayiden atıklara tüm bu sektörlerdeki emisyonlarını hesaplaması elbette kolay bir iş değil ve hatalar olabilir. TÜİK’in yaptığı gibi geriye dönük düzeltme yapmak da çok rastlanılmayan bir durum değil. Ancak bu defa yapılan düzeltmenin miktarı tam 47 milyon ton karbondioksit eşdeğeri seragazı. Az buz değil, 47 milyon ton. Hırvatistan’ın toplam emisyonlarının iki katı, Avusturya’nın emisyonlarının yaklaşık üçte ikisi veya Hollanda’nın emisyonlarının üçte birine eş bir rakamdan bahsediyoruz.
Düzeltilen rakam bu kadar büyük olunca, bilgi edinme hakkımı kullanarak TÜİK’e nedeni sordum. Aldığım yanıt, “enerji sektörü emisyonları tahminindeki maddi hatadan kaynaklanmaktadır” oldu. Dünyadaki birçok ülkenin bir yıllık seragazı emisyonlarından bile fazla olan bu maddi hata, ilk bültende 442 milyon ton şeklinde açıklanan enerji sektöründen kaynaklanıyormuş. Düzeltmeden sonra enerji sektörü emisyonları da 395 milyon tona geriledi. Böylece, Türkiye’nin emisyonlarında aslan payına sahip enerji sektörü emisyonları iki yıllık yükselişin ardından inişe geçti.
Yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik üretiminde payı artıyor. Artan ithal kömür tüketimine rağmen bu azalma gerçekleşmiş olabilir. Zaten sorun TÜİK’in en son açıkladığı verinin doğru ya da yanlış olması değil. Yapılan hatanın büyüklüğü, bu konuda detaylı bir açıklama yapma gereği bile duyulmaması. Benzer hataların ileride Türkiye’ye mali sorunlar yaratabilme olasılığı. Türkiye kısa bir süre önce adı ‘iklim kanunu’ adı verilen, aslında emisyon ticaretini düzenlemeyi amaçlayan bir yasayı yürürlüğe koydu. Emisyon ticareti yapacaksanız bu hatalar çok pahalıya patlayabilir. Bu hatanın faturası 3 milyar 290 milyon avroya eş.
Emisyon ticareti özellikle enerji yoğun sektörlerdeki işletmelerin emisyonlarını azaltmaları için aralarında karbon ticareti yapmalarını sağlıyor. Etkisi tartışmalı bir mekanizma. Süreç de kabaca şöyle ilerliyor. Devlet, sektörlerdeki oyunculara güncel değerler ve hedeflere bakarak emisyon tahsisatı yapıyor. Bu kotaların altında kalan şirketler, kullanmadıkları kotalara denk düşen, “karbon kredilerini” satışa sunuyor. Krediler bir ton karbondioksit eşdeğeri cinsinden belirleniyor. Kotaların üstünde emisyon çıkaran, yani emisyonları artıranlar da bu kredileri satın alarak açıklarını kapatıyor. Kredi fiyatı da aynı borsa gibi arz ve talebe göre belirleniyor.
Burada asıl mesele elbette yapılan tahsisatlar. Türkiye belli şirketlere bu tahsisatı yaparken dönüp geçen yıl ne kadar seragazı emisyonu çıkarttığına bakacak. 47 milyon tonluk hatalar yapılır, tahsisatlar hatalı rakamlara dayanarak firmalara verilirse işin içinden çıkılamaz. İşin maddi karşılığı konusunda fikir sahibi olmanız için Avrupa Birliği Emisyon Ticareti’ndeki karbon kredisi fiyatını baz alalım. Bugün bir ton karbon kredisi 70 avro civarından alınıp satılıyor. 47 milyon ton emisyonun maddi karşılığı 3 milyar 290 milyon avro. Hükümet ille de emisyon ticaretiyle haşır neşir olacağım diyorsa daha titiz çalışmak, şeffaflığı ve hesap vermeyi önemsemek zorunda. Fazladan yapılan tahsisat şirketleri emisyon azaltımıyla uğraşmadan hedeflerine ulaştırır, iklim krizini de derinleştirmekten öte bir şeye yaramaz.
Türkiye’nin emisyon hesaplarının uluslararası standartlara uygun olması ve onaylanması gerektiğini de hatırlatalım. Enflasyon rakamları nasıl pazarda, markette halktan vetoyu yiyor, inandırıcılığını yitiriyorsa, Türkiye’nin emisyon rakamlarının BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin uzman ekibinin radarına takılabilir ve bir süre sonra Türkiye itibar kaybına uğrayabilir. /././
Çayda da fındıkta da kazanan piyasa -Özge Güneş-
2025 üretim sezonu, iklim krizinin tarımsal üretim üzerindeki yıkıcı etkilerinin en görünür olduğu yıllardan biri oluyor. Ülke genelinde don ve kuraklık peş peşe yaşandı; yaz ayları itibariyle sofralara kayısı, kiraz koymak imkansız hale geldi.
İşin üretici ayağında da tablo vahim. Enflasyonun ve yaşam maliyetlerindeki artışın ezici baskısına rağmen, bu yıl da birçok üründe alım fiyatları maliyetin altında açıklandı. Örneğin çay üreticisi aylardır “zordayız” diye haykırıyor. ÇAYKUR’un kontenjan kısıtlamaları ve özel sektörün düşük fiyat politikaları arasında sıkışmış durumda. Ürününü ÇAYKUR’a satamayan üretici, özel sektörün 17-19 TL bandına gerileyen fiyatlarına mahkum. Düşük alım fiyatları açıklanan örnekler çoğaltılabilir. Bir de bunların yanında nisan ayındaki dondan etkilenen yaş sebze meyve var ki, burada yaşanan krizin bedeli sofralardaki yoklukla kendini gösteriyor.
Öte yandan fındıkta ise maliyetin üstünde bir fiyat açıklandı. Ancak bu, fiyatın adil olduğu anlamına gelmiyor; insanca yaşam payı yine yok sayıldı. ÇİFTÇİ-SEN’in hesaplamasına göre iklim koşulları, külleme ve kokarcanın etkileri dahil edildiğinde 1 kg fındığın ortalama maliyeti 180 TL. Üreticinin üretimde kalabilmesi için maliyetin üzerine en az %25 kâr payı ve %25 insanca yaşam payı eklenmesi gerekiyor. Bu da 2025 sezonu için en az 280 TL/kg alım fiyatı demek.
∗∗∗
Oysa fiyat 50 randımanlı fındık için alım fiyatını 200 lira olarak açıklandı. Serbest piyasanın ise bu fiyatı şimdiden yukarı çektiği görülüyor; kimi şirketlerin 50 randımanlı fındık için 216 TL, 56 randımanlı için 241,92 TL verdiği basına yansıdı.
Bu durum bazı üreticiler için avantajlı görünse de fındık üreticilerinin geneli için olumlu olduğu söylenemez. Çünkü bu fiyatlandırma, üreticiler arasında çıkar ve konum farklılıklarını derinleştirerek ortak talepler etrafında birleşmeyi zorlaştıran bir bölünme yaratacaktır. Dahası, adil bir fiyat ve alım politikasının yokluğunda, üreticiler arasında eşitsizlikler derinleşirken, fındık işçiliğine dönüşmüş bir üretim ve fiyatlandırma rejiminin kanıksanması daha olası.
Unutmamak lazım ki fındıkta fiyat, iktidarın, ihracatçı tekellerin gücüne yanıt üreten politikalarıyla belirleniyor. Ferrero, Türkiye’de fiyat politikasının yerli ve küresel belirleyicisi. Fiyat açıklamaları, rekolte oyunları ve alım miktarları çoğunlukla piyasanın beklentisine göre şekilleniyor. Nitekim TMO’nun fındık alımı çoğu yıl toplam pazarlanan ürünün %1’ini bile geçmiyor. Fiskobirlik’in tasfiyesi ve yerine TMO’nun sınırlı alım yapan bir piyasa aracına indirgenmesi, üreticiyi bu tekellere mahkum bıraktı.
∗∗∗
Diğer yandan fındıkta bugün yaşanan sorun yalnızca fiyatla sınırlı değil. Karadeniz’de iki yıldır kahverengi kokarca zararlısının yarattığı tahribat, üreticiyi perişan etmiş durumda. Bu nedenle kimi bölgelerin “afet bölgesi” ilan edilmesi talebi hala aciliyetini koruyor. Zira özellikle don ve kokarca gibi sebeplerle zarar gören üreticiler hala yalnız.
Nisan ayında görülen don ise birçok bahçede fındık randımanını ve rekoltesini ciddi biçimde düşürdü. Zaten son yılların kronik sorunu haline gelen kokarca zararlısıyla birlikte rekoltenin geçen yıla göre düşeceği öngörülüyordu.
Fakat rekolte konusunda da bir “anlaşmazlık” oldu. Tarım ve Orman Bakanlığı 2025 yılı için açıkladığı 449 bin tonluk fındık rekolte tahmin ederken, Karadeniz Fındık ve Mamulleri İhracatçıları Birliği (KFMİB) tarafından yapılan açıklamada bu rakam 601 bin 206 ton olarak duyuruldu. Bu çelişki, üreticilerde kafa karışıklığına yol açtı. Nihayetinde alım fiyatları üretici lehine düzenlenmedi.
Tüm bunlar karşısında üreticinin örgütlü yapılarının (Fiskobirlik vb.) yeniden yapılandırılması, zararlılar ve iklim risklerine karşı kamusal destek sağlanması, fiyatın insanca yaşam düzeyinde belirlenmesi acil gereklilikler.
Fındıkta bugün yaşanan kriz, yalnızca üreticinin değil; emeğin, doğanın ve tarımsal üretimin geleceğinin krizidir. Adil, kamucu ve üretici odaklı bir politika olmadan fındığın da üreticinin de yarını olmayacak. Üreticilerin birbirine sahip çıkması; ortak taleplerde birleşmeyi, örgütlenmeyi ve piyasanın dayattığı koşullara karşı birlikte hareket etmesi elzem.
/././
Şiddeti cezasızlık yaygınlaştırıyor -Semra Kardeşoğlu-
Şiddet salgın bir hastalık gibi her yeri sarıyor. Psikiyatrist Semerci, “Ekonomik sorunlar çocukları okuldan koparıyor. O çocuğu sokakta çeteler bekliyor. Şiddetin övülmesi ve cezasız bırakılması en büyük sorun” dedi.
Ne yöne dönsek şiddet var karşımızda. Yaşlıyı ulu orta darp eden gençler, eşini ve çocuklarını öldürenler, lise sıralarında arkadaşına zarar verenler, bir çocuğu bıçaklayanlar… Sonu gelmeyen ve sürekli dozu yükselen bir şiddet. Elbette tesadüf değil. En tepeden başlayan anlayış, kullanılan dil, giderek etki alanını genişleten hoyrat tutum, ekonomik güçlükler... Liste giderek uzuyor. TÜİK’in birkaç gün açıkladığı verilere göre suça sürüklenen çocuk ve suç mağduru çocuk sayısında yükseliş gelinen noktayı özetliyor.
Evde, sokakta, okulda, toplu taşımada, işte şiddetle neden burun burunayız? Suça sürüklenen çocuklara yönelik cezaların artması sorunları çözer mi? Sokakta ya da korunaklı evlerde çocukları şiddetten uzak tutmak mümkün mü? Tüm bu soruları uzun yıllardır yoğun olarak çocuk ve ergen psikiyatrisi alanında çalışan Prof. Dr. Bengi Semerci’ye sordum.
Günlük yaşamamızda her an bir şiddet sahnesiyle karşı karşıyayız. En küçük bir tartışma linçle sonuçlanabiliyor. Geçen hafta bir grup genç metroda bir yolcuyu darp etti. Sanki her an “Otomatik Portakal”dan bir sahneyi yaşıyoruz. Ne oluyor, nereye doğru gidiyoruz?
Bir kere bakış açımızı değiştirmek zorundayız. Yani şiddeti sadece fiziksel bir şey gibi algılıyoruz. Halbuki şiddet çok geniş bir kavram. Ekonomik şiddet var, psikolojik şiddet var. Bireysel şiddeti daha çok ön plana çıkarıyoruz ama bir toplumsal şiddet var. Toplumu yönetenlerin de oluşturduğu bir şiddet. Çocuk ve gençler de her şeyde olduğu gibi bunda da bizleri takip ediyor. Öyle bakmak lazım. Neden arttı peki; Birincisi ekonomik nedenler. Yoksulluk arttıkça birçok sorun artmaya başlıyor. Çünkü aileler dağılıyor, çocukların, gençlerin kontrolü yok oluyor. İnsanların geçinebilmek ya da karınlarını doyurmak için daha gayri kanuni şeylere yönelmeleri artıyor. Okul, eğitim hayatından ayrılmaları artıyor. Eğitimden kopan çocuk sokak kültürüyle büyümeye başlıyor. Sokak kültüründe şiddet görmemek için şiddet gösteriyorlar.
Tüm bunlar içinde şiddetin cezasız kalması, hatta övülen bir şey haline gelmesi, yapanların yüceltilmesi, güçlü gösterilmesi, zengin görülmesi özendirici bir hale geliyor. Bir de cezasız kalındığını görüldüğü zaman da şiddet artıyor.
Sosyal medya, televizyon vb bunların etkisi olduğu söyleniyor. Abartılıyor olabilir mi?
Sorunların bunlara bağlamak işin kolay yanı. Şu filmi seyretti ya da şu oyunu oynadı, onun için oldu. Asıl nedeni kabullenip onun bedelini ödemek de zor çünkü. Çizgi filmi sorumlu tutmak kolay. Bu arada sosyoekonomik düzeyi düşük kesimde şiddet çok fazla ama bu yüksek olan kesimde artmıyor anlamına gelmesin. Gittikçe artan kontrolsüz yetiştirilme, sınır çizmeme, yine şiddetin güç gibi gösterilmesi orada da artışa yol açıyor. Ha biz onları basında ya da sosyal medyada görmüyoruz çünkü aileler “sağ olsunlar” onların üstünü örtüveriyorlar, güçlerini kullanarak. Bu sefer çocuk bunun yapılabilir, onaylanır bir şey olduğunu düşünüyor. E zaten öyle yetiştirilmiş; Hiçbir şey benim sorumluluğum değil, her şeyden başkaları sorumlu. Ben istediğimi yaparım” anlayışıyla büyümüş.
Sosyoekonomik düzeyin yüksek olan ailelerde bu hata zinciri nerede başlıyor? Sonuçta kimse çocuğunun kötü biri olmasını istemiyor.
Hiçbir sorumluluk vermeme, en büyük yanlış. Yaptığı hiçbir yanlıştan onu sorumlu tutmamak, hep başkalarını sorumlu tutmak. Çocuklar bedel ödemeyi öğrenmeden büyüyorlar. Kırmızı ışıkta durmayı bilmiyor çocuklar. Öğretmiyoruz çünkü büyükler de bilmiyor. Böyle çok çok temel şeyler. Sosyoekonomik düzeyi düşük şehrin dış kesimlerinde yaşayan, göçle gelmiş aileler de çocuğun kontrolünü kaybediyor. Çünkü herkes ekmek peşine düşüyor, dağılıyor. O çocuğu koca şehirde herhangi bir kontrol mekanizması olmadan başka bir ortamda büyüyor.
Okuldan da koparılmış olması sanırım sorunu büyütüyor. Eğitim sistemi şu halde de koruyabilir mi çocukları?
Genellikle o çocuklar okuldan da uzaklaştırılmış oluyorlar çünkü eğitim sistemi de öyle işliyor. Beceremeyeni dışarı yollayalım şeklinde. Evet, okulda tutalım, çünkü okul koruyucu bir sistem aslında. Ama öyle bir sistemimiz yok maalesef. Bir uç bu. Diğer uçta da “Biz her şeyini yapalım, hiçbir şeyi eksik olmasın. Aman onu her türlü yaptığı yanlıştan koruyalım, hep başkaları suçlu olsun” anlayışı hakim. O zaman o çocuğun bir şey elde etmek için çaba göstermesi gerekmiyor. İşim gereği çok telefon kullanan biriyim. Ama benim aylık telefon ücretimin üç dört katı faturası olan 15-16 yaşında çocuklar var. Sonra aile şikayet ediyor, çok fazla telefonda zaman geçiriyor, bunu değiştirin lütfen diye. Psikiyatristten böyle bir beklenti içindeler.
Siyasi ortam nasıl bir etki yaratıyor bugün insanlar üzerinde?
Toplumsal şiddetle baş etmenin basit temel yöntemleri var. Çocuk ve ergenler için de erişkinler için de aynı şey geçerli. Birincisi ekonomiyi düzeltmek gerekiyor. İkincisi, siyasal ortam. Eğer yaşanan ülkenin siyasal ortam şiddet kokuyorsa, herkes o şiddetten “faydalanıyor”. İnsanın yapısı öfkelenmeye müsait. Ama aynı zamanda beyin gelişimimiz bize o öfkeyi kontrol etme gücü veriyor. Bunu kontrol edemeyen ve dışa vuranlar için kural ve yasalar var. Bu yasalar eğer herkese eşit uygulanmıyorsa herkes kendini muaf sanıyor.
Gündemde suça sürüklenen çocuklarla ilgili de bir tartışma var. “Çocukların cezalarını artıralım, olaylar önlensin” denilerek. Bu bir çözüm olur mu sizce? Cezayı arttırmak şiddeti önler mi?
ÇOCUK OLMA YAŞININ DÜŞÜRÜLMESİ İSTENİYOR
Ne çocuklarda ne de erişkinlerde cezaları artırmanın şiddeti önleyemediğini yüzyıllardır deneyimleriyle öğrenmiş olmaları lazım. Giyotinle kafa kesmek, asmak, zindanlarda yıllarca ışıksız bırakmak şiddeti bitirmemiş. İşte dünyanın hali ortada. Yanı başımızda kocaman iki savaş sürüyor. Açlıktan çocuklar ölüyor hemencecik köşemizde. Dolayısıyla cezayı artırmak hiçbir zaman çözüm olmamış. Kaldı ki suça sürüklenen çocuklar için yüksek cezalar var Türkiye’de. Doğru uygulanmaları önemli. Ama çocuk adaletinde amaç cezalandırmak değil, rehabilite etmektir. Rehabilitasyon yapamıyorsanız çıktığında bir faydası olmayacak. Doğa boşlukları sevmez. Biz boş bırakırsak bir şey doldurur. O çocuk eğitim sisteminin dışına atılıyorsa, aile içinde şiddete uğruyorsa, suç, suçun kabul gördüğü bir ortamda yaşıyorsa sosyal destek sağlayamıyorsak suça karıştı diye biz onu cezalandırdığımızda sorun çözülmeyecek çünkü yerine yenisi gelecek. Bir de burada istenen şey cezanın arttırılması değil, dikkatinizi çekerim, çocuk yaşının küçültülmesi. 15 yaştan itibaren erişkin gibi yargılanması isteniliyor. O zaman bu yaşta evlendirebilirsiniz, işçi olarak çalıştırılabilir. Yani siz çocuğun yaşını değiştiriyorsunuz. Eğitimli insanlar da bunu söylüyor. Onlara şunu sormak istiyorum. Niçin evdeki 16 yaşındaki çocuğunuzu bakkala bile yollamıyorsunuz? Çocuk diyerek çekiniyorsunuz. Niye gece 1’e kadar sokakta kalmasına izin vermiyorsunuz? Niye ehliyet vermiyoruz o çocuklara? Yani evinizdeki çocuk da sokaktaki değil mi? Çocuklara verilmiş hakları geri almak ölen birilerini geri getirmeyecek kaldı ki kanunlar geriye yönelik işlemiyor. Ama başka yan sorunlar getirecek. Biz evdekini kurtardığımızda sorun çözülmeyecek. Aynı toplumun içinde yaşıyoruz Biz çocukların hepsi için ne yapabileceğimizi düşünmek zorundayız.
Ne yapmak gerekiyor, siz nereden başlardınız?
Çocuğun sorunlarına dokunabilirsek okul müthiş bir koruyucu. Okulda iyi bir psikolojik danışmanlık sistemi olmalı. Öyle 2 bin 500 çocuğa, 3 bin çocuğa bir tane psikolojik danışmanın düştüğü, hiçbirini tanıma şansı bile olmadığı bir sistemin içinde bunu sağlayamayız. Çünkü okulun dışına çıktığı zaman artık biz o çocuğun nerede olduğunu, kimlerle olduğunu, ne yaptığını bilmiyoruz. Okuyamaz diye attığımız çocuğu sokakta çeteler bekliyor, sokakta madde bekliyor, uyuşturucu bekliyor. Ve bunların hepsi çocuğa, “Hayır sen bir şeyleri başarırsın, aslında yaparsın” duygusu veriyor. O duyguyu bizim vermemiz lazım. Aile içi şiddet varsa orada olmamız gerekiyor. Ekonomik tedbirler çok önemli. Yani yoksulluk ve yoksunluk çok önemli iki temel. Dolayısıyla o yoksulluk ve yoksunluğa ülke olarak çözüm bulmamız lazım. Cezalandırma bir şeyin çözümündeki artık en son noktadır. İnsanın çaresizliğini gösterir. Koca bir toplum çaresiz olup, küçücük çocukları, hiç çıkmayacak bir şekilde hapishaneye koyalım diyemez. O kadar çaresiz bir toplum olamayız.
∗∗∗
ÇOCUK BÜYÜTÜRKEN UYGULANACAK 3 ÖNEMLİ KURAL
Çocuklara sorumluluk verilmiyor dediniz. Ailelerin çocuk büyütürken yapabilecekleri üç önemli kural nedir?
1) Yaşına, gelişim dönemine uygun şekilde sınır koymak. Nedir buna örnek. Üç yaşındaki çocuk televizyon kumandasını eline alıp “Bana ne ben bunu seyredeceğim, siz” diyemez. Ya da yatma saatini kendi seçemez. Eve kimin gelip gelmeyeceğini ne giyeceğini seçemez. Dışarısı eksi 1 dereceyken yazlık bir şey giymek isteyebilir. Burada “Hayır şunların arasından seçim yapabilirsin” gibi basit sınır koymak gerekiyor.
2) İletişim kurulması ve sevgi göstermek. Sevgi göstermek bir şey alarak olmaz, paylaşarak, konuşarak, onları dinleyerek ama nasihat vererek değil. Ne yapıyor, ne düşünüyor, ne hissediyor, duygularını paylaşarak, duyguları ona öğreterek büyütmemiz gerekiyor ki empatileri gelişsin.
3) 1 yaşından itibaren sorumluluk vermek. Yürümeye başladığı andan itibaren her çocuğun alabileceği sorumluluk var. Oyuncaklarını toplamakla başlayabilir. Biraz büyüdüğünde yatağını düzeltmek. Evde çalışan biri olsa onun sorumluluğu olmalı. Burada yardım etmek için değil, “Bu senin sorumluluğun." Bu sorumluluğu yerine getirmediğinde bir bedeli olduğunu bilecek.
/././
Tünelin ucunda ışık var mı: Yılın ikinci yarısı -Güldem Atabay-
Yüksek ve uzun zamandır devam eden enflasyonun yarattığı yaşam maliyeti krizi içinde, zor bir yarı yılı geride bıraktık. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’ın yönetiminde 2023 yaz ortasından beri devam eden bir ekonomi programı eşliğinde hükümet bozduğu ekonomik istikrarı yeniden tesis etmenin peşinde. Söz konusu programın omurgası da para politikasının sunduğu yüksek faizle yabancı fon girişleri ve eritilen iç talep ile enflasyonu düşürmekten ibaret. Yılın ikinci yarısında bu tablonun iyileşme şansının olup olmadığı önemli.
Küresel ekonomi Trump’ın gümrük vergileriyle yarattığı negatif büyüme şokunun etkilerini sindirmeye çalışırken tarifeler kaynaklı enflasyon dalgası yılın ikinci yarısına sarkmış görünüyor. Yine de tarife belirsizliklerine rağmen dünya ekonomisi beklenenden dirençli durumda. Yılın ilk yarısında faiz indirmekte direnen ABD merkez bankası Fed eylül ayı sonrasında faiz indirimlerine yeniden dönecek bir görüntüde. ABD’de para politikasının gevşemesi dolar endeksinin seviyesi ve dış borç ödemeleri açısından da ikinci yarıda Türkiye ekonomisine kısmen destek verecek gelişmeler arasında. ABD’den Türkiye’ye uygulanan yüzde 15 gümrük vergisi darbesi kendi içinde çok yüksek. Ancak başka ülkelerle kıyaslandığında Türkiye’nin halen Trump’ın “sevdiği ülkeler” arasında olduğunun kanıtı. Tüm bu gelişmeler Türkiye’nin TL’nin değerli tutulma politikasından hasar gören ihracat sektörünün ilk altı ayda yakaladığı %4 artışın devam edeceğini anlatıyor. OPEC’in Suudi Arabistan liderliğinde üretim artırması sonucu zayıflayan ve İsrail-İran şokunu da kısa sürede atlatan petrol fiyatları varil başına 70 dolar civarında Türkiye’de enflasyon açısından nötr sayılabilecek düzeyde yola devam ediyor.
Fakat Trump’a rağmen dünya ekonomisindeki dalga boyu Türkiye’de siyasetin yarattığı dalga boyuna yetişecek güçte değil.
Ekrem İmamoğlu’nun 19 Mart’ta tutuklanmasının piyasalarda yarattığı büyük şok TCMB’nin beklenmedik faiz artışıyla yine piyasalarda büyük ölçüde telafi edildi. Ancak faiz indirimi beklerken faiz artışıyla karşılaşan reel ekonomi için aynı cümleyi kurmak mümkün değil. Temmuz ayında başlayan faiz indirimlerine rağmen oluşan ağır hasar konkordato hızındaki artış, bireysel ve kurumsal sorunlu kredilerdeki yükselişle doğrudan bağlantılı. Baştan eksikli bir ekonomik programın siyasi şokla karşılaştığında ortaya çıkan yüzde 33 geniş tanımlı işsizlik ise üzücü ancak sürpriz değil.
19 Mart öncesi ve sonrası dönemi beraber ele alınca Türkiye ekonomisi için ortaya çıkan tablo büyüme hızında yavaşlamaya rağmen yüksek seyreden bir enflasyon seviyesi. Teknik adıyla stagflasyon.
2023 yazından bu yana TCMB’nin sürekli yukarı yönde değiştirdiği beklentilerine bakınca enflasyon hızındaki yavaşlamanın planlanandan daha yavaş gerçekleştiği gerçeğine varıyoruz. Bunun temel nedeni faiz politikası dışında enflasyonun kalıcı olarak düşmesini sağlayacak enflasyon yaratan yapısal sorunlara dokunmayan hükümet programı. Dolayısıyla birçok ekonomist için bu yavaş dezenflasyon süreci bir sürpriz değil. TCMB’nin temmuz ayında beklenenin üzerinde bir faiz indirimi yapması kısmen reel ekonomide yaşanan sıkıntıların yarattığı panik, kısmen de enflasyonla mücadelede artık doğal sınıra yaklaşıldığı gerçeğini yansıtıyor. Siyasi risklerin önümüzdeki aylarda yükselmeye devam edebileceği ortamda TL varlıkların getirisini faiz indirimi ve stopaj artışları ile düşürmek TCMB için istenen bir senaryo değil.
Bu da TCMB’nin beklenenden yüksek gelen temmuz ayı faiz indirimine yılın ikinci yarısında da devam edeceği beklentisine rağmen reel faizin yüksek kalacağının anlatıyor. Büyüme hızı bu durumda 2025 ikinci yarıda büyük olasılıkla %2 civarında kalacak. TÜFE enflasyonu sene sonunu %30’un biraz üzerinde bitirmesiyle, ortaya çıkan tablo Türkiye ekonomisi için en az altı ay daha stagflasyon olarak beliriyor.
Nakit açığı GSMH oranında iyileşmenin de sene başındaki %5,2 civarından ilk yarı yılda ancak %4,7’ye kadar olduğunu, faiz ödemelerindeki yüksekliğin bu yüksek açığı devam ettireceğini eklemek gerekli. Hazine’nin gelir yaratma sorunu nedeniyle borç geri ödemelerinin çok üzerinde borçlanarak finansman yaratmak zorunda oluşu üretici ve ücretli için zor zamanların devam edeceğini, rantiye için ise tüketim seviyesini düşürmeye gerek olmadığı bir birleşim yaratıyor.
Enflasyonun ekonomik aktivitenin seviyesine göre %25-35 arasında sıkıştığını söylemek gerekli. 2025’in kalan yarısı ve 2026’nın ilk yarısı boyunca stagflasyon ortamında bir değişim, bir iyileşme beklemek de gerçekçi görünmüyor ne yazık ki. Daha net ifadeyle, değil Türkiye’nin yapısal sorunlarında bir iyileşme, bizzat yapısal sorunların üzerine yeni krizler ekleyen AKP iktidarının kalan döneminde Türkiye ekonomisinde değişim, iyileşme beklemek artık gerçek dışı bir hayal olarak elle tutulur halde.
/././
BİRGÜN












Hiç yorum yok:
Yorum Gönder