Keanu Reeves’in Ruslarla bir sorunu olduğunu sanıyorum. Genel olarak Hollywood sinemasının Soğuk Savaş’tan bu yana Ruslara bakışı belli, ama mütevazi karakteriyle bilinen Reeves’inki, neredeyse ‘80lerin Amerikan milliyetçisi Chuck Norris’le yarışacak bir düzeye çıkıyor. ABD’ye yerleşmekle kalmayıp bir de Amerikan değerlerini aşağılama gafletinde bulunan Rus mafyasına kan kusturduğu John Wickserisinden (2014-2017) sonra, bu sefer hem başrolünü hem de yapımcılığını üstlendiği Siberia/Sibirya’da doğrudan Rusya’nın kalbine gidip Ruslara Amerikan erkekliğini, ağırbaşlılığını, ticaret ahlakını vs. öğretiyor.
Elmas tüccarı Lucas, onlarca milyon dolarlık bir alışveriş için St. Petersburg’a gider. İlk darbe Rusya’daki aracısı Piyotr’un elmasları alıp kaçmasıyla gelir. Bunun üzerine Lucas Rus elmas madenlerinin merkezine, Sibirya’nın Mirny şehrine gider. İkinci darbe buradaki sürekli sarhoş ve serseri Ruslardan gelir. İlgili sahnelerdeki Rus erkeklerinin hiçbirinin layık olamayacağı Katya’yı hızla tavlar. Üçüncü darbe, rezil ve acımasız Rus mafyasından gelir. Film boyunca Rusların kibar görünüşlerinin ardında yatan kaba, vahşi ve hileci yanlarını izleriz. Ve film ilginç biçimde Amerikalının yenilgisiyle biter; Rusların ulaşamayacağı derecede ahlak dolu bir katharsis…
Oysa Sibirya ve elmas dendiğinde akla ilk gelen filmin anlatısı çok farklıdır: Sovyet ajit-prop sinemasının en büyük ustası Mikhail Kalatozov’un 1960’da yaptığı Neotpravlennoe Pismo/Gönderilmemiş Mektup, ülkelerini bir adım daha ilerletecek bir elmas damarı bulabilmek için Sibirya’nın ıssız taygalarında aylarca çalışan bir grup genç jeologun hikayesini anlatır.
Açılış sahnesinden -sularla kaplanmış vahşi bir coğrafyada yapayalnız kalmış dört insanın uzaklaşmakta olan bir helikopterden yapılan uzun çekimi- itibaren filme gerilimli bir müzik eşlik eder. Kalatozov seyirciyi sürekli diken üstünde tutar; coğrafi koşulların zorluğu yetmezmiş gibi rahatsız edici bir aşk üçgeni ve genç bilim insanlarının devrim ruhuna karşı hissettikleri sorumluluğun yarattığı sıkıntı ve gerilim filmin her anında hissedilir.
Nihayet uzun ve zorlu bir çalışma sonunda bir elmas damarı bulurlar. Şimdi Moskova’ya dönüp bölge haritalarını yöneticilere teslim etmeleri gerekmektedir. Ama önce devasa bir orman yangını çıkar, Sergei ölür. Sonra ayağı sakatlanan Andrei ölür. Kurtarma ekiplerinin bir türlü ulaşamadığı Konstantin ve Tanya yola devam ederken Sibirya kışı başlar, açlık ve soğuğa dayanamayan Tanya ölür. Filmin finalinde ölüm döşeğindeki Konstantin’i hayatta tutan, buldukları elmas damarının yaratacağı yeni sovyet sanayi gücünün hayalleri olur.
Soğuk Savaş’ın zirve noktalarından birinde -Küba Devrimi, Domuzlar Körfezi karmaşası, nükleer savaş korkusu- Stalin ya da ABD gibi isimlerden tekini bile anmadan, insan-doğa çatışması ve toplum yararı gibi temel modernizm kavramları üzerine kurulan bu anlatının bence en güzel sahnesinde bu dört öncü bilim insanı, elmas bulduklarında nasıl zengin olacaklarından değil, büyük bir coşkuyla adlarına dikilecek anıttan söz ederler. O anıtta şöyle yazacaktır: “Bunlar, ülkemizi elmas konusunda dış güçlere bağımlı olmaktan kurtaran, endüstriyel ilerlemeyi hızlandıran, uzay uçuşlarını gerçeğe dönüştüren kahramanlardır.”
Bunlar olmadı. Bunların yerine, en güzel kültürel ifadesini postmodernizmde bulan bir kavramsal çöküş dönemi yaşandı; Sergei, Andrei, Tanya ve Konstantin’in kendini feda ederek bulduğu elmas damarı 58 yıl sonra Amerikalı Lucas’ın ticaret alanı oldu...
Ama neyse ki seçenekler tükenmiş değil; bir yanda Sibirya, diğer yanda Gönderilmemiş Mektup duruyor. Bunların hangisini hangi duygu ve düşüncelerle izleyeceğimiz hem bugünü hem de geleceği yeniden biçimlendirme konusundaki zorluk ve olanaklarımızı da görünür kılacak.
Uğur Kutay / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder