25 Ağustos 2018 Cumartesi

Türkiye’de birikim rejiminin krizi - Prof. Dr. Alpaslan Akçoraoğlu / BİRGÜN

İthalata bağımlı Türkiye ekonomisinin, çok büyük boyutlara ulaşan ‘yapısal krizini’ günümüz dünya ekonomisi konjonktüründe aşması oldukça zor.


Türkiye, neoliberal küreselleşme sürecine 1990’lı yıllarda ‘bağımlı’ bir yarı-çevre ülke olarak eklemlenmiş ve küresel finans kapitalizmi ile yeni bir bağımlılık ilişkisi içine girmiştir. Türkiye gibi bağımlı finansallaşma birikim rejimini benimseyen ülkeler, yüksek faiz oranları sayesinde ileri kapitalist ülkelerin finansal piyasalarındaki sermaye fazlasını çekmeye çalışmaktadırlar. Küresel finansal sisteme entegre edilen yarı çevre ekonomiler, küresel kapitalizmin merkez ülkelerinde ortaya çıkan sermaye/tasarruf fazlası için yüksek getirilere sahip alternatif yatırım fırsatları sunmaktadırlar. Kredi arzındaki artışın tasarrufları ve yatırımları arttırması ve dolayısıyla iktisadi büyümeyi hızlandırması beklenmektedir.

90'lardan sonraki dönüşüm
Türkiye’nin 1990’lı yıllardan itibaren benimsediği iktisadi büyüme modelinin (bağımlı neoliberal finansallaşma) başarısı bütünüyle küresel likidite koşullarına bağlıdır. Dolayısıyla, küresel iktisadi/siyasal konjonktürün olumlu biçimde geliştiği dönemlerde Türkiye ekonomisi hızla büyümüş; buna karşın, küresel konjonktürün olumsuz gelişme gösterdiği dönemlerde ise iktisadi büyüme yavaşlamıştır. Türkiye’nin de içinde bulunduğu ve büyüyebilmek için küresel finans sermayesine derinden bağlanmış yarı-çevre ülkeler, üretimlerinin teknolojik yapısını geliştirememiş, uluslararası sermaye girişlerini üretken alanlara yönlendirememiş ve küresel kapitalist hiyerarşi içinde yükselme kapasitesi çok düşük ülkeler grubunda yer almaktadırlar.

Kapitalizm ile bütünleşme
Bir ortodoks yapısal uyum programı ile 1980’lerde neoliberal modeli benimseyen Türkiye, dünya kapitalizmi ile daha ileri düzeyde bütünleşmesini 1990 yılında uluslararası sermaye hareketlerini serbestleştirerek gerçekleştirmiştir. Küresel finans sistemi ile bağımlı biçimde bütünleşen Türkiye ekonomisinde, istikrarsız uluslararası finansal sermaye girişleri kırılgan, dış borç bağımlısı ve finansal dalgalanmalara duyarlı bir iktisadi büyüme kalıbı yaratmıştır. Uluslararası sermaye girişlerindeki ani duruşlar ve tersine dönme süreçleri 1994, 2000-2001’de şiddetli finansal-iktisadi krizlere neden olmuş ve 2009’da derin bir resesyon (gerileme) yaratmıştır. Son yıllarda küresel finans piyasalarında yaşanan olumsuz gelişmeler nedeniyle, yaklaşık 28 yıldır uygulanan küresel finans sermayesine bağımlı bu neoliberal büyüme/birikim rejimi artık ‘sürdürülemez’ duruma gelmiştir. Türkiye, 2013 yılından sonra ileri kapitalist merkezlerde ‘para politikasının normalleşmesinin’ yarattığı olumsuz küresel koşullar/konjonktür nedeniyle giderek yoğunlaşan yapısal ve derin bir ‘iktisadi büyüme/birikim rejimi krizine’ girmiştir.

Derin ve yapısal
Dünyanın önde gelen iktisatçıları (örneğin Paul Krugman) da Türkiye ekonomisinin 2018 yılında Doğu Asya-tipi bir klasik döviz ve dış borç krizine girdiğini belirtmektedirler. Türk Lirasının (TL) ABD dolarına karşı hızla değer kaybetmesi (2018 başından itibaren ABD dolarına karşı yaklaşık % 40 değer kaybı), yüksek enflasyon (ÜFE % 25), yükselen faizler (gösterge faiz oranı % 27.75) ve borçlanma maliyetleri, aşırı cari işlemler açığı (yaklaşık % 5.5), yüksek döviz cinsinden borç ve borçlarını ödeme kapasitesini kaybeden firma sayısının (büyük firmalar dahil) hızlı artışı gibi olumsuz iktisadi gelişmeler Türkiye ekonomisinin uzun, derin ve yapısal bir iktisadi krize girdiğini göstermektedir.

Finansallaşma özellikleri
Çevre ülkelerdeki finansallaşma olgusu merkez ülkelerden farklı özelliklere sahiptir. Çevre ve yarı-çevre ülkelerde finansallaşma, merkeze bağımlı bir nitelik taşımaktadır. Yarı-çevre ülkelerin 1980’lerden itibaren küresel finansal sistemle bütünleşmeye başlamalarıyla oluşan bu ‘yeni’ bağımlılık tipi ‘bağımlı finansallaşma’ veya ‘çevreye özgü finansallaşma’ olarak adlandırılmaktadır. Çevre/yarı-çevre ülkelerdeki bağımlı finansallaşmanın temel özellikleri şunlardır: (i) İktisadi büyümenin sürdürülebilmesi için uluslararası sermaye girişlerine ve dolayısıyla küresel finans sistemine bağımlılık. (ii) Yüksek reel faizler. (iii) Küresel sermayenin güvenini sağlamak için neoliberal politikalara (düşük enflasyon, sıkı para politikası, mali disiplin, düşük ücretler, özelleştirme vb.) bağlılık. (iv) Kredilerin hızlı artışı. Krediye dayalı finansallaşma, özel hane halklarına büyük miktarlarda kredi vererek, ücretlerin baskılanması nedeniyle daralan tüketimi finanse etmeyi amaçlamaktadır. Kredi genişlemesi pek çok çevre/yarı-çevre ekonomide emlak ve inşaat sektörlerinin çarpık biçimde hızlı büyümesine yönelik talebin sağlanmasına yardımcı olmaktadır.

'Radikal' dönüşüm
Türkiye’nin 1990’lardan itibaren benimsediği bağımlı neoliberal finansallaşma rejimi, 2001 krizinden sonra daha ‘radikal’ bir biçime dönüştürülmüş ve küresel finans sermayesine bütünüyle bağımlı bir birikim rejimine geçilmiştir. Bu birikim rejimi içinde 2000’li yıllarda şu önemli gelişmeler ortaya çıkmıştır: (i) Toplam borçlar içinde kamu sektörünün göreli borcu azalırken, özel kesim borçlarının göreli payı artmıştır. (ii) İç borçlar göreli önemini kaybederken, özel sektörün dış borçlarında çok hızlı bir artış olmuştur. (iii) Özel hane halkları borçları hızla artmıştır. (iv) İnşaat ve konut sektörü iktisadi büyüme modelinin ‘kilit’ sektörü olmuştur. Buna karşın, Türkiye’nin birikim rejimi diğer bazı yarı-çevre ülkelerde uygulanan bağımlı finansallaşma modellerinde görülen zayıflıkları yaşamıştır. Sermaye ithalatına aşırı bağımlılık ve yapısal/kronik yüksek cari işlemler açıkları gibi bu birikim rejimine özgü önemli sorunlar ortaya çıkmıştır. Döviz yetersizliği biçiminde ortaya çıkan ‘dış kısıt’ (döviz yetersizliği) olgusu, yarı-çevre ekonomilerdeki birikimin gelişimini yapısal olarak sınırlar. İhracatın ithalata bağımlılığı yüksek olduğundan, döviz kurunun yükseldiği dönemlerde (2013 sonrası) ise ihracatın artışı aynı zamanda ithalatı arttırdığından ‘yapısal yüksek dış açık’ sorununu aşmak mümkün olmamaktadır.

Bağımlılığın artışı
İleri kapitalist merkezlerin (özellikle ABD ve AB) geleneksel olamayan (istisnai) para politikaları (miktar kolaylaştırması) uygulamaları sayesinde 2008’de başlayan büyük krizin Küresel Güney’e etkisi sınırlı kaldı (bir anlamda krizin etkisi ‘geciktirildi’). İleri kapitalist merkezlerin miktar kolaylaştırması politikalarının neden olduğu yüksek likidite ve çok düşük faiz oranları (sıfıra yakın ve hatta negatif) Türkiye ve diğer yarı-çevre ekonomilere yönelik uluslararası sermaye akımlarında büyük artışlar yarattı. Küresel kriz sonrası dünya kapitalizm tarihinin en büyük parasal genişlemesinin ortaya çıkması, Türkiye’nin dış borçlanmaya bağımlı kırılgan birikim rejimini bir çöküş sürecine girmekten kurtarmış veya birikim rejiminin krizini 2018 ve sonrasına ertelemiştir. Küresel kriz (2008)’den bu yana yarı-çevre ekonomilerin küresel finansal sermayeye bağımlılığı artmış ve iktisadi yapıları küresel finansal şoklara karşı çok daha duyarlı hale gelmiştir. Türkiye ve diğer yarı-çevre ülkelerin resmi net döviz rezervleri büyük ölçekli bir uluslararası sermaye çıkışına karşı koruma sağlamak için oldukça yetersizdir.

Sermaye akışı
Mayıs 2013’te ABD Merkez Bankası (FED) genişletici para politikalarının sonuna yaklaşıldığını ve para politikasının normalleşme eğilimine gireceğini açıkladı. Dolayısıyla, küresel likidite arzının yüksek olduğu ve ABD Doları’nın değersiz tutulduğu (zayıf ABD Doları) dönemin artık sonuna gelinmişti. Küresel finansal sistemin merkez ülkesi ABD’nin para politikasının normalleşmesi yönündeki açıklaması ile birlikte Türkiye ve diğer yarı-çevre ülkelere doğru uluslararası sermaye akışı yavaşladı. FED’in ‘miktar sıkılaştırması’ politikasına kademeli geçişiyle birlikte uluslararası finans sermayesinin Türkiye’den çıkışı şu temel sonuçları doğurmuştur: 

(i) Kur artışı sonucu dış borçların TL cinsinden değerinin artması. 
(ii) Türkiye ekonomisinin ithalata bağımlılığı nedeniyle kur artışının enflasyona yansıması. 
(iii) Faiz oranının yükselmesi. 

Dolayısıyla, Türkiye ekonomisi bu süreçte dolar kurunun, enflasyonun, faiz oranlarının ve ulusal para cinsinden dış borçların birlikte yükseldiği bir iktisadi çıkmazın içine girmiştir.

Kritik ikilem
Küresel likidite arzının daralması koşullarında Türkiye’de para politikası kritik bir ikilemin içine girmiş durumdadır. Küresel likidite arzının yüksek olduğu 2001-2008 ve 2010-2013 dönemlerinde, Türkiye’nin uluslararası finansal sermayeyi çekebilmesi için faiz oranlarını çok yükseltmesi gerekmemiştir. Buna karşın, 2013 sonrası küresel konjonktürde dış finansman maliyetleri artmıştır ve dolayısıyla Türkiye’nin sermaye girişlerini sağlayabilmesi için çok daha yüksek faiz oranlarına gereksinimi vardır. Eğer merkez bankası faiz oranında önemli artışlar yapmazsa, döviz kuru, enflasyon ve şirketlerin TL cinsinden dış borçları yükselecektir. Uluslararası finansal piyasaların güveninin sarsılmasının yarattığı bir finansal kriz sonucunda ekonomi uzun ve derin bir resesyona sürüklenebilir. Buna karşın, para otoritesi politika faiz oranında yüksek artışlara yönelirse (agresif faiz politikası), döviz kurundaki artışı engellemesine karşın, reel sektör şirketlerinin (özellikle inşaat ve enerji) borçlanma maliyetleri artacak ve bireysel kredi talebi daralacaktır. Dolayısıyla, bu ikinci seçeneğin uygulanması durumunda, iktisadi büyüme oranında önemli bir yavaşlama olması ve inşaat/enerji gibi Türkiye ekonomisinin kilit sektörlerinde iflasların yaşanması beklenebilir.

                                                          ***
Yarı-çevre ekonomiler
İleri kapitalist merkezlerde büyük çaplı bir finansal kriz, küresel sermayenin kitlesel biçimde çekilmesine neden olur ve yarı-çevre ekonomilerde önemli iktisadi sorunlar yaratır. Bağımlı neoliberal finansallaşmaya dayalı iktisadi büyüme/birikim modelini benimseyen yarı-çevre ekonomiler küresel kapitalist merkezlerdeki krizlere karşı çok duyarlı ve ‘kırılgan’ bir iktisadi yapıya sahiptirler. İleri kapitalist ekonomilerden farklı olarak, yerli paraları cinsinden dış borçlanma olanağına sahip olmayan yarı-çevre ekonomiler küresel sermaye akımlarının yavaşlaması veya durması risklerine karşı çok daha duyarlıdırlar.
                                                            ***
Nasıl aşılabilir?
Küresel finans sistemine ve ithalata bağımlı Türkiye ekonomisinin, çok büyük boyutlara ulaşan ‘yapısal krizini’ günümüzdeki dünya ekonomisi konjonktüründe aşması oldukça zor görünmektedir. Bir yandan üretken olmayan sektörlerin ekonomide kilit (inşaat/konut, mega altyapı yatırımları) bir role sahip olması nedeniyle ve diğer yandan da düşük/orta teknolojilerin egemen olduğu sanayi ve ihracat yapısı ile Türkiye ekonomisinin küresel kapitalist rekabet ortamında başarılı olması olanaksızdır. Bu birikim rejimi ithalata bağımlı, istikrarsız ve çarpık bir iktisadi büyüme süreci yaratmıştır. Yapısal iktisadi krizini aşabilmek için Türkiye ekonomisinin büyük ve kapsamlı bir ‘dönüşüme’ gereksinimi vardır. Buna karşın, 1990’ların başından itibaren uzun bir süreç boyunca uygulanan bağımlı neoliberal finansallaşmaya dayalı birikim rejiminin yarattığı çarpık iktisadi yapılanmayı değiştirmek kolay olmayacaktır.

Prof. Dr. Alpaslan Akçoraoğlu / Gazi Üniversitesi / İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi

BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder