Tahtakuruları. Eksik ödenen, hatta ödenmeyen haklar. Ölümler. Görünmeyenler.
Aylardır, yıllardır hayatın her köşesinde, verilerin içinde gizli gerçekler bunlar. Türkiye, iş cinayetlerinde AB birincisi, çalışırken can kaybı AB ortalamasının 5-6 katı. Üstelik her şey gibi iş cinayetleri de kayıtdışı! Yani bu rakamlar dahi gerçeği tümüyle ortaya koymuyor. Ha kimi için zaten bu rakamlar yuvarlanabilir sayılardan ibaret, insan canından değil. İşin vahşetini, düzenin hoyratlığını bundan daha somut ortaya koymak mümkün olmasa gerek.
“Ezilenlerin ve itiraz edenlerin hayaleti yeniden meydanlarda dolaşıyor...” Bundan aylar önce, o tarihi manifestodan ilhamla, bu müthiş tespiti bir kez de Gelecek için Biz olarak hatırlatmıştık. Amacımız, siyaset tarafından yok sayılanların potansiyel siyasi gücünü ve önemini hatırlatmaktı.
Şimdi o “hayalet”, Türkiye’nin dört bir yanında sarı baretlilerin, mavi önlüklülerin şimdilik sessiz ve mütevazı itirazında vücut buluyor.
Saray rejiminin ranta dayanan politik ekonomisi gümbür gümbür çöküyor. İhtiyacımızın bugünden farklı bir siyaseti örgütlemek olduğu her geçen gün daha da belirginleşiyor. İtirazın dolar garantili avanta ihalelerle kaynak aktardıkları yandaş şirketlerin şantiyelerinden yükseliyor olması, çöküşün de, bu yeni siyaset ihtiyacının da tescili adeta.
Bu ihtiyaç duyulan siyaseti örgütleyecek politik özneyi hala hakkıyla ortaya çıkarabilmiş değiliz... Bırakın Sanayi 4.0 devriminin doğuracağı yeni üretim şeklinin ortaya çıkartacağı yeni emekçi tanımını yapmayı, bugünün ücretli çalışanlarını dahi bu siyasette ortaklaştıracak bir okumayı egemen kılabilmiş değiliz henüz. Ama sınıf çağırmaya devam ediyor. Flormar’dan, Cargill’den, 3. Havalimanında duyduğumuz haykırış işte bu çağrının başlangıcı.
Çelişkiler derinleşiyor
Bunca baskıya, bunca karşı propagandaya, bunca örgütsüzlüğe rağmen emekçilerden yükselmekte olan bu ses sürpriz değil. Rejimin, krize yol açan politik ekonomisinde, sınıfsal tercihi her zaman çok açıktı. Yüzde 99’u yok sayan yüzde 1’i zenginleştiren bu ekonomik düzende yok sayılan sınıflarla, kimlikler üzerinden kurulan koalisyonlar ekonomi çöktükçe kırılganlaşıyor. Ekonomi sıkışırken, ekonomik olarak yok sayılanlar belirginleşiyor, çelişkiler derinleşiyor.
Daha da belirginleşecek, daha da derinleşecek…
Ekonomik kriz derinleştikçe saray rejimi kendini var eden politik ekonomiyle uyumlu davranmayı da sürdürüyor. Krizin faturasını, krizi çıkartan düzenin rantçı ortaklarına değil yüzde 99’a yüklemekte kararlı. Bu böyle olmayı sürdürdükçe de sınıfın çağrısı güçlenecek.
Bugün mesele, toplumsal muhalefetin örgütlü güçlerinde sorumluluk üstlenen bizlerin, eşitlikçi, özgürlükçü yeni bir siyaseti oluşturmamıza, daha da önemlisi bu işi de bu siyaseti çağıran politik özneyle buluşturmamıza dayandı, bir kez daha. Şimdi hiç vakit kaybetmeden ekonomik krizin bedelini, krizi çıkaranların ve krizi yaratan bu düzenden beslenenlerin ödemesi için toplumsal muhalefeti, bu düzende kaybeden, sömürülen yüzde 99 ekseninde örgütlemenin yollarını bulmalıyız. Aynı zamanda da yaklaşmakta olan yerel seçimleri, bu toplumsal dinamiğin artık siyasete taşınmaya başladığını gösterecek bir dönüm noktasına çevirmeliyiz.
Şu açık ki, yerel siyaset ve kent yönetimi anlayışıyla, Saray rejiminin politik ekonomisi çok derin bir yapısal ilişki içinde. Belediyeler üzerinden kentteki yaşam alanlarının talan edilmesiyle yaratılan imar rantları, rejimin devasa “havuzunun” önemli bir parçası. Tam da bunun ışığında, bugün yerel seçimler, rejimin Belediyelerden başlayan bu mihenk taşına karşı, insan odaklı sosyal demokrat belediyeciliği; kente bakınca rant gören beton ekonomisine karşı da kapsayıcı ve demokratik bir kent yaşamını kurmanın bir fırsatı... Yani yeni bir siyasetin ilk pratiğini…
Elbette böyle bir dönüşüme talip olabilmek, bizim için de süslü sözlerin, anahtar kelimelerin ve program açıklamalarının ötesinde bir anlayış değişikliğini gerektiriyor.
Rantçı belediyeciliğe karşı gerçek ve inandırıcı bir alternatif önerebilmenin yolunu, samimi ve açık bir şekilde ortaya koymamız gerek. Bu yol, aday belirleme yönteminden, adayın profiline; hangi toplumsal kesimlerin çıkarlarının önceleneceğinden, uygulanacak yönetim modeline kadar, tümünü çevreleyecek genel siyaset anlayışı ve iddiasında bir dönüşümü gerçekleştirebilmemizden geçiyor.
Yani yerel seçimlere giderken önümüzde bir kez daha aynı temel sorular var.
Kimin sesine kulak vereceğiz?
Yine “Türkiye’nin yüzde 70’i sağcıdır” şeklindeki ezbere sarılarak, “muhafazakar” adaylar, ılımlı söylemlerle mütedeyyin seçmene sağın diliyle seslenme derdine mi düşeceğiz? Yoksa evrensel değerler, sınıfsal bakış açısı ve kendi dilimizle bu düzenin dışladığı milyonların önüne, ihtiyacını bizzat kendilerinin haykırıyor olduğu yeni bir siyaseti, yeni bir kent hayalini mi koyacağız?
Aday belirlerken, gerçekten katılımcı, toplumsal muhalefetin talep ve beklentilerine kulağını açan, geniş tabanlı demokratik bir süreç mi işleteceğiz? Yoksa dar kadroculukla, parti içi siyasi hesaplarla, mevcut ilişkiler bütününü muhafaza etmeyi mi tercih edeceğiz?
Profilde, iddiada ve ideolojide veya işin felsefesinde gerçekten ayrışmaya cesaret edip, yeni bir politik ekonominin, eşitliğe ve özgürlüğe dayanan bir siyasetin nüvesini mi ortaya koyacağız, yoksa proje ve hizmet siyaseti adı altında siyasetsizlikte mi boğulacağız?
Hangi sese kulak vereceğiz?
3.Havalimanı’ndan, Flormar’dan, Cargill’den, Adalet Yürüyüşü’nden, Gezi’den yükselene mi, yoksa düzenin kalemlerinden, danışmanlarından, yorumcularından, anketçilerinden fısıldanan ezberlere mi?
SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN
Aylardır, yıllardır hayatın her köşesinde, verilerin içinde gizli gerçekler bunlar. Türkiye, iş cinayetlerinde AB birincisi, çalışırken can kaybı AB ortalamasının 5-6 katı. Üstelik her şey gibi iş cinayetleri de kayıtdışı! Yani bu rakamlar dahi gerçeği tümüyle ortaya koymuyor. Ha kimi için zaten bu rakamlar yuvarlanabilir sayılardan ibaret, insan canından değil. İşin vahşetini, düzenin hoyratlığını bundan daha somut ortaya koymak mümkün olmasa gerek.
“Ezilenlerin ve itiraz edenlerin hayaleti yeniden meydanlarda dolaşıyor...” Bundan aylar önce, o tarihi manifestodan ilhamla, bu müthiş tespiti bir kez de Gelecek için Biz olarak hatırlatmıştık. Amacımız, siyaset tarafından yok sayılanların potansiyel siyasi gücünü ve önemini hatırlatmaktı.
Şimdi o “hayalet”, Türkiye’nin dört bir yanında sarı baretlilerin, mavi önlüklülerin şimdilik sessiz ve mütevazı itirazında vücut buluyor.
Saray rejiminin ranta dayanan politik ekonomisi gümbür gümbür çöküyor. İhtiyacımızın bugünden farklı bir siyaseti örgütlemek olduğu her geçen gün daha da belirginleşiyor. İtirazın dolar garantili avanta ihalelerle kaynak aktardıkları yandaş şirketlerin şantiyelerinden yükseliyor olması, çöküşün de, bu yeni siyaset ihtiyacının da tescili adeta.
Bu ihtiyaç duyulan siyaseti örgütleyecek politik özneyi hala hakkıyla ortaya çıkarabilmiş değiliz... Bırakın Sanayi 4.0 devriminin doğuracağı yeni üretim şeklinin ortaya çıkartacağı yeni emekçi tanımını yapmayı, bugünün ücretli çalışanlarını dahi bu siyasette ortaklaştıracak bir okumayı egemen kılabilmiş değiliz henüz. Ama sınıf çağırmaya devam ediyor. Flormar’dan, Cargill’den, 3. Havalimanında duyduğumuz haykırış işte bu çağrının başlangıcı.
Çelişkiler derinleşiyor
Bunca baskıya, bunca karşı propagandaya, bunca örgütsüzlüğe rağmen emekçilerden yükselmekte olan bu ses sürpriz değil. Rejimin, krize yol açan politik ekonomisinde, sınıfsal tercihi her zaman çok açıktı. Yüzde 99’u yok sayan yüzde 1’i zenginleştiren bu ekonomik düzende yok sayılan sınıflarla, kimlikler üzerinden kurulan koalisyonlar ekonomi çöktükçe kırılganlaşıyor. Ekonomi sıkışırken, ekonomik olarak yok sayılanlar belirginleşiyor, çelişkiler derinleşiyor.
Daha da belirginleşecek, daha da derinleşecek…
Ekonomik kriz derinleştikçe saray rejimi kendini var eden politik ekonomiyle uyumlu davranmayı da sürdürüyor. Krizin faturasını, krizi çıkartan düzenin rantçı ortaklarına değil yüzde 99’a yüklemekte kararlı. Bu böyle olmayı sürdürdükçe de sınıfın çağrısı güçlenecek.
Bugün mesele, toplumsal muhalefetin örgütlü güçlerinde sorumluluk üstlenen bizlerin, eşitlikçi, özgürlükçü yeni bir siyaseti oluşturmamıza, daha da önemlisi bu işi de bu siyaseti çağıran politik özneyle buluşturmamıza dayandı, bir kez daha. Şimdi hiç vakit kaybetmeden ekonomik krizin bedelini, krizi çıkaranların ve krizi yaratan bu düzenden beslenenlerin ödemesi için toplumsal muhalefeti, bu düzende kaybeden, sömürülen yüzde 99 ekseninde örgütlemenin yollarını bulmalıyız. Aynı zamanda da yaklaşmakta olan yerel seçimleri, bu toplumsal dinamiğin artık siyasete taşınmaya başladığını gösterecek bir dönüm noktasına çevirmeliyiz.
Şu açık ki, yerel siyaset ve kent yönetimi anlayışıyla, Saray rejiminin politik ekonomisi çok derin bir yapısal ilişki içinde. Belediyeler üzerinden kentteki yaşam alanlarının talan edilmesiyle yaratılan imar rantları, rejimin devasa “havuzunun” önemli bir parçası. Tam da bunun ışığında, bugün yerel seçimler, rejimin Belediyelerden başlayan bu mihenk taşına karşı, insan odaklı sosyal demokrat belediyeciliği; kente bakınca rant gören beton ekonomisine karşı da kapsayıcı ve demokratik bir kent yaşamını kurmanın bir fırsatı... Yani yeni bir siyasetin ilk pratiğini…
Elbette böyle bir dönüşüme talip olabilmek, bizim için de süslü sözlerin, anahtar kelimelerin ve program açıklamalarının ötesinde bir anlayış değişikliğini gerektiriyor.
Rantçı belediyeciliğe karşı gerçek ve inandırıcı bir alternatif önerebilmenin yolunu, samimi ve açık bir şekilde ortaya koymamız gerek. Bu yol, aday belirleme yönteminden, adayın profiline; hangi toplumsal kesimlerin çıkarlarının önceleneceğinden, uygulanacak yönetim modeline kadar, tümünü çevreleyecek genel siyaset anlayışı ve iddiasında bir dönüşümü gerçekleştirebilmemizden geçiyor.
Yani yerel seçimlere giderken önümüzde bir kez daha aynı temel sorular var.
Kimin sesine kulak vereceğiz?
Yine “Türkiye’nin yüzde 70’i sağcıdır” şeklindeki ezbere sarılarak, “muhafazakar” adaylar, ılımlı söylemlerle mütedeyyin seçmene sağın diliyle seslenme derdine mi düşeceğiz? Yoksa evrensel değerler, sınıfsal bakış açısı ve kendi dilimizle bu düzenin dışladığı milyonların önüne, ihtiyacını bizzat kendilerinin haykırıyor olduğu yeni bir siyaseti, yeni bir kent hayalini mi koyacağız?
Aday belirlerken, gerçekten katılımcı, toplumsal muhalefetin talep ve beklentilerine kulağını açan, geniş tabanlı demokratik bir süreç mi işleteceğiz? Yoksa dar kadroculukla, parti içi siyasi hesaplarla, mevcut ilişkiler bütününü muhafaza etmeyi mi tercih edeceğiz?
Profilde, iddiada ve ideolojide veya işin felsefesinde gerçekten ayrışmaya cesaret edip, yeni bir politik ekonominin, eşitliğe ve özgürlüğe dayanan bir siyasetin nüvesini mi ortaya koyacağız, yoksa proje ve hizmet siyaseti adı altında siyasetsizlikte mi boğulacağız?
Hangi sese kulak vereceğiz?
3.Havalimanı’ndan, Flormar’dan, Cargill’den, Adalet Yürüyüşü’nden, Gezi’den yükselene mi, yoksa düzenin kalemlerinden, danışmanlarından, yorumcularından, anketçilerinden fısıldanan ezberlere mi?
SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder