48 yıl öncesine savrulduk.
Yani 12 Mart faşist darbesi yıllarına.
Sıkıyönetim koşullarında; ülkenin tüm değerlerinin asker postalları, tanklarıyla, polis coplarıyla, zindanları ve işkence haneleriyle çiğnendiği, sanatın zincirlendiği, umut arayan işçinin emekçinin kelepçelendiği, tüm hak ve özgürlüklerin tırpanlandığı o kara günlere.
OHAL’in sürekli kılınması ve Yeni Türkiye masalı bana yalnızca bu kara günleri anımsatmakta kalmıyor, Cumhuriyet ve kazanımlarının yok edilmesiyle, dipsiz kuyunun akrep ve çıyanlardan oluşan bir zifiri karanlık olduğunun işaretlerini de sunuyor.
Yeni Türkiye denilen ucube, sanat hayatının sanatsal yaratma özgürlüğünün üstüne kezzap atarak yükselmeyi düşlüyor.
Artık bir kentte ya da her hangi bir yerleşim yerinde sanatsal etkinlik yapmak izne tabi.
Önce her biri Cumhurbaşkanına bağlanan mülki amire bir dilekçe ile başvuracaksınız, o uygun görürse emniyete bir yazı yazacak, emniyet tüm etkinliğin detaylarından bir dosya vermenizi isteyecek.
Bu bir tiyatro oyunuysa oyunun metni ile birlikte oyuncuların kimlik bilgilerini vereceksiniz. Dinleti ise müzisyenin kimlik bilgileri, söyleyeceği şarkılar listelenecek. Opera, bale ise yine öyle. Film çekeceksiniz senaryoyu ve yine oyuncu, yönetmen, yapımcının kimlik bilgilerini bir dosya ile ileteceksiniz.
Valilik iznine rağmen polis eğer uygun görürse yine polis denetiminde etkinliği yapabileceksiniz.
Heykel, resim sergisi mi açıyorsunuz, aynı yöntemi izleyeceksiniz.
Bu uygulama açık adıyla faşizmdir.
12 Mart ve 12 Eylül generalleri, işkencecileri, askeri savcı ve yargıçları sanat ve sanatçılardan nasıl korkuyor ve yasaklarla, sansürle susturmaya çalışıyorlardı iseler bugün yapılan birebir bunun aynısıdır.
Sanatçının, yaratıcının kim olduğunun önemi yoktur, ne yaptığının önemi vardır.
Bu akıl tiyatroları mühürlemiş, oyunları, filmleri sansürlemiş yasaklamış, yaratıcıları uydurma gerekçelerle, dönemin o çok bilinen 141-142-146 ve 163’üncü maddelerinden yargılamış, çoğumuzu içeri atmaktan geri durmamıştır.
Ben ve onlarca arkadaşım bu süreçleri birebir yaşadık.
Okuyucularımız, seyircilerimiz bileceklerdir, zaman zaman faşizmin sanata ve sanatçıya bu iğrenç saldırılarını tek tek yazdım.
Bugün yapılmak istenen budur.
Bir sanat ürününün denetçisi yalnızca seyircisi ya da alımlayıcısıdır. Bunun dışında hiçbir otoritenin ona müdahale hakkı yoktur.
Devletin yapması gereken sanatçının özgür koşullarda üretim yapmasını sağlamak ve üretilen sanat ürününün halkla buluşmasına katkı sunmaktır.
21. yüzyıldayız. İran mollalarının, Suudi krallarının, IŞİD canilerinin, Hitler ve Mussolini gibi soysuzluğun akıllarıyla sürdürülebilinir bir hayat mümkün değildir.
Bu aklın dayatmasında barış yoktur, eşitlik yoktur, aşk yoktur, kardeşlik yoktur, sevinç yoktur ama kin vardır, nefret vardır, düşmanlık vardır.
Yaşandı yaşanıyor, tanıklık edildi ediliyor.
O toplumlarda şiir ölür, edebiyat ölür, sinema, heykel, müzik, resim, tiyatro ölür.
Bu bir cinayettir.
Toplumlar kültürel zenginliklerini sanat yoluyla, hem kendi insanlığına hem dünya insanlığına taşıdıkça yaşarlar.
Sanatsal özgürlüğün korunması, güçlenerek tüm duvarların yıkılması bunun için önemlidir.
Ne çare ki suskunluğun bataklığında gezinen yaratıcılardan ışık saçacak ses çıkmıyor.
Öte yandan, AKP’nin Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeki dayatmasını reddeden sinema alanındaki vakıflar, dernekler gibi örgütlü çoğulun onurlu çıkışı bir umuttur.
Yapılması gereken bu ahlaklı davranışın izini sürerek, 12 Mart ve 12 Eylül günlerinin faşist aklını yere çalacak bir bildirge yayınlamak, sanat ve sanatçı özgürlüğünün önüne konan dayatmaların kabul edilmeyeceğini ülkeye ve dünyaya deklare etmektir.
Sanattan, sanatçıdan suçlu yaratmaya kalkma geriliği çöpe süpürülmelidir.
Çünkü sanat yoluyla işlenecek hiçbir suç yoktur.
Orhan Aydın / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder