17 Ağustos 2018 Cuma

Anılar ve toplumsalın eleştirisi - SAİT ÇETİNOĞLU

Kadir Cangızbay’ın okuyucusuyla buluşan anıları, bir sosyoloğun gözüyle Türkiye tarihine, başka bir açıdan bakışın ötesinde, değişik bir anlam ve tat katıyor.


Her türlü beşeri faaliyetin meşruluk temelini ihtiyaca endeksleyen hümanist bir aile ortamında, hiçbir şeyle korkutmadan... Bebeklikten beri adam sayarak büyütülüp geliştirilen ve zekânın varlıksal temelini dikkate yükleyen Kadir Cangızbay, dikkatli bir çocuğun, çocukluktan ergenliğe ve olgunluğa giden doğrultuyu kucaklayan anılarını okuyucusuyla sevimli üslupla ve samimiyetle paylaşır.

Gelişiminde katkısını, bütün Hıristiyanlığına, Katolikliğine ve de papazlığına rağmen ‘tanrı’ kelimesini telaffuz etti miydi, hemen her defasında hafifçe gülümseyerek “s’il existe yani eğer varsa’yı ilave etmeden edemeyen hocaların lisesi” sözleriyle rahle-i tedrisinden geçtiği okulu özetler. Bu sözleri günümüz eğitim sisteminin eleştirisi olarak okumakta sakınca yoktur. Okulunun hakkını teslim ederken günümüz sistemini eleştirmekten geri kalmamaktadır. Tam bir Türk çocuğu metaforunu kullanarak, günümüzde insan evladının maymunlaştırılmasına verdiği örnek pedagoji eleştirisinin yanında tam da sistemin özetidir.

Tesbih taneleri gibi birbirine eklemlenen kısa ve özlü bir özyaşamöyküsü olarak anılar, İstanbul’dan bozkırın Ankarası ile harmanlanmıştır. -Bunca yıl yaşadığım bir şehir ancak bu kadar sevimli kılınabilirdi- Bir nazar atarak geçtiğim ne muhteşem yerler varmış meğer. Kadir Hoca, sadece okuyucusuna içini açmaz. Anılar, yer yer bir anlamda son yüzyılın tarihsel özeti olduğu kadar, bir sosyologun tarihsel eleştirisi biçimine dönüşür. Eleştirilerinde her zaman olduğu gibi ince ve acımasızdır. “Kazım Orbay’ın, köpeğini kocasının makam arabasına bindiren ‘ne oldum delisi, görgüsüz’ karısı…” gibi… Mediha Hanım’ın babası Ahmet Efendi de, “Enver Paşa’nın babası” unvanlı kartvizit bastırmıştı.

Aile anılarında büyük yeri olan Bahçeli 35. Sokak, 103 yıl önce bu coğrafyadaki soykırımın kolektif sorumluluğunun göstergesi gibidir. Sokak, 1940’larda İttihat ve Terakki - halk kucaklaşmasını temsil eder; Örnek olsun, Patrik rehin alınarak Bekirağa bölüğünden kurtarılan, soykırımın en önemli figürlerinden Muhacirin Müdüriyeti Müdürü Abdülahad Nuri’nin kardeşi, 1909 Kilikya Katliamı inceleme heyetinden ve Kemalist dönemin Hariciye vekili Tengirşenk 35. Sokak’ta herhangi biri gibi, halkın arasındadır. Komisyonun diğer Ermeni üyesi ve aynı zamanda İTC mebusu Babikyan, ‘Kemal, çocuklarıma acırsın değil mi?’ sorusunun ardından ölü bulunmuştur.

Sosyal tarihe giriş
Çevresini naklederken tarihi gelişimi özetler. Bekçi Bekir Efendi örneğinde toplumsal statü ve gelir dengesizliğinin aldığı boyutu anlatır. Bir anlamda sosyal tarihe giriş gibi okunabilir. Sermayenin Türkleştirilmesinin aparatlarından olan Milli koruma Kanunu ve memurları, gazeteciliğin dönüşümü: kendisi gazeteci olmayan bir ‘tüccar’ın gazete patronu olması... İzzet Bey, haber alma özgürlüğünden, devletin hakikatinin nakşedilmesine giden yolu çok veciz şekilde anlatıyor. Türkiye’nin son yarım yüzyıllık tarihsel özeti içinde, dönüm noktalarının da altını çizerek, toplumsal değişimi, sanat ve edebiyat çevresini, akademik yaşamı muhteşem bağlantılar kurarak resmederken, kişiler özlü portreleriyle kitap sayfalarında sürprizlerle belirirler. Nesnelerin ve oyunların da kısa hikâyeleri vardır. Bu hikâyeler de, öğretici bir yanı olan anılar demetidir: Özellikle, Kadir Hoca’nın yaşamının parçası olan bisiklet, oyuncak arabalar… Tavla ve bilardonun bir kurmay oyunu olması ve paşayla oynamak bir başka…

Acı, öfke, utanç...
Tehcir, soykırım, mübadele/kovulma, pogrom… Anılara acı, öfke, utanç katılmış bir başka boyutudur. “Hiç zanaatkâr kalmadı, şimdi ne yapacağız” cümlesi bir bakıma gelinen durumun/etnik temizliğin özeti gibidir: Ailesini paylaşırken koruyuculuğunu paylaşır. Tehlikede olan terlikçi Rum komşularına sahip çıkıp bir hafta kadar evlerinde saklamışlardır. İzzet Bey’in kolundan tutup Beyoğlu’na götürmesi 6/7 Eylül 1955 pogromunun tanıklığının ötesinde öğreticidir.

6-7 Eylül’den sonraki ilk pazar günü de beni alıp önce İstiklal Caddesi’ne götürmüştü; oradaki dükkanı yakılıp yıkılmış, malı talan edilmiş esnaftan demek epey bir tanıdığı varmış ki “işte şu, piyasadaki en iyi ipekliyi satardı”, “bu da en iyi dericiydi”, “hele şunun tezgâhtarlığı bir taneydi” vb... diye bana bir şeyler anla­tırken sesi hep titredi, hep ağlamak üzereydi; daha sonra Bağlarbaşı’ndaki Ermeni mahallesindeki bir kiliseye de girdik tahrip edilmiş; ancak en utanç vericisi yine Bağlarbaşı’ndaki Hıristiyan mezarlığının haliydi: Bütün mezarların taşlarını kırmış, toprak­larını da boşaltmaya çalışmışlardı.

Enerjisini utandırılmış olmanın öfkesinden aldığının altını çizen Kadir Hoca, utanç yaşantısı / deneyimi sayesindedir ki, Cumhuriyet modernleşmesinin, resmî ide­olojinin kutsal ilke ve inkılaplarının ne menem şeyler olduğunu çözmekte bana yol gösteren en denmişinden bir fenerle do­nanmış oldum. Cümlesiyle eleştirel düşünce donanımının kaynağına atıf yaparken bağlantısı muhteşemdir.

Sitem ve acı yüklü
Alfabesini kullanıp kendisini bilmediğimiz, Türk diline eserleriyle katkıda bulunan, asıl adını söylemeden andığımız ve A. Dilaçar/Agop Martanyan, muhteşem ansiklopedisini kullanıp kendisini tanımadığımız, ansiklopedi gibi anıt eserler sahibi Pars(eh) Tuğlacı(yan), Nâzım’ın, … ‘Affetmedi bu Ermeni vatandaş/Kürt dağlarında babasının kesilmesini…’ dizeleriyle söz ettiği Bakkal Karabet’i, adı ‘abok’a çevrilerek alay konusu olan komşu çocuğu ve yaşıtı Agop, ismi vatan’a çevrilmeye zorlanan Vartan, sıra arkadaşı Yervant’ın gönüllü tehcirinden... Hrant’a kadar birçok Ermeni kitabın sayfalarından trajik kaderleri, sitemleri ve acılarının yüküyle geçerler sanki…

Yaşayan efsane Aznavour’dan, Montand’a… Malraux’ya... dışarıdan portreler çizer. Potemkin’i seslendiren Jean Ferrat’nın militanca eleştirilerini özetlerken, Matador metaforu üzerinden matadorun bireysel dramı ile bir anlamda onu tamamlayan Aznavour’un toreadorunun toplumsal dramı ile bağlantılandırır.
Adamın bahsedeceği bir Komün’ü var ya da bir ihtilali, bir direnişi; ama daha da önemlisi küfrettiği, küfredebildiği bir Vi­etnam Savaşı var. Ama farkı şurada: generallerle, askerlerle, ora­daki sömürgenlerle, sadece alay etmek değil, onlara küfreden, in­sanları böyle bir pis savaşa katılmamak için askerden kaçmaya teşvik eden müzik yapmış, diyerek özetlediği Boris Vian... Ve tabii ki Gurvitch…

Edith Piaf ve bir ağıt
Üniversite senatosunda yumruğunu masaya vurup, fikriyatından ötürü üniversiteye adam alınmazdı, ama yine fikriyatından ötürü üniversiteden adam atılmaz da sözleriyle dostumuz Tuncer Tuğcu Hoca’nın 12 Mart 1971 sürecinde okuldan atılmasına karşı çıkan sağcı Necati Öner… Doğan Ergun, Cemil Meriç… gibi içeriden portreler çizerken, Altın Boynuz’dan Münir Nureddin’in buğulu notalarının yanında, Paris sokaklarında çığlıkla Edith Piaf bir ağıtı seslendirir. Bilir misiniz, Piaf’ın büyükannesi Faslı bir berberidir; Fatma Hanım.

Halep doğumlu Yahudi Avram Levi, alaturka (alla turca/türk usulü) ‘sırma saçlı yârimin, can bahşederken işvesi’ üzerinden Türkîleşip Mısırlı İbrahim Efendi’ye dönüşürken, herkesi Türkleştirme peşindeki Cumhuriyet’in alaturkayı konservatuvardan gazinolara kadar yasaklaması ve de çapsız bir kasaba avukatının, içinde ‘rakı’ geçiyor diye ‘Vardar Ovası’na tahammül edememesine, günümüz de eleştiriden nasibini alır.


SAİT ÇETİNOĞLU / BİRGÜN



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder