Bu yazı kaleme alınırken (10 Ağustos’ta) Türkiye, çalkantı içinde ekonomik krize sürüklenmektedir. Günceli yazıya dökmenin anlamı yok; ortaya çıkan politika seçeneklerine yazı sonunda değineceğim.
Kriz ortamına gidişin ana etkenlerini, verilerini tartışmanın daha yararlı olacağını düşünüyorum. Bunlara “serin kanlılıkla” bakalım; ipuçlarını izleyelim; belki de bugünün (10 Ağustos’un) çöküntüsüne ulaşırız.
Tipik Bir Kriz Senaryosu
“Dış kaynak girişlerinde ani duruş veya tersine dönüş…”
Bu ifade, neoliberal dönemde sermaye hareketlerini serbestleştiren; ekonomilerini finans kapitale sınırsızca açan ülkelerde ortaya çıkan bir kriz türünün nedeniolarak kullanılıyor.
Bu tür kriz örnekleri “Güney” coğrafyasında, çevre ekonomilerinde yoğunlaştı: 1980’li yıllarda Latin Amerika’nın borç bunalımı; 1997-2001’de Doğu Asya’da patlak verip hızla yaygınlaşan kriz dalgası; 2008’de Batı’daki büyük finansal bunalımın kırılgan çevre ekonomilerine yansıması; bazı özellikleriyle 2011 sonrasında Avro Bölgesi’nin çeperini, zayıf halkalarını sarsan borç krizi…
Türkiye, “serbest sermaye hareketleri” dalgasına 1989’da katıldı. 1994, 1998/99, 2001 ve 2008/9’da bu tür dört krizden geçti.
Nasıl tetikleniyor; gelişiyor?
Uluslararası finans kapital, sistemin çevresine taşarken, hem ekonomik canlılık getirir; hem de yapısal çarpıklıklar, kırılganlıklar yaratır. Böylece, ileri tarihlerdeki bunalımın tohumlarını da taşımış olur.
Örneği bizzat yaşadık: 2003-2007 Türkiyesi’nde yüksek tempolu yabancı sermaye girişleri, hem büyüme hızını yukarı çekti; hem de üretimin ithalata bağımlılığını tırmandırdı; durgunlukta bile ortadan kalkmayan dış açıkları ekonominin yapısal bir özelliği haline getirdi.
“Dış kaynaklarda sert durma ve çıkışın” bunalıma yol açıp açmayacağı, “giriş” aşamasında oluşan dış kırılganlıkların, yapısal çarpıklıkların yoğunluğuna bağlıdır. Örneğin 1997-98’deki krizden ders alan Doğu Asya ülkelerinin çoğu, cari açıklarını adım adım ortadan kaldırmayı başardı; 2008’de ABD’de patlak veren finansal krizden pek etkilenmedi.
Türkiye bu “dersi” öğrenmedi. Aynı koşullarla yoğun dış kırılganlıklar içinde karşılaştı. 2008-2009’da küçülen az sayıda çevre ekonomisinden biri olarak dikkat çekti.
2018 Konjonktürüne Geliş
2009 sonrasında Batı merkez bankalarının ölçüsüz likidite genişlemesi ile beslenen finans kapital, emperyalizmin çevresine de taştı; buralarda ekonomik canlanmayı besledi. FED 2013’te bu konjonktüre son verme işareti verdi; 2016’da parasal daralmayı başlattı. Şubat 2018’de Batı borsalarında sert düşüşler, finansal balonlaşmanın son bulma işareti olarak algılandı. 10 yıllık ABD tahvili kritik bir eşik olarak görülen yüzde 3 sınırına ulaştı.
Uluslararası finans kapitalin ilk tepkisi, çevre ekonomilerinden adım adım çekilmek olur. En zayıf, “kırılgan” halkalardan başlayarak… Hangileri? 2013’te Morgan Stanley, “yükselen ekonomilerin beş kırılganı” başlığı altında bir liste yaptı: Türkiye, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya… Sonraki yıllarda bu liste güncelleştirdi; Türkiye daima yerini korudu.
2018’inin ilk yarısında bu listenin durumunu Morgan Stanley’den değil, döviz piyasalarından izleyelim. Bank of International Settlements (BIS), ülke döviz piyasalarının verilerini derler; yayımlar. BIS’in Ocak-Haziran 2018 istatistiklerinde doların fiyatına veya ülkeler-arası enflasyon farklarını da dikkate alan döviz sepetinin reel efektif kuruna göz atalım. Türkiye, Arjantin’in arkasından “ikinci en kötü” durumdadır. Meksika, Endonezya, Hindistan ve Brezilya bu iki ülkeyi bir hayli geriden izlemektedir. Morgan Stanley’in ilk listesindeki kırılganlara Meksika ve Arjantin eklenmiş; Güney Afrika çıkmıştır.
Tam da o tarihte (Haziran 2018’de) Arjantin, krize girdiğini resmen ilan etti; 50 milyar dolarlık bir kredi anlaşması imzalayarak IMF’ye teslim oldu. Haziran sonrasında tamamen “çılgınlaşan” döviz piyasaları ile Türkiye sıraya girdi.
Arka planda elbette sermaye hareketleri yatıyor. Son ödemeler dengesi istatistiklerine odaklanalım.
Ocak-Şubat 2018’de “Balonlaşma”…
Birkaç ay önce bu köşede, Ocak-Şubat 2018 ödemeler dengesi istatistiklerini, “ekonomide balonlaşma” başlığı altında incelemiştim. Gerçekten de bu iki ayda, Türkiye ekonomisi sermaye hareketleri bakımından coşkulu bir konjonktürde görünüyordu.
Bir önceki yılın (2017’nin) aynı aylarıyla karşılaştırarak özetleyelim:
Dış borçlanmanın pompaladığı yabancı sermaye girişleri yüzde 78 oranında artıyordu. Kayıt dışı sermaye çıkışları son buluyor; TCMB rezervleri yükseliyordu. Yabancı, yerli ve kayıt dışı öğelerinden oluşan toplam sermaye hareketleri de 2017’deki “net çıkış” olgusuna son veriyordu.
AKP seçim konjonktürü uygulamaktaydı. 2018 başında Batı piyasalarındaki canlılık hâlâ sürmekteydi ve yüksek tempolu büyümenin dış kaynak gereksinimi şimdilik karşılanabiliyordu.
Ne var ki, iç talep genişlemesi üretim sınırlarına tosladı. Enflasyon, ithalat tırmandı. Ocak-Şubat cari açığı yüzde 100’ü aşan bir tempoda genişledi. Sermaye girişleri, “balonlaşma”yı besledi.
IMF, canlanmanın sürdürülemeyeceği teşhisini ve ekonomideki “sıcaklaşma” olgusunu Mart’ta bir Türkiye Raporu’nda ortaya koydu. Ana öğelerini ve politika önerilerini burada aktarmış; tartışmıştım.
Mart-Haziran 2018 Gerilimi
Ödemeler dengesinin Mart-Haziran 2018 verilerini tabloda bir önceki yılla karşılaştırıyorum. Son dört aylık veriler ekonominin küçülmesini tetikleyecek bir krizin ön işaretlerini taşıyor mu?
Yazının başında ifade ettiğim “yükselen piyasa krizlerini tetikleyen ana etken”, yani dış kaynak girişlerinde, bir önceki yıla göre ani duruş veya tersine dönüş, Mart-Haziran 2018’de gözlenmekte midir?
Yanıt, tablonun ilk satırında yer alıyor: Yabancı sermaye girişleri Mart-Haziran 2018’de on iki ay öncesine göre yüzde 85 oranında daralmıştır (Satır 1). Bu sert yavaşlamayı “duruş” olarak, bir krizin başlangıç dürtüsü olarak nitelendirebiliriz. İki yılın dört ayında dış kaynak girişlerindeki azalma 19 milyar dolardır; 2017 dolarlı milli gelir toplamının yüzde 2,2’sine ulaşan olumsuz bir şok...
Toplamda “net çıkış” göstermeyen yabancı sermaye, Haziran’da “eksi” değer vermiştir. Bu durumun Temmuz-Ağustos’ta da süregeldiği anlaşılıyor. Yani, “tam gaz kriz” süreci içindeyiz.
Dış kaynak girişlerindeki daralma, hangi tür akımlara yansımıştır? Bunları, “sıcak, dış borçlanma ve doğrudan yatırım” türlerine ayıralım.
Sıcak para ve dış borçlanmada, daralma ötesine geçilmiş; net çıkış başlamıştır. Dış kredilerin döndürülmesinde krizi derinleştirici güçlükler gündemdedir. Yabancı sermayenin en istikrarlı türü olan doğrudan yatırımlarda ise, ılımlı bir artış gerçekleşmiştir.
Yabancı, yerli ve kayıt dışı öğelerin tümünü oluşturan toplam sermaye hareketleri de kriz işareti vermektedir: On iki ay öncesine göre %52’lik gerileme (Satır 6)…
Türkiye ödemeler dengesi istatistiklerinin “esrarengiz” bir öğesiyle tekrar karşılaşıyoruz: Kayıt dışı sermaye girişlerinde 6,9 milyar dolarlık net giriş (Satır 2)... AKP’li yıllarda dış kaynak hareketlerinde gözlenen her olumsuz dönemde, kayıt dışı para girişleri “can kurtaran simidi” olmuştur. Bu karanlık öğenin kaynaklarını uzun yıllar tartışacağımız anlaşılıyor.
Ekonominin küçülmeye başlaması, Haziran ithalatını ve cari işlem açığını aşağı çekmiştir. Ne var ki, önceki ivme sayesinde dört aylık dış açık yüzde 20 civarında artırmıştır (Satır 5). Rezervlerdeki aşırı (11,9 milyar dolarlık) erime, cari açığın yüzde 62’sini karşılamıştır (Satır 4). Elbette sürdürülemeyecek bir durum…
Finans kapitale teslimiyet biçimleri
İktidar, finans kapitale teslim olacaktır. Tek hamlede mi? Aşamalı olarak mı? IMF’li mi? IMF’siz mi? Birkaç seçenek gündemdedir.
IMF’li programın önceliği, bir dış borç krizini önlemektir. Hazine, TC bankalarının dış kredilerini devralır; bu borçlar IMF kredi taksitleriyle ödenir. Kemer sıkma politikaları milli geliri küçültür, cari açık bu sayede “sürdürülebilir” düzeye indirilir. Böylece, bir borç krizi önlenir; ama “kemer sıkma” ve “yapısal reform”, öncelikle emekçilere yüklenir. Finans kapital, emekçilerin sırtından kurtarılmış olur.
Bu program, emeğin gelirleri ve kazanımları dışında kamu yatırımlarını kısacak; iktidarın kader ve çıkar birliği yaptığı ayrıcalıklı sermaye çevrelerini de bunalıma sürükleyecektir. İktidar bu nedenle IMF’siz ve aşamalı seçenekler arayacaktır.
IMF’siz ve “aşamalı” seçenekler, topu TCMB’ye atan “kozmetik” bir programla başlayabilir. Rahip Brunson operasyonuyla birleşirse sıcak para girişinin hızlanması umulur. Ne var ki, spekülatif sermaye girişleriyle dış kredilerin döndürülmesi, finansmanı sağlanamaz. Uluslararası bankaların güvence arayışları, talepleri farklı aşamaları gündeme getirebilir.
Köşeye sıkıştığında iktidar, döviz kısıtlarına zorlanabilir. Cumhurbaşkanı Bayburt’ta bu seçeneğe değinmiştir. Döviz kısıtları, sistematik, yaygın bir model olan sermaye hareketlerinin denetlenmesi değildir. Yozlaşmış faşizme uyan, kapkaççı, keyfî, kayırmacı, cezalandırmacı uygulamalara dönüşür. AKP geleneği ile uyumludur. “Yarenler” takımı kriz ortamında kurtarılır; mümkünse daha da ihya edilir. Döviz tahsisleri, transferleri, şirket kurtarma operasyonları, yukarıya, emir-komuta zincirine bağlanır.
Krizin tüm ön koşullarını yaratan; alkışlayan; bunlardan nemalanan iktidar ve sermaye çevreleri köşeye sıkışmıştır. Bugünün yozlaşmış ortamında iktidarın, burjuvazinin siyasî ve iktisadî seçeneklerini sadece teşhir etmekle yükümlüyüz. Karşılaştıkları seçeneklerden “halkçı, doğru” öğeler türetilemez.
Korkut Boratav / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder