12 Haziran 2018 Salı

Millet kıraathaneleri: Bu kıraathane hangi kıraathane? - Ercan Çankaya (SOL KÜLTÜR)

Erdoğan’ın geçen hafta Hatay konuşmasındaki 'millet kıraathaneleri' açma vaadi kendi destekçilerinden çok muhaliflerinin dikkatini çekti. Ercan Çankaya, 'Kanımca hilkat garibesi ya da daha kibar bir deyişle yozlaşmış bir kıraathane projesi tanımlaması daha uygun' dediği kıraathanelerin tarihsel arka planını soL okurları için yazdı.


Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz perşembe günkü Hatay konuşmasındaki millet kıraathaneleri açma vaadi kendi destekçilerinden çok muhaliflerinin dikkatini çekti. Tüm gece boyunca sosyal medyada bu vaat konuşuldu ve alaya alındı. Kahvehane açma vaadinin bir cumhurbaşkanının ağzına yakışmadığını düşündüklerinden midir yoksa bu vaadin diğer cumhurbaşkanı adaylarının vaatleri yanında sönük kalmasından mıdır, bu vaat Erdoğan’ın muhaliflerinin çok ilgisini çekti.

Erdoğan, vaadini rakibi Muharrem İnce’ye bir uyarıda bulunarak açıkladı. Şunları söyledi: “Şimdi, bunu tabii Bay İnce yanlış anlayabilir. Millet kıraathanesi deyince, iskambil oyunlarının oynandığı yer anlayabilir. Bay Muharrem öyle değil. Burası tamamen kitaplarla dayalı döşeli kütüphane ve içeride keki, çayı, kahvesi olacak ve burada gençlerimiz, yaşlılarımız gelecek hem kitabını alıp okuyacak hem de oradan kekini, çayını, kahvesini alacak ücretsiz. Buralar adeta hayata ruh katacak.”

Kütüphanesi olan, insanların gidip kitap okuduğu kahvehane nostaljisi pek çoğumuza bir yerlerden tanıdık gelecektir. Ben de ilk olarak lisedeki bir öğretmenimden duymuştum. Hocamız, kıraathane kelimesinin okumaktan, yani kıraat etmekten geldiğini, eski kıraathanelerde kütüphaneler bulunduğunu, insanların burada kahve içip kitap okuyup entelektüel sohbetler ettiğini anlatmıştı. Fazla dikkatimi vermeden dinlediğim bu iddianın kaynağını sormamıştım hocaya, sorsaydım da kaynak verebilir miydi, emin değilim. Sonrasında bu eski kıraathaneler nostaljisinin toplumda, en azından taşra okuryazarları arasında oldukça yaygın olduğunu fark ettim.

Nostaljinin insanlar üzerinde iki tür etkisi olabilir. Nostalji duygusu, insanı nostalji duyduğu dönemi, toplumu, nesneyi entelektüel bir heyecanla araştırmaya itebilir. Aynı duygu, insanın içinde yaşadığı topluma yabancılaşmasına, geçmişte kalmış bir “altın çağ”a geri dönebilmek için farklı iddialarla ortaya çıkan milliyetçi ya da dinci aşırılıklara, gericiliklere angaje olmasına da neden olabilir. Hakkını verelim, Tayyip Erdoğan Türk toplumundaki Osmanlı nostaljisini kendi siyasi amaçları, adını koyarsak Birinci Cumhuriyet’i yıkma projesi için çok iyi kullandı.

Madem Tayyip Erdoğan, eski kahvehanelerden, kendi deyimiyle kıraathanelerden söz açıyor; seçim vaadi olarak bu eski kıraathaneleri canlandırmaktan bahsediyor; o halde bu yazıda biraz eski kahvehanelerden konuşalım. Kahve ve kahvehanenin Osmanlı toplumunda nasıl yaygınlaştığına, kıraathane-kahvehane ayrımının nasıl doğduğuna bakalım.

İSLAM TOPLUMLARINDA KAHVE İÇME ALIŞKANLIĞINI ORTAYA ÇIKMASI
Kahvehane en temel anlamıyla kahve içilen yerin adı olduğuna göre önce kahve içeceğinden başlayalım kahvehanelerin öyküsünü anlatmaya. Tam olarak ne zaman ortaya çıktığını bilmiyoruz kahve içme alışkanlığının, ama 15. yüzyıl ortalarına gelindiğinde İslam ülkelerinde kahve içme alışkanlığının çok yaygın olduğunu biliyoruz. İlk dönem Arap kronik yazarlarınca Etiyopya’ya kadar götürülür kökeni. Kahvenin ya da en azından kahve bitkisi meyvesinin tüketimi Etiyopya’da başlamıştır çünkü. Kahve, ilk olarak bazı sufi tarikatlar arasında gece zikirleri sırasında uyanık ve dinç kalmak için kullanılmaya başlanmıştır.[i]

İlk ayrıntılı yasaklama girişimi Mekke’de gündeme gelir. Daha sonra Kahire’de de kahveye karşı bir muhalefet oluşur. Başlangıç noktası El- Ezher’dir. Bu ilk yasaklama girişimlerinin çoğu başarıya ulaşmamıştır. Devletler, artık derinlere kök salmış kahve içme alışkanlığını ve kahvehaneleri yasaklatamamaktadır. Şarap gibi şeriatça apaçık yasak olan bir içkinin tüketiminin önüne geçmek bile birkaç yılda bir harekete geçmeyi gerektirirken, statüsüz bir içecek olan kahveyi yasaklamak çok daha zordur.[ii]

1511’deki, Mekke’deki yasaklama girişiminin sebepleri üç ana başlıkta toplanabilir. İlk sebep kahve içen kişilerin toplantılarda “münkirce davranma”larıdır. Karar veren fakihler, Memlüklerin Mekke’deki temsilcisi Hayır Beğ’den korkmaktadır. Hayır Beğ’i kaygıya düşürense gizli gece buluşmalarıdır. Daha ilk yasaklama girişiminde hedef kahvenin toplu olarak içilmesi, toplu olarak içilirken yapılan sohbetlerdir. Cezirî adlı bir kronik yazarına göre de münkirce işlenen suçlarla malul olmadığı sürece kahvenin bir kusuru yoktur. Ama dönemin kahvehanelerinde yaygınlaşmış olan etkinlikler göz yumulacak türden değildir.[iii] 

Bu göz yumulacak türden olmayan etkinliklerin neler olduğunu bilmesek de insanların geceleri bir araya gelmesinin ve yeni peyda olmuş bir içecek tüketerek sohbet etmelerinin otoriteleri rahatsız ettiğini söyleyebiliriz.

Bir diğer yasaklama sebebi de kahvenin melankoli ve miskinliğe sebep olduğu iddiasıdır. Bu iddiaya kuramsal açıklamalar da getirilmiştir. Arap tıp biliminin kuramsal temeli Yunanlardan, özellikle de Yunan hekim ve astronomi bilgini Galenos’dan gelir. Galenos’a göre insan vücudunda dört salgı vardır: Sarı öd, siyah öd, balgam ve kan. Çoğu insanda bu salgılardan birisi ağır basarak onun mizacını belirler. Denge fazla bozulduğunda ise hastalıklar ortaya çıkar. Teoriye göre kahve soğuk ve kuru bir maddedir. Siyah ödün ağır bastığı kişilerin içinde bulunduğu durumu ağırlaştırır. Sonucu melankoli ve miskinliktir.[iv]

OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA KAHVEHANELER
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kahvehane, 1554 yılında İstanbul’da açılır. Başta, I. Süleyman’ın doktoru Bedrettin Mahmut Kaysuni sakıncasız olduğu fetvasını vermişse de sonradan ulema tarafından haram bulunup yasaklanmıştır.[v] 

1648’te kahve içimi tekrar serbest bırakıldığında ise esnafla yeniçerinin simbiyoz ilişkisi kahvehanelere de yansır ve kahvehaneler çoğunlukla Yeniçeriler tarafından işletilmeye başlanır.[vi] 

II. Mahmut Yeniçerilerle giriştiği mücadelede, 1826’da, onların uğrak yerleri olan ve sayıları on beş bini aşan kahvehaneleri kapattırmıştır. Hatta İstanbul dışına çıkarak, Ege’de zeybek kahvehanelerinin kapatılması için ferman çıkarmıştır.[vii]

İlk kahvehanenin İstanbul’da açılması tesadüf değildir. Küçük mülkiyet sisteminin egemen olduğu köyde kahvehaneleri besleyecek nakit yoktur. Keza mahalle aralarında açılan kahvehaneler de aynı sebepten dolayı tutunamaz.[viii] 

Diğer taraftan Ralp S. Hattox’un kitabında küçük kahve dükkânlarından bahsedilir. Evliya Çelebi ve Lane gibi gezginlere göre bu mahalle kahvehaneleri Kahire’de çok yaygındır. Suriye ve Anadolu’da da bu tip kahvehaneler bulunmaktadır.[ix] 

İstanbul’da bu mahalle kahvehanelerinin ne kadar yaygın olduğunu bilmesek de kahvehanenin şehirli bir mekân olduğunu, Anadolu köylerine ise ancak 20. yüzyılda girdiğini rahatlıkla iddia edebiliriz.

19. yüzyılın ikinci yarısı İstanbul’da kahvehanelerin altın çağıdır. Kırım Savaşı’ndan sonra kahvehanelerin sayısı hızla artmış ve kahvehaneler kendi aralarında çeşitlenmiştir. Hemşeri kahvehanesi, semai, karagöz, meddah kahvehaneleri, esrar kahvehaneleri, meslek grubu, sabahçı, emekli kahvehaneleri bu dönemde ortaya çıkmıştır.[x]

Tanpınar, Beş Şehir kitabının İstanbul’u anlattığı bölümünde bu listeyi çeşitlendirir ve neredeyse her başlıkla ilgili ayrıntılar verir. Mesela, yukarıda yeniçerilerin işlettiği kahvehanelere değinmiştim. Yeniçeri Ocağı dağıtıldıktan sonra esnaf külhanbeyleri olarak bir yönüyle onların bıraktığı boşluğu dolduran tulumbacıların işlettiği ve vakit geçirdiği kahvehaneler çoğalmaya başlar İstanbul’da. Bu kahvehanelerde meddahlar hikâyelerini anlatır, saz şairleri şiir müsabakaları yapar, Karagöz oynatılır.[xi]

Sadece esrar içilen kahvehanelerden başka, muayyen, bir kısmının şimdi bizi şaşırtacağı türden meslek erbaplarının toplandığı kahvehaneler vardır. Ufak bir para karşılığı yalancı şahitlik yapan insanların toplandığı kahvehaneler bunlara güzel bir örnektir.[xii]

Kahvehane sahiplerinin rekabet yüzünden kavga ettiği de olur. Bu kavgalardan bir tanesi bir halk şiirine konu olmuştur.
Dün gice iki kırâathaneci
Birbiriyle eylemişler arbede
Vak’ayı seyredenler dediler
Arif’i yıktı Bekir bir darbede. [xiii]

Çayhaneler başka türden bir zevki örneklendirmektedir. Bilhassa Şehzadebaşı’nda toplanmışlardır. Burada çay içmeyi özel bir zevk haline getiren insanlar toplanmaktadır. Burada toplanan İstanbullu erkekler, bilhassa Ramazan geceleri gezintiye çıkan semt kadınlarını, tıpkı Madrid ya da Sevilla kahvehanelerinde olduğu gibi, fakat cam arkasından seyretmektedir.[xiv]

Ahmet Rasim ise Şehir Mektupları’nda sahil kenarlarında, hem bira hem kahve içilebilen, önlerinde yadigârların, yani fahişelerin dolaştığı kahvehanelerden bahseder ve ona göre bu kahvehaneler sahil meraklılarının keyfini kaçırmaktadır.[xv]

Kahvehanelerin 19. yüzyıldaki bu hızlı yaygınlaşması Osmanlı bürokrasisinin dikkatini çekmiş ve kahvehaneleri kontrol etmeye, dönüştürmeye çalışmışlardır. Kıraathane kavramı bu dönemde ortaya çıkmıştır. 1864’te Cemiyet’i İlmiye-i Osmaniye İstanbul’da seçkinlerin toplanıp kitap ve gazete okuyabilecekleri, birbirleriyle sohbet edebilecekleri bir kıraathane açmıştır.[xvi] Bu kıraathaneler yaygınlaşmış olacak ki 1870’lerde bazı vilayetlere kıraathane müdürleri atanmıştır.[xvii] 

Kısacası kıraathane bir projedir. Kahvehaneleri dönüştürmek, olası “tehlikelerini” en baştan bertaraf etmek için kurgulanmıştır. Seçkinler için ideal buluşma mekânları olarak kıraathanelerin açılması ve bu kıraathanelerin alt sınıfların rağbet ettiği kahvehanelere rol model oluşturması düşünülmüştür. Bu planın ne kadar başarılı olduğu tartışmalıdır. Zira kıraathaneler açıldıktan sonra da dönemin seçkinlerinin, mesela ulemanın önemli bir kısmı kahvehanelerde bulunmaktan çekinmemiştir. Bunlar arasında cami görevlilerinden yüksek din eğitimi görmüşlere kadar farklı türden insan vardır.[xviii]

KAHVEHANELERDE MİZAH
İstanbul’un imparatorluğun başkenti olarak en önemli özelliği, kent sakinlerinin vergi ödememeleri, askerlikten muaf tutulmalarıydı. Bu yüzden kent aşırı göç almakta, işsiz ve yoksulların akınına uğramaktaydı. Bu aşırı birikme yoksulluk ve işsizlikle de birleşince kentte suç oranı artmakta, belirli aralıklarla işsiz ve yoksullar toplanarak kent dışına sürülmekteydi. Bu durumdan doğan kargaşa ve farklı dinsel ve etnik grupların karşılaşması mizaha önemli bir malzeme sunmaktaydı. Bolulu aşçı, Kayserili pastırmacı; kayıkçı, gemici, ağzı kalabalık Trabzonlu Laz bu ortamda oluşan tiplemelerden bazılarıdır.[xix]

Hem Hacivat ve Karagöz hem de ortaoyunu keskin bir ikilik üzerine kurulmuştur. Bir tarafta sokağın basit ve cahil adamını yakalar yakalamaz bir yığın ağdalı sözle tarumar eden Hacivat, diğer tarafta patavatsız, saf, cahil, neşeli, kavgacı, başıbozuk Karagöz. Oyunlar hep ikincinin zaferiyle sonuçlanır. İkincinin zaferiyle sonuçlanır, çünkü oyunların mekânı bu saf, cahil, neşeli, kavgacı insanların toplandığı kahvehanelerdir. Kahvehaneler, alt sınıf için herkesin birbirini tanıdığı, dışarıdan gelenin hemen ayırt edildiği ayrıcalıklı mekânlardır. Her katılana belirli bir anonimlik ve gizlenme olanağı sağlar. Böylece eşitler arasında her konu teşhis ve ihbar edilme riski taşımadan tartışabilir.

Oyunların kahvehanelerde oynanmasının pratik nedenlerine de bakmakta yarar var. Esasen iki pratik neden var. Birincisi oyunlar, oyun sonucunda seyirciden toplanan paralarla döndüğü için kahvehane sahibini maddi bir külfete sokmaz. İkincisi de oyunlar müzisyenler, rakkase ve hokkabazların gösterilerine kıyasla kahvehanelerin fiziksel büyüklüğüne daha uygundur.[xx] 

Bu yüzden de kahvehaneler, Hacivat ve Karagöz’ün ve ortaoyunun doğal sahnesi olmuşlardır.

Gramsci’ye göre folklor bir hayat ve dünya görüşüdür ve böyle çalışılmalıdır. Ona göre sıradan insanlar ya da halk rafine, sistematik ve politik olarak organize edilmiş fikirlere sahip değildir. Çok parçalı ve bütünlüksüzdür görüşleri… Hem egemen sınıfın ideolojisinden izler taşır hem de geleneklerin de etkisiyle dayanışmacı, iktidara muhalif fikirlerin nüvelerini barındırır.[xxi] 

Kısacası toplumda halktaki bu muhalif eğilimleri bir yöne kanalize edecek bir siyasi hareket yoksa bu muhalefet nüveleri sönümlenmeye mahkûmdur. Yine de ara ara hâkim sınıfların gazabına uğramaktan kurtulamazlar.

İstanbul’da kahvehanelerin 19. yüzyılda yaygınlaştığından, alt gruplara ayrıldığından bahsettik. Dolayısıyla oyunlar da kahvehanelerle birlikte yaygınlaşır. Oyunlara getirilen her eleştiri zaman içinde kahvehanelere, kahvehanelere getirilen her eleştiri de oyunlara getirilmeye başlanır. Oyunlar iki yönden eleştiri alır. Birincisi toplumsal ve siyasal yergicilikleri, ikincisiyse müstehcenlikleridir. Fakat bütün Karagöz ve ortaoyunu metinleri incelendiğinde, bu özellikleri taşıyan metinlerin sayısının bir elin parmaklarını geçmediği görülür. Bunun sebebi iddiaların yalan olması değildir. Oyunların duruma, ortama, oynayanların kabiliyetine göre değişkenlik göstermesi, belli bir metne bağlı olmamasıdır.[xxii]

Oyunların en çok tartışıldığı, eleştirisinin en yoğun olduğu 19. yüzyıl, aynı zamanda oyunların yazıya geçirildiği yüzyıldır. Yazılı versiyonlarda yergi ve müstehcenlik unsurunun kaybolmasının nedeni biraz da aktarıcıların meslek onurlarını korumak için otosansürlü davranmalarında aranmalıdır. Oyunlar hakkında resmi yargıları pekiştiren eleştiriler, her oyunda Karagöz veya Kavuklu’dan dayak yiyen üst sınıflardan gelir. Namık Kemal için oyunlar “cahillerin ahlakını bozmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmez.” Ahmet Rasim içinse “ahlaksızlık mektebidir.”[xxiii] 

Ahmet Rasim, Karagöz oynatılan bir kahvehaneyi anlattığı bir diğer şehir mektubunda kahvehanede kendisini mahalle mektebine düşmüş gibi hissetmiştir. Oyun zaten geç başlamıştır, herkes neye güldüğünü bilmeden gülmektedir, Hacivat ve Karagöz’ün lakırdıları ise pek tatsız tutsuz şeylerdir.[xxiv] 

Ahmet Rasim’e tatsız tuzsuz gelen şeylerin İstanbul halkının en büyük eğlencelerinden biri olduğu ve oldukça rağbet gördüğü kesindir.

Oyunların otoritelerin en çok nefretini çeken özelliği herhangi bir metne bağlı olmadan oynanmaları, mekâna, oynayanın maharetine, seyirciye göre şekillenmeleridir. Mekân kahvehane, seyirci ise kahvehaneyi dolduran alt sınıf insanlardır. Yeniçeriliğin kaldırıldığı, imparatorluğun merkezileşme yönünde reformlar yaptığı bir yüzyılda oyunların yazıya geçirilmeye başlanması anlamlıdır. Oyunların yazıya geçirildikleri dönem aynı zamanda devletin kontrolüne girmeye başlayıp işlevlerini yitirmeye başladıkları dönemdir. 20. yüzyılda oyunlar artık müfredata girmiştir. Devletin istediği gibi anlatılmaktadır.

KAHVEHANELER VE HAVADİS JURNALLERİ
Kahvehanelerin yaygınlaştığı 19. yüzyıl aynı zamanda devlet aygıtı ve bürokrasinin büyüdüğü ve 1838’de İngilizlerle ve takip eden yıllarda Avrupa’nın diğer büyük güçleriyle yaptığı ikili anlaşmalarla dünya kapitalist sisteminin bir parçası haline geldiği yüzyıldır. Modernleşen devlet, tebaası hakkında bilgi sahibi olmak, oluşmakta olan kamuoyunu şekillendirmek istemektedir. Bu yüzyılda bir bilgi toplama yöntemi olarak halkın arasına hafiyeler sokmak ve onlar aracılığıyla jurnal toplamak yöntemi ortaya çıkmıştır. Jurnaller çoğunlukla kahvehanelerde konuşlanan hafiyeler tarafından toplanmışlardır. 1840’lı yıllarda, Abdülmecit döneminde tutulan jurnaller, II. Abdülhamit döneminde olduğu gibi cezalandırma amacıyla tutulmaz. Jurnallerde halkın halet-i ruhiyesinin anlaşılması amacı güdülmektedir. Hafiyeler pasif dinleyiciler ve aktarıcılar değil, sorularıyla sohbeti açan, yönlendiren, kendi sözlerini de kayda geçiren müdahil konumundadır. Yapılmak istenen aslında bir nevi kamuoyu araştırmasıdır. Her söz, yalnızca sözü söyleyeni temsil eden tekillikle alınır. Semt, kahvehanenin sahibi, konuşan, aktaran hafiye herkesin ismi, yeri bellidir.[xxv]

Benzer hafiye raporları üzerine çalışan Avrupa tarihçilerinin de vurguladığı üzere erken modern dönemin mutlakiyetçi rejimlerine ait ikilemlerden biri hem halkın siyasi konular hakkındaki görüşlerini öğrenme arzusu hem de bu siyasi konuların ifade edilmesini sınırlama çabasıdır.[xxvi] Kahvehaneler ve buradan toplanan havadis jurnalleri de tıpkı mali ve siyasi alanlarda gerçekleştirilen sayım, kayıt gibi uygulamalar türünden toplumu okunabilir kılma çabasının bir sonucudur. Yani modern bir çabadır. Osmanlı toplumu özelinde en önemli toplanma ve siyasi söylem oluşturma mekânlarından biri kahvehanelerdir. O yüzden de kahvehaneler hafiyelerin uğrak yerleri olmuştur.
Yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı İstanbul’a yapılan göçler, devlete hâkim olan bürokratların gözünde toplumsal hiyerarşinin bozulması anlamına gelmektedir. 16. yüzyılın ikinci yarısı ve 17. yüzyıldan itibaren kılık kıyafet düzenlemelerinin sıklıkla gündeme gelmeye başlaması bu hiyerarşiyi tekrar kurma çabalarının bir sonucudur. Bu bağlamda kahvehaneler de farklı sınıflar ve katmanlardan insanları bir araya getirerek toplumsal normları bozan mekânlar olarak tasvir edilmiştir.[xxvii] 

Birçok arşiv belgesi, Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıldan önce, özellikle de toplumsal kriz anlarında devlet sohbetlerini tespit etmek için kahvehanelerin ihtiyatla gözetlendiğine ve sohbetleri yapanların cezalandırıldığına işaret etmektedir. 19. yüzyılın özelliği, bu yüzyıldan önce münferit, süreksiz ve düzensiz bir nitelik taşıyan hafiyelik faaliyetinin, bu yüzyıldan itibaren en azından İstanbul için sürekli hale gelmesidir.[xxviii] 

II. Abdülhamit döneminde ise zirveye ulaşmış ve imparatorluğun tüm bölgelerine yayılmıştır.

Bu noktada Abdülmecit döneminde 1840-1844 yılları arasında toplanmış havadis jurnallerinden birkaç örnek vermek anlamlı olacaktır. 1839’da ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunu ile gelen yeni vergiler, Mehmet Ali Paşa ve Girit’teki olaylar, Avrupa’nın imparatorluk üzerinde gittikçe artan nüfuzu halkın imgesel düzeyde kurtuluş çareleri üretmelerine neden olmuştur. Kurtarıcı Mehdi inancı da bunlardan biridir. Jurnale göre sohbet eden kahvehane sakinlerinden biri şöyle söyler: “Zira bu şimdiki olan tertibatlar ya’ni İslam’ın inkiraz suretidir, işde böyle böyle İslam azalur. Ol vakit kafirler başlar cenksiz beher taraftan zapt etmeğe. Ol vakit sahib-i evvel olan Hakk Teala hazretleri yine hazret-i İsa’yı dünyaya getürüb mağribden maşrıka kadar gelince bir kefere bırakmayub seyfden [kılıçtan] geçirecektir.”[xxix]

Mehmet Ali Paşa meselesi de halkın sabrını taşırmaktadır. Konuşması jurnallere girmiş İstanbullulardan biri şöyle der mesela: “İki câmi arasında kalmış bî- namâza döndük, bir ayak evvel ne olacak ise olaydı bizim de kulağımız emîn olaydı.”[xxx] 

Yani kimin kazandığının bir an önce belli olmasını, hayatlarının artık bir düzene girmesini istemektedir.

19. yüzyılda Avrupa’nın pek çok bölgesinde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da idam cezalarının azalmış olması, kahvehane halkı tarafından Tanzimat’la gelen yeni ceza kanununa bağlanmıştır. Kahvehane sakinlerinden Kasımpaşalı Abdurrahman da şikâyetçidir bu durumdan: “Bundan sonra ben de bir şey edeceğim bakalım nasıl olur. Ben de bir reâyâ ile gavga edüb öldüreceğim, bana sorarlar ise Tânzimât-ı Hayriyye’de ölüm yoktur anınçün yaptım diyeceğim.”[xxxi]

Cemaatler, yani farklı etnik gruplar arası ilişkiler de önemli bir tartışma başlığıdır kahvehanelerde. Yakın dönemde Yunan devletinin bağımsızlık kazandığı, Balkanlarda ayrılıkçı hareketlerin yükseldiği, ayrılıkçı hareketlere Avrupalı devletlerden açık veya örtülü bir destek geldiği dönemde Tanzimat’ın gayrimüslim ve Müslüman tebaayı eşit ilan eden maddeleri Müslüman tebaa arasında endişeyle karşılanmıştır. Yedikule’de bir kahvehanede Hüseyin ve Ahmet’in sohbetleri bu hissiyatı şöyle özetler: (Reâyâ kelimesi burada gayrimüslim tebaaya karşılık olarak kullanılıyor.) “Reâyâlar her bir taraftan ayaklanmış, evvelki reâyâ ne mümkün kapudan dışarı çıksun. Reâyâda kâbahat yok, bütün kâbahat bizdedir. Tânzîmat-ı Hayriyye icâd olalı zâbitandan dahi korku kalkdı, nihâyeti böyle olur.”[xxxii] 

Samatya’da İsmail Ağa’nın kahvehanesinde eşitlik mevzuu farklı bir yönüyle ele alınır: “bu reâyâlar evveli kürk giymezler idi, bazen giyerler ise de sokağa çıkmazlar idi. Şimdiki taksîmde kürk reâyâlara aba bizlere düşmüş. Bir taksîm daha olur ise bizlere bakalım ne düşer.”[xxxiii]

Kahvehaneler, yine bildiğimiz kahvehaneler. Bazen yönetici sınıfların kendi aralarındaki tepişmelerden sıkılıyorlar, kim kazanacaksa kazansın da biz de işimize bakalım türünden haklı sayılabilecek tepkiler veriyorlar. Bazen ilahi kurtarıcılara sığınıyorlar. Bazense şimdiki milliyetçiliğin nüvesi sayılabilecek tepkiler veriyorlar. Yönetici sınıflar ise bu tepkilerin bir patlamaya dönüşme ihtimalinin olup olmadığını ya da şunların tepişmesi bitse de kendi işimize baksak tepkilerinin yaygınlaşıp yaygınlaşmadığını anlamak için jurnal toplama ihtiyacı hissediyor. Aynı yönetici sınıflar yüzyılın üçüncü çeyreğinde yukarıda da söylediğim gibi kahvehaneleri dönüştürmek için kıraathane kurma ihtiyacı hissedecekler. 19. yüzyılın jurnaller yüzyılı olduğunu düşünürsek kıraathane projesinin başarılı olmadığını ve kahvehanelerin yüzyılın ortalarında da sonunda da yönetici sınıflar için tekinsiz yerler olduğunu daha iyi anlayabiliriz.

BİTİRİRKEN
Bu yazıda daha çok 19. yüzyıl kahvehanelerini tartıştık. Kahvehanelerin 20. yüzyıl macerasına da değinmekte fayda var. Fakat bu konuda herhangi bir şey okumadığım için daha çok akıl yürütmekle, bazı gözlemlerimi aktarmakla yetineceğim. En basitinden 19. yüzyıla kadar kahvehanelerde kahve içilirdi. Çay içilen kahvehanelere çayhane denir, buralarda çay merakı olanlar toplanırdı. 20. yüzyılda isimleri değişmese de bütün kahvehaneler çayhanelere dönüştü. Zaten, Rize’deki çay ekimi de Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlamış, çay içimi Anadolu’da 20. yüzyılda yayılmıştır.

Köy kahvehaneleri dediğimiz olgu da 20. yüzyılın ürünüdür. Köyde ve mahallelerde geçen pek çok Yeşilçam filminde, mutlaka kahvehane de gördüğümüz için kahvehaneleri köyle özdeşleştirmizdir. Yeşilçam sineması büyük sıçramasını 50’li ve 70’li yıllar arasında yapmıştır. Kahvehaneyle özdeşleşen köy ve mahalleler de bu dönemin bir gerçekliğidir.
Belki dikkatinizi çekmiştir. Anadolu’daki pek çok kahvehanenin tabelasında kahvehane değil, kıraathane yazar. Kıraathane projesinin başarılı olmadığı kesindir. Fakat büyük ihtimalle bilinçaltında yer etmiş aşağılık kompleksinden hemen her kahvehane sahibi kahvehanesine kıraathane ismini verir.

20. yüzyılda yeni kıraathane kurma projeleri olmamıştır diyemeyiz. En basitinden, taşra, kent ve kasabalarındaki öğretmenevlerini düşünelim. 20. yüzyıldaki kahvehanelerden ayrı kıraathane kurma girişimlerinin en kalıcı örneği bu öğretmenevleridir. Öğretmenevleri harıl harıl kitap okunan ya da entelektüel tartışmalar yapılan yerler olduğu için söylemiyorum bunu. Fakat taşra okuryazarları arasındaki en geniş gruplardan biri olan öğretmenlerin bazılarının vakitlerini kahvehanelerden çok bu öğretmenevlerinde geçirmeyi tercih ettikleri, bazılarınınsa ara ara da olsa bu öğretmenevlerine uğrayarak kendilerini kahvehane ortamından farklı bir atmosferde hissettikleri gerçektir.
Kahvehaneler, çok istisnai durumlar dışında kadınların bulundukları, vakit geçirdikleri yerler değildir. Kadın ve erkeklerin bir arada bulunabildikleri kahvehaneler, nispeten daha “seçkin” yerlerdir. Taşradaki “aile çay bahçeleri” bu yönleriyle bir anlamda kıraathane örnekleridir.

Belirli siyasi grupların toplanma yeri olan, lokal tarzı kahvehaneler de oldukça yaygındır. Ülkü Ocakları ve türevleri bunların en belirgin örneğidir. Söylemeye bile gerek yok buralarda belli bir siyasi gruptan insanlar toplanır. Kurulabilirlerse millet kıraathaneleriyle bu siyasi lokallere bir yenisi eklenecektir. Kıraathaneleri farklı siyasi görüşlere mensup seçkinlerin ya da kendilerini seçkin hissetmek isteyenlerin toplanma yerleri olarak tanımlarsak buralara kıraathane dememiz mümkün değil. 

Çünkü farklılık yoktur. Aynı sebepten, yani farklılık olmamasından dolayı kahvehane de diyemeyiz. 

Kanımca, hilkat garibesi ya da daha kibar bir deyişle yozlaşmış bir kıraathane projesi tanımlaması daha uygun.

Ercan Çankaya (SOL KÜLTÜR)


[i] Ralph H. Hattox, Kahve Ve Kahvehaneler: Bir Topulmsal İçeceğin Yakındoğu'daki Kökenleri, 2. Baskı, İstanbul, Tarih Vakfi Yurt Yayınları, 1996, syf. 9, 10, 22.
[ii] Age, 35, 36.
[iii] Age, 36, 37, 38, 39.
[iv] Age, 56, 57.
[v] Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi, 6. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, 491.
[vi] Age, 492.
[vii] Levent Cantek, Şehre Göçen Eşek: Popüler Kültür, Mizah ve Tarih, 1. Baskı, İstanbul, İletişim, 2011,35.
[viii] Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi. 6. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013.492.
[ix] Ralph H. Hattox, Kahve Ve Kahvehaneler: Bir Toplumsal İçeceğin Yakındoğu'daki Kökenleri, 2. Baskı, İstanbul, Tarih Vakfi Yurt Yayınları, 1996, 71.
[x] Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi. 6. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, 494.
[xi] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 32. Baskı, İstanbul, Dergâh, syf. 169, 170.
[xii] Age, 171.
[xiii] Age, 173.
[xiv] Age, 173, 174.
[xv] Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, 1. Baskı, İstanbul, Kapı Yayınları, 2013, syf.33.
[xvi]Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi. 6. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013, syf. 494.
[xvii] Age, 494.
[xviii] Ralph H. Hattox, Kahve Ve Kahvehaneler: Bir Toplumsal İçeceğin Yakındoğu'daki Kökenleri, 2. Baskı, İstanbul, Tarih Vakfi Yurt Yayınları, 1996, syf.86.
[xix] Levent Cantek, Şehre Göçen Eşek: Popüler Kültür, Mizah ve Tarih, 1. Baskı, İstanbul, İletişim, 2011, 32.
[xx] Age, 34.
[xxi] Gramsci, Antonio. "Hegemony, Relations of Force, Historical Bloc." In Antonio Gramsci. London, UK: ElecBook, the Electric Book, 1999.
[xxii] Levent Cantek, Şehre Göçen Eşek: Popüler Kültür, Mizah ve Tarih, 1. Baskı, İstanbul, İletişim, 2011, syf. 37, 38.
[xxiii] Age, 38.
[xxiv] Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, 1. Baskı, İstanbul, Kapı Yayınları, 2013, syf.324, 325, 326.
[xxv] Cengiz Kırlı, Sultan ve Kamuoyu: Osmanlı Modernleşme Sürecinde “Havadis Jurnalleri” 1840-1844, 1. Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, syf. 4, 7.
[xxvi] Age, 15.
[xxvii] Age, 21
[xxviii] Age, 24
[xxix] Age, 167.
[xxx] Age, 57.
[xxxi] Age, 75.
[xxxii] Age, 298.
[xxxiii] Age, 495.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder