Bahçeli’nin geleneksel misyonunu yerine getirip erken seçim çağrısı yaptığı güne kadar muhalif cenahtaki ortalama ruh hali yorgunluk ve yılgınlıktan besleniyor, özellikle 16 Nisan Referandumu’nda yaşananlar insanlara “artık beni kimse sandığa götüremez” dedirtiyordu. Seçim sürecinin başlamasından ve İnce’nin adaylığının kesinleşmesinden pazar akşamı sonuçların açıklanmasına kadar geçen sürede ise aynı toplam çoktan “bu sefer oldu bu iş, kesin olarak gidiyorlar” havasına girmişti.
İktidarın kati surette değişmeyeceğine yönelik birkaç ay önceki inanç ne kadar gerçek dışıysa, sadece kırk elli güne sığan bir seçim kampanyası neticesinde gideceklerine yönelik inanç da o kadar gerçeklikten, hakikatten uzaktı ve ifratla tefrit arasındaki bir gezinmeye, bir akıl tutulmasına işaret ediyordu.
Acaba ne olmuştu da bu kısacık zaman diliminde bu işin bittiği kanaatine varılmıştı? Misal, ekonomi mi çökmüştü, çok ciddi bir kriz mi yaşanıyordu, emperyalizm hükümetin üstünü mü çizmişti, iktidar partisinde çözülmeler ve bir bölünme mi yaşanıyordu, kitleler sokakta mıydı ya da tabandan yükselen bir homurdanma mı vardı?
Hayır, bunların hiçbiri yoktu ama bir yalana inanmak tercih edildi ve o kırk elli gün boyunca -fazlasıyla insani ve anlaşılır olduğundan asla şüphe duymadığım bir şekilde- herkes kendini kandırdı, herkes kendine ve karşısındakine yalan söyledi, herkes -ahmaklık demeye dilimin varmadığı ama öyle olduğu artık su götürmez bir şekilde aşikâr olan- bir iyimserliğe kapıldı.
Bu duruma kendince müdahale etmeye, anlaşılır bir dille durumu anlatmaya ve insanları uyarmaya çalışanlara ise inanılmaz bir “mahalle baskısı”yla, en ağırından meczup, en hafifinden ise “umut kırıcı, bozguncu, pesimist” muamelesi yapıldı.
Bunu ortalama bir muhalif, örgütsüz bir muhalif, muhalifliğinin temel motivasyon kaynağı bu iktidarın gitmesinden ibaret olan insanlar yapabilirdi ve bu gayet anlaşılabilirdi. Lakin ortada kendisine sosyalist diyenlerin, örgütlü olanların, solculuğa dair azıcık mürekkep yalayanların da parçası olduğu bir durum vardı. Onlar da çok açık bir şekilde kendilerini ve kendileriyle birlikte seslendikleri insanları kandırıyorlardı.
Sanki siyaset, hele hele sol siyaset, böyle bir şeymiş, sanki solculuk insanları bir yalana, olmayacak bir şeye inandırmakmış gibi, bunu yapmayanlara “bırakın insanlar birkaç gün mutlu olsun, umut etsin, bekçilik, komiserlik yapmayın” denilebildi.
Bakın yanlış anlaşılmasın, iddialı olmaktan, umudu büyütmekten, pozitif bir dil tutturmaktan ve buradan yürümekten, inançlı olmaktan bahsetmiyorum, bahsettiğim başka bir şey. Hakikatle hiçbir şekilde bağını koparmaması gerekenlerin, yani solcuların, bu kırk elli gün içerisinde, maalesef tam da bunu yapmasından, insanların hakikatle karşılaşacakları gün yaşayacakları hayal kırıklığını ve bunun siyasi sonuçlarını, yani memlekete, siyasete, kendilerine küseceklerini hiçbir şekilde hesaba katmaksızın içi boş bir umudu insanlara pompalayabilmiş olmalarından bahsediyorum.
Sadece bu da değil, sırf bu umut tacirliği üzerinden ve mahalle baskısı çekincesiyle solun en temel ilkelerine, solun abecesine sırt dönüldü, bunlar yokmuş gibi davranıldı bu süreçte. Mesele basitçe matematiksel hesapların, aritmetik öngörülerin ötesine geçti, akla hayale gelmeyecek empatiler geliştirildi, olmayacak işlere susuldu, kahramanlar, kurtarıcılar yaratıldı.
İlk akla gelenler mi, hemen yazalım. 3 Mayıs Türkçülük gününü anarak ırkçılığa, Necip Fazıl’ı anarak ise Cumhuriyet düşmanlığına selam çakan Meral Hanım’dan bir “Cumhuriyet kadını” çıkarılmasından tutun da, Sivas Katliamı’na katliam diyemeyen Türkiye gericiliğinin ana gövdesi Milli Görüş’ün bugünkü lideri Temel Bey’den yumruğu havada bir Che Guevara çıkarılmasına, radikal demokratlarımızın TÜSİAD’la görüşmesine dair tek kelime etmeksizin işçi sınıfı siyaseti yapmaktan bahsedilmesinden tutun da, “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı” ya da “borçların yapılandırılması” söylemiyle yerli ve küresel sermayenin has temsilcisi olmaya soyunan İnce’den bir halk kahramanı yaratılmasına uzanan geniş bir yelpazeden söz ediyoruz.
Velhasıl, “gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler” beklentisi ortalama muhalif aklın ötesine geçip solun da aklına sirayet etti, içi boş umut tacirliği solu sol olmaktan çıkardı, toplumun sağcılaş(tırıl)ması sürecine karşı solun temel ilkelerinde ısrar etmek yerine işin kolayına kaçıldı ve tüm bu tavizlere, tüm bu kendinden feragate rağmen sonuç maalesef bir kez daha sağın kazanması, dincilikle milliyetçiliğin ittifakının, Türk-İslam sentezinin iktidarının tescili oldu.
Kuşkusuz buradan bir çıkış var, kolay olmasa da var. Bunun için ise sanıyorum ki her şeyden önce solun “fabrika ayarları”na geri dönmesi, dünyaya sınıf gözlüğüyle bakması gerektiğini unutmaması, matematiksel hesaplardan medet ummaması, asimetrik ittifaklara bel bağlamaması, başkalarının kanatlarının altında büyüyemeyeceğini görmesi, ilkede ve programda ısrarlı olması gerekiyor.
Bunları bir hatırlayalım, gerisi bir şekilde kendiliğinden gelecektir nasıl olsa.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder