26 Mayıs 2018 Cumartesi

Kendini tüketen devleti kim kurtaracak?.. - Mehmet FARAÇ

Uğruna halen küresel savaşların sürdüğü Dicle ile Fırat...
Urfa'dan Mardin'in ötesindeki kentlere kadar uzanan, tarihin "Bereketli Hilal" diye tanımladığı ve "insan eksen filiz verir" denilen Mezopotamya ovaları...
Milyonlarca hektar verimli arazi suya kavuşsun, "yılda dört ürün" alınsın diye 26 kilometre uzaklıktaki Fırat Nehri'nin sularını bağrına akıttığımız o muhteşem Harran Ovası...
Urfa, Mardin, Ceylanpınar ovaları "cennet" olsun diye devletin 1983 yılından bu yana en az 40 milyar dolar harcadığı Güneydoğu Anadolu Projesi'nin (GAP) tüm dünyayı kıskandıran devasalığı...
Bitmedi bizi biz yapan, bizi ne pahasına olursa olsun hep ayakta tutmaya çalışan o müthiş dayanaklarımız;
Bağrından incirin balı, zeytinin yağı akan, İzmir'den Denizli'ye, Aydın'dan Muğla'ya kadar dünyayı kıskandıran renk deryası Ege ovaları...
Devletleri doyuracak kapasitede verimli arazileriyle uçsuz bucaksız Konya Ovası ve diğerleri...
Her santiminden "bereket" fışkıran Trakya toprakları...
Ve Antep'ten Hatay'a; Mersin'den Amik Ovası'na kadar uzanan, her başağından "beyaz altın" savrulan Çukurova'nın sarsıcı görkemi...
Doğanın tüm haşmetiyle Anadolu'ya bahşettiği bu ovalar Türkiye'nin tüm dünyaya asırlar boyu diklenmesinin, ekonomik ambargolar karşında gururla direnmesinin sarsılmaz kaleleri gibiydi...
Yani en çok 20 yıl önce...

                                                                            ***

Samana muhtaç Anadolu!..
Yukarıda sıralanan muhteşem coğrafi tablo yalnızca bir ulusu ayakta tutmuyordu, onlarca devleti de besliyordu daha çok kısa süre önce...
Ne güzel gururlanmaydı o, "kendi kendine yeten 7 ülkeden biri" saptaması... Ve "tok" karnına ne güzel bir meydan okumaydı "tarıma dayalı" ekonomik bağımsızlığımız?..
Ne lezzetliydi mercimeği Kanada'dan değil de Harran Ovası'ndan aldığımız o bereketli ve akılcı zamanlar...
Dünya ülkelerine buğday ihraç ettiğimiz, yedi düvele pamuk sattığımız dönemler ne kadar da gurur vericiydi değil mi?..
Arpa, pirinç, et ve ne şaşırtıcıdır ki "saman" ithal etmediğimiz o şaşaalı dönemler ne de güzeldi?..
Oysa ne de çabuk unuttuk zengin ve namerde muhtaç bırakılmadığımız o varlıklı zamanları?..
Çünkü bir sinsi tuzak altın yumurtlayan tavuğu boğazlarcasına, toprağı kirletircesine, suyu zehirlercesine el koydu ya ekmeğimize-soframıza, işte o zaman yabancı pençeler boğazımıza sarılıverdi... Hasret kaldık işte çocuk neşesiyle kutladığımız "yerli malı"na...
Meyveden sebzeye, sütten peynire, zeytinden yağa kadar; ne yazık ki verimli, ancak atıl durumdaki Anadolu topraklarına girmeyen "ithal" ürün kalmadı...
Çünkü meyve ağaçları kahredici tarım politikaları nedeniyle yerle bir edildi, asırlık zeytin ağaçları yapılaşma uğruna hedefe konuldu, tarım alanları kaderine terk edildi, giderlerdeki fahiş zamlar nedeniyle üretemez hale getirilen köylüler ise dışa bağımlılığın kurbanı oluverdi...


                                                                         ***
Sofrasına zehir akan ülke!..
Memleketin toprağından suyuna, şekerinden ekmeğine kadar her şeyi bozuldu vesselam...
Tükendi toprak, kirlendi hava, yıkıldı ağaçlar, katledildi doğa ve bir ihanet betonunun devasa setlerini andıran ucubelerin arasına sıkışıp kalıverdik ulusça...
Doğa ve tarım bozuldu ya; sağlıklı ürünler üretilemez oldu ya, gıda kirlendi ya, artık toprağından-suyundan kanser akıyor "varlık içinde yokluk" çeken kocaman ülkenin!..
Uzmanlar diyor ki; ekmeği de suyu da zehirliyor, şeker tuzağındaki suni gıdalar... Ve geleceğimiz olan çocuklarımızı bile vuruyor ithal ucubeler!..
Velhasıl üretime, çiftçiye ve toprağa-tarıma ihanetin yalnızca ekonomik çıkmazlarında debelenmiyor bu ülke, "ithalat"la pompalanan, genetiğiyle oynanmış zehirli gıdalar nedeniyle toplum sağlığı yıllardır sırtından hançerlendikçe hançerleniyor!..

                                                                        ***
Toprakla değişen kader...
Ve bizim için artık "Çin malı" bir paslı beşikte, robotlaşmış çakma bir ninnidir, "kendi kendine yeten 7 devletten biri" teranesi...
"Emperyalizm, dış güçler, CIA, karanlık çevreler" ve dört yanımızı saran ezeli düşmanlara hiç gerek yok aslında!..
Varsın olmasın Orta Doğu'da, sınırımızın dibine kadar dayanan savaşlar, yürütülmesin rantiye güçlerinin ve çokuluslu şirketlerin yıkım politikaları, bitmesin sinsi kuşatmalar ve de durmasın "BOP" içindeki acımasız küresel taarruzlar...
İçimizdeki düşman, bağrımızdaki hasım yetiyor artık bize!..
İçimizden; üstelik kaynaklarımız tüketilerek, tarım dışa bağımlı hale getirilerek vuruluyoruz yıllardır...

Üretenler tükensin, başka üretenlerin bize "ihraç" ettikleriyle "yandaş"lar zengin olsun yeter ki!!!
İşte bu amaçla da "dış güçler" ihanet de pompalıyor soframıza... İşte bu yüzden kendi elimizle, bizi bizden başka vuran da yok artık!.. Düşmana gerek yok velhasıl...
Meselenin özeti bellidir; Son 16 yılda ekmekten suya, meyveden sebzeye, kentlerden tarım alanlarına, eğitimden sağlığa kadar hem kendimize yetmedik hem dışa bağımlı olduk ve hem de kendi paramızla tüm dünya karşısında aciz ve sefil olduk, çaresiz kaldık!..
Türkiye her açıdan, her köşeden, her fırsatta kendi ayağına kurşun sıktı ki; bugün kendimize yetmemek bir tarafa, hayvanların yediği samanı bile ithal ederek kainat karşısında gülünç duruma düştük...
Evet; madem yukarıdaki acı ve zehirli tablo direkt yaşamı yani insanı ilgilendiriyor, sormak lazım "var mıdır ki bundan daha önemlisi?.."
Sebebi bellidir yukarıdaki vahim tablonun... Son 16 yıldaki skandal tarım politikaları ve beceriksizliğin yol açtığı yıkımlardır tükenişlerimizin asıl sebebi...
İşte bu yüzden de bizler, 24 Haziran'da yalnızca vekil falan seçmeyeceğiz aslında... Geleceğimize; yani, yeniden "kendi kendine yeten 7 devletten biri" olup olmayacağımıza da karar vereceğiz...
Bırakın diğer kangrenleşmiş sosyal-siyasal sorunları; "kader"ine terk edilen "bereketli topraklar"ın kaderi bir değişiverse, hiç kuşkunuz olmasın bu ülkenin de topyekûn kaderi değişecektir elbet...

Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder