8 Ağustos 2018 Çarşamba

Sayıların siyasi anlamı - SELİN SAYEK BÖKE

Peki şimdi kaç oldu? Bu hafta boyunca Türkiye’de en çok sorulan soru bu oldu. Kimimiz için ödeyeceğimiz borç yükünün artışı kaygısı, kimimiz için maliyetlerin artmasıyla üretim bantlarının devamını sağlayabilme endişesi, kimimiz için işten çıkarılabileceği korkusunun cisimleşmiş hali bu soru.
Dolar 5.40 TL’yi gördü. 

Siz bu yazıyı okurken kaçı görmüş olacak hiç belli değil.

Oysa belli olması çok önemli. Zira ekonomimiz 466,7 milyar dolar borçla dışarıya göbekten bağlı. Önümüzdeki 12 ayda geri ödenmesi gereken 180 milyar dolarlık borç ve 57 milyar dolarlık cari açığın doğurduğu döviz ihtiyacı, kurdaki bu değişikliğin sayısal yükünü açıkca ortaya seriveriyor.

TL sadece dolara karşı değer kaybetmiyor. TL’nin tüm para birimlerine karşı değer kaybediyor olması, sorunun Türkiye ekonomisinin yapısından kaynaklandığının en açık göstergesi. Bugün döviz ve faizdeki sarmal, dış güçlerin etkisiyle değil, dış güçlerin etkisini bu derece arttıran bir ekonomik düzen kurulmuş olduğu için yaşanıyor. Yani Türkiye ekonomisini göbekten dışarıya bağlayanlar nedeniyle…

TL’deki değer kaybı son günlerde çok hızlandığından olmalı, Türkiye ekonomisindeki bütün yapısal sorunlar unutulmuş sanki tek sebep bugün yaşanan ABD ile olan gerginlikmiş gibi sunuluyor. Oysa şu veri bile meselenin birkaç günün meselesi olmadığını çok açıkça ortaya koymaya yetiyor: 5 yıl önce bugünlerde döviz 1.92 düzeyindeydi. 1 yıl önce bugünlerde 3.54 düzeyindeydi. 6 ay önce 3.80 düzeyindeydi. Yani TL düzenli bir biçimde 5 yıldır dolara karşı değer kaybediyor. Esas anlamamız gereken, çare üretmemiz gereken işte bu süreklilik kazanmış olan değer kaybı eğilimi!

Sürekli borç almaya muhtaç olan ve ekonomik kapasitesine hiç yatırım yapmamış bir ülkeye dönüştürülen Türkiye’ye borç verecek olanlar, hangi saikle borç verir? Öyle ki ülkenin borcunu geri ödeyebilmesi için gereken geliri yaratacak üretimi yok. Varını yoğunu betonlara gömmüş. Kamu ihaleleri üç-beş rantçı müteahhiti zenginleştirecek şekilde dağıtılmış. Hukuk bitirilmiş. Ülkeye dair herhangi bir kararı tek kişinin vereceği başkanlık adı verilen bir yönetim anlayışı getirilmiş. Demokrasi ve o demokrasinin temsil edildiği Meclis tamamen etkisizleştirilmiş. Bu durumda borç verenler nasıl bir faiz talep ederler? Daha düşük mü yoksa fahiş şekilde yüksek mi? Değer kaybeden paradan ve yükselen faizden kim sorumlu?

Mesele belli. Başkanlık rejimini kuranlar, bu düzenin ortağı rantçılar ve talancılar bugün hızlanarak altında kaldığımız TL değer kaybının ve faiz artışının sorumlusudur. Bu ülkenin yüzde 1’ini oluşturanlar, kendi geleceklerini bu toplumunun yüzde 99’unun geleceğinden daha değerli gören bir pervasızlıkla ülkeyi bu krizin içine el birliğiyle sürüklediler. Üstelik kurdukları bu düzende yüzde 99’u hep yok sayarak!

Zamlar, peşi sıra geldi. Gelmeye devam edecek. Üretim ithal girdiye bağımlı olduğu için TL her değer kaybettiğinde daha pahalı. Maliyetler artıyor. TL’deki bu değer kaybı enflasyon demek.

Ücretleri reel olarak düşürmenin taşları da döşendi. Asla tutturulamayan enflasyon hedefini amacından saptırıp calışanların ücretlerini düşürecek bir araca dönüştürme niyetini ‘’bağımsız’’ Merkez Bankası başkanına açıklattılar.
Artan zamlar ve vergiler, döviz kurundaki sert değer kaybıyla veya doğrudan düşürülen reel ücretler, hepsi ‘’kemer sıkma’’ politikalarının parçası. Üstelik, bu içine girdiğimiz döviz ve muhtemel borç krizi derinleştikçe IMF’nin de kapısını çalacaklar. Yani bugün IMF’siz başlayan kemer sıkma politikaları IMF ile devam edecek.

Yani yine, neoliberal düzenin ve onun siyasetinin dayattığı reçeteyi koyacaklar önümüze: Kemer sıkılmalı! Ama sıkılan kemer vatandaşın, emekçinin, yüzde 99’un olmalı. O kemer sıkılırken sorunun üzerine kimliklerden oluşan bir siyasi sosu da boca ediverirler. Bu siyasi sos kimi ülkede göçmenler, kimi ülkede inançlar, kimi ülkede milliyetçi değerler olur.

Avrupa örneklerinde krizin faturasının da krizden çıkışın reçetesinin içeriğinin de merkez sol partilerin politika tercihleriyle şekillendiğini gördük. Krizler sonrasında meydanları acı reçete karşıtı gösteriler doldurdu. Bunun yarattığı siyasi dinamik kimi ülkelerde sol siyasetin iktidarına, kiminde aşırı milliyetçi ve aşırı sağ siyasetin büyümesine yol açtı. Sol siyasetin büyüdüğü ülkelerde “kemer sıkmanın” ve krizin faturasının emekçilere yüklenmesinin reddine zemin hazırlandı. Oysa ”sol”un dahi neoliberal reçeteleri kabul ettiği örneklerde kimlik siyaseti herşeyi yuttu.

Örneğin, 2000’ler boyunca Portekiz çöküşü diye adlandırılan bir ekonomik yavaşlamanın ve derin krizin ardından Portekiz örneği. Sol değerlere dayanan ekonomik çözümle ekonomi büyüdü, kamu yatırımları da özel sektör yatırımları da arttı, işsizlik azaldı. Özelleştirmeler tersine çevrildi. Asgari ücret arttırıldı. Yoksul ailelerin enerji yükü hafifletildi. Ve tüm bunları yapmak için sosyal demokrat bir ekonomik anlayışla, kazanca göre vergi getirildi.

Oysa Avrupa’da birçok ülkede kemer sıkma politikaları uygulandı. Ve o ülkelerde ekonomi büyümedi. Ücretler azaldı. İşsizlik arttı. Sağlık hizmetleri kısıldı, çocuk ölümleri ve intiharlar arttı. İnsanlar evsiz kaldı. Üstelik de kemer sıkma politikalarını sahiplenerek sağa benzemeye çalışan sosyal demokrat siyasi partiler de krizin altında yok oldular.

Şimdi bize de başka alternatif yok, diye dayatılacak, olağanüstü koşullar var mecburuz, diyerek üzerimize boca edilecek olan bu acı reçeteye karşı çıkma zamanı. Emek, verimlilik ve sosyal programlar odaklı bir sosyal devlet anlayışını kurmanın siyasetinden geçiyor bunun yolu. Kemer sıkmaya direnen, acı reçeteyi gerçek sorumlularına yükleyen bir siyasetle bu popülizm dalgasını siyasete alet eden anlayışın önüne geçmek de ekonomiyi ayağa kaldırmak da mümkün.

Kemeri sıkılan değil, giysisi yeniden dikilen bir ekonomi ve bunun siyaseti… Yaşamın dayattığı o acil ihtiyacı, sayıların ötesinde okumakla başlayacak. Karşısına çıkan sayıların siyasi anlamını okursa eğer siyasetçiler, işte o zaman açılacak belki de bu siyasetin ve Türkiye’nin önü…

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder