soL "Köşebaşı + Gündem" -28 Ekim 2025-

Yargı paketinde sansür yasası: AKP'nin kelime oyunları -Mert Doğan-

11. Yargı Paketi'nde erişim engelleme kararlarının dayanağı olan 5651 sayılı kanuna ilişkin yeni düzenlemeler de bulunmakta. AKP Anayasa Mahkemesi'nin iptal ettiği maddeleri kelime oyunlarıyla yeniden mevzuata sokmaya çalışıyor.

AKP tarafından meclise sunulan 11. Yargı Paketinde, internet yayınlarının üzerinde adeta Demokles’in kılıcı gibi sallanan, erişim engelleme kararlarının dayanağı olan 5651 sayılı kanuna ilişkin yeni düzenlemeler de bulunmakta. Bu düzenlemelere ilişkin söyleyeceğimiz ilk şey, AKP’nin kelime oyunlarıyla Anayasa Mahkemesi'nin iptal ettiği maddeleri yeniden mevzuata sokma çabası olduğudur.

İçeriğin çıkarılmasına yeni tanım: İnternet ortamından çıkarma

Anayasa Mahkemesi, 11 Ekim 2023 tarihli kararıyla, 5651 sayılı kanunda geçen “içeriğin çıkartılması” ibaresinin BTK Başkanına içeriğin kalıcı olarak internet ortamından kaldırma yetkisi vermesi nedeniyle ihlal kararı vermiştir.

Yeni kanun tasarısında içeriğin çıkartılması kararının tanımına “İçeriğin internet ortamından çıkarılması” ibaresi eklenmiştir. Değişikliğin gerekçesinde bu tanımın “içerikler, gerektiği durumda geri döndürülebilir şekilde internet ortamından çıkarılmasına” imkan sağlayacak şekilde düzenlendiğine yer verilmiştir. Ancak buradaki “geri döndürme”nin nasıl yapılacağı herhangi bir hukuki güvenceye bağlanmamıştır. 

AKP’nin hayata geçirdiği tüm mevzuat değişikliklerinde görülen şekilsizlik burada da karşımıza çıkmakta. Gerek kelime oyunlarıyla gerekse muğlak ifadelerle Anayasa Mahkemesi'nin iptal ettiği halden daha sorunlu bir şekille mevzuatımıza sokulmak istenmektedir. AYM’nin 11 Ekim 2023 tarihli kararındaki ihlale neden olan BTK Başkanına tanınan yetki yeniden verilmiş ve içerik çıkarma işlemi bir tanımsal rötuşla yeniden kanuna sokulmuştur. Bununla birlikte BTK Başkanının ifade özgürlüğünü zedeleyici yetkisine hiçbir kısıtlama yahut hukuki denetim mekanizması tariflenmemiştir.

Yeniden diriltilen madde: 9. Madde

Anayasa Mahkemesi'nin yukarıda atıf yaptığımız maddesinin kül halinde kaldırdığı 9. madde, bu yargı paketiyle tekrar hayatımıza sokulmaktadır. Madde daha önce mahkemenin “9. maddenin kapsamı ve sınırlarının belirli olmamasının yargı makamlarına geniş bir takdir alanı yarattığı ve Anayasa Mahkemesi'ne yapılan başvurulara ilişkin somut olaylara bakıldığında 9. madde kapsamında verilen kararlara karşı itirazlardan sonuç almanın zor olduğunun görüldüğü değerlendirilmiştir” ifadesiyle ihlal kararına hükmettiği düzenleme ihlal konusu bütün unsurlarını içerir şekilde, üstelik daha fazla yaptırım düzenleyerek geri getirilmiştir.

Yargı paketiyle sosyal medyaya yönelik de yeni yaptırımlar düzenlenmiştir. Deprem döneminde sık sık uygulanan ve internete sansürün hükümetçe tercih edilen metodu olan bant daraltma artık hukuk mevzuatımızda da yerini almayı beklemektedir.  İçerik çıkarma kararını yerine getirmeyen sosyal medya mecralarının önce yüzde 50 sonra yüzde 90 daraltmaya maruz kalabileceği düzenlemede yer verilen bir yaptırım olarak düzenlenmiştir. 

Aynı tas aynı hamam: Sulh ceza hakimliklerine tanınan takdir yetkisi

Kanun tasarısında ülkemizde neredeyse hak ihlali makinalarına dönüşmüş olan sulh ceza hakimliklerine verilen yetkiler aynen korunmuştur. Matbu kararlar, etkisiz başvuru yolları ve verilecek kararlardaki takdir yetkisinin nasıl kullanılacağına ilişkin hiçbir düzenleme yapmayan kanun tasarısı, hakimliklere “Sulh ceza hâkimliğince, ayrıntılı bir inceleme yapılmasına gerek olmaksızın ihlalin ilk bakışta anlaşılabildiği hâllerde yirmi dört saat içinde içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararı verilir.” hükmüyle belirsiz bir takdir alanı bahşetmektedir. Her ne kadar AYM tarafından atıf yapılan “ilk bakışta anlaşılabilme” ilkesine yer verilmişse de sulh ceza hakimliklerinin bu ilkeyi işletebilecek niteliklere sahip olduğunu düşünmek halihazırda hayalci bir yaklaşımdır. 

Yargı paketinde hakimliklere “ilk bakışta anlaşılabilen” lafzıyla son derece muğlak ve geniş bir takdir yetkisi verilmiştir. Üstelik bu takdir yetkisinin denetimi de yine bir numara sonraki sulh ceza mahkemesine bırakılmıştır. Kanun tasarısında sulh ceza hakimliği incelemelerine dönük eleştirilere bir cevap olarak “itiraz edilen hâkim veya itirazı incelemeye yetkili merci gerekli görmesi halinde tarafları dinleyebilir” hükmü düzenlenmişse de adeta hukuk mezbahası haline gelen sulh ceza hakimliklerinin bu hukuki dinlenilme talebine karşı duruşma açma gibi bir lütfu bize sağlayacağını düşünmek gerçekçi görünmemektedir. Bu düzenleme ne AYM eleştirisini ne hukukçuların itirazlarını gidermeye uygun değildir. 

Sonuç

11. Yargı Paketiyle 5651 sayılı kanunun hak ihlali barındıran ve Anayasa Mahkemesi tarafından kaldırılan maddeleri çeşitli rötuşlarla yeniden yürürlüğe konulmak istenilmektedir. Hukuk sistemimizin AKP’li yıllarda yapılan kötü yamalar nedeniyle sürekli hak ihlallerine neden olan yapısı tekrar edilmiştir. Özü itibariyle basına ciddi sansürlerin önünü açacak yeni bir düzenlemeyle karşı karşıyayız. 

***

‘Kanınızla abdest alacağız’ diyen AKP’li var: Üniversitedeki maskeliler ve palalı saldırganlar kim?

Hacettepe Üniversitesi’nde uzun yıllardır rektörlük desteğiyle hakimiyet kurmaya çalışan faşist ve gerici gruplar, bir süredir ciddi güç kaybetmişti. Üniversitede çetecilik ve uyuşturucu iddialarıyla anılan gruplar etki kaybedince, bu kez üniversite dışından getirdikleri ekiplerle maskeli, palalı bir saldırı planladılar.

“Ey kansız şerefsiz köpekler. Sizi o okulun bahçesine gömmek, kanınız ile abdest almak bizlere helaldir. Fakülteler bizimdir! Siz ancak böyle kahpece pusular ile, 100 kişi 10 kişiye saldırırsınız. Sizin en delikanlınız sarı torbanın içinde can verecek! Derhal gereği yapılacak! O terörist köpeklere en ağır şekilde karşılığı verilecek!”

Hacettepe Üniversitesi’nde yapılan maskeli ve palalı saldırıdan dakikalar önce böyle bir paylaşım yapıldı.

Paylaşımı yapan isim AKP’nin Gençlik Kolları yöneticilerinden Ömer Oğuz Yıldız.

O kadar rahat ki, “kanınızla abdest alacağım” diyor ve bu mesajına İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’u ekliyor.

Gerçekten büyük bir rahatlık…

Bu rahatlığın arkasından yüzlerini maskeyle kapatan, ellerinde satır ve pala olan saldırganlar, öğrencileri hedef alıyor.

Tüm bu saldırıdan sonraysa üniversite güvenliğinin ellerinde pala ve satır olan saldırganlarla kol kola görüntülerini gördük, peki neler oldu?

Beytepe’de yaşananların özeti

Uzun süredir doğrudan polis, özel güvenlik ve rektör eliyle Hacettepe Üniversitesi çetelere teslim edilmiş durumdaydı.

Uyuşturucu satışından her türlü çeteci faaliyete kadar her şey bu odaklar tarafından yerine getiriliyordu.

Öncesinde solcuları hedef alan, siyasi faaliyet yürütmesine olanak vermeyen ve attıkları her adımı soruşturma konusuna çeviren Rektörlük, bu odaklar güç kaybedince bir süredir çaresiz kalmıştı.

Belli ki çare olarak dünkü plan devreye sokuldu.

Üniversitede uzun zamandır güç kaybeden Ülkü Ocakları, dün Beytepe’de “reis devir teslim töreni” adı altında bir buluşma gerçekleştirdi.

Buluşma öncesi de yine bu grubun merkezinde olduğu bir gerginlik yaşandı.

Sonrasında bu planı öncesinden yaptığı anlaşılan grubun, üniversiteye pala, satır ve bıçak soktuğunu görmüş olduk.

Öyle ki paylaştıkları bir videoda “sallamalar nerede” ifadeleri duyuluyor.

Yani zaten üniversiteye soktukları bu saldırı aletlerini kullanmak üzere oradalar ve buna uygun bir an bekliyorlar. 

Yüzlerini maskeyle kapatmaları ise bir hayli ilginç.

Okulda sayısı giderek azalan bu grupların dışardan destek aldıkları biliniyor. Elinde pala bulunan saldırganlardan birisi Cebeci’de kendine “reis” diyen bir Ülkü Ocakları mensubu örneğin.

Yüzlerini de bu nedenle kapattıkları düşünülüyor. Okul dışından öğrencilere saldırmak için ellerini kollarını sallayarak içeri giren, üstelik de bıçak, pala, satır sokan bu grubun yüzünü kapatması, olsa olsa kendilerine destek veren okul yönetimi ve özel güvenliğe teşekkürle ilgili olabilir.

Saldırının hemen öncesinde AKP’nin gençlik kolları yöneticinin paylaşımını aktardık.

Satırlı saldırı sonrası bu paylaşımların bir benzerini Ankara Ülkü Ocakları Üniversitelerden Sorumlu İl Başkan Yardımcısı sıfatıyla Kayra Utku Sürenler de yaptı:

Ülkü Ocakları yöneticilerinin satırlı saldırı sonrası paylaşımı

Üstelik bu saldırı bir de çarpıtmayla ilişkilendirildi.

İddiaya göre solcu öğrenciler “bayrak indirmeye” çalıştı, önce onlar saldırdı.

Bayrak indirme iddiasının hiçbir karşılığı yok tabii ki. Hiçbir solcu öğrencinin bayrak indirmeye çalıştığı yok, klasik faşist çete çarpıtmasından ibaret olan bu paylaşım, üniversiteye satır sokulmasını meşrulaştırmak için atılan bir yalandan ibaret. Önce onlar saldırdı çıkışı ise günlerdir hazırlanan bu provokasyonu devreye sokmak için ana gerekçe haline getirilmiş durumda. Her şey planlanmış durumda yani.

Provokasyonu başlatan, baştan sona kadar tüm bu satırlı saldırıyı planlayanların Ülkü Ocakları mensupları olduğu ortada. Destek aldıkları gruplar ise örgütsüz faşist çeteler ve AKP'liler.

Güvenlikler satırların okula alınması talimatını kimden aldı?

Tüm bu saldırılar sonrası akıllardaki sorulardan biri, hem satırlı saldırganların hem de güvenliklerin rahatlığı oldu.

Okula giren çetelerin kullandığı araçların plakaları kayıtlı değil, durduran dahi yok.

Okul öğrencisi olmayan saldırganlar ellerini kollarını sallayarak okula giriyor.

Satırlı saldırıyı engellemek için tek adım dahi atmıyor okul güvenliği, aksine satırlı saldırı sona erdiğinde sırt sıvazlayan görüntüler kameralara yansımış durumda.

Tablo oldukça net. Hacettepe'de güç kaybeden çetelerin yeniden üniversitede terör estirmesi için dün güçlü bir adım atıldı. Rektörlüğün bu saldırı sonrası hangi adımları atacağı, talimatı kendilerinden aldığı düşünülen güvenlikleri ve satırlı saldırganları nasıl koruyacağı merak konusu.

***

Bahis ‘trajedisi’ ya da bilindik işlerin tezahürü mü?-İsmail Sarp Aykurt-

Günümüzde, kapitalizmin bağrında icra edilen futbolun ısrarla bir oyun olduğundan bahsedecek olursak şayet, o oyun anca bir “bahis oyunu” olarak tasvir edilebilir. Mücadele edilmesi gereken ise sadece bahis değil, bahisi yaratan sistem olan kapitalizmdir, egemen parasal ve ticari ilişkilerdir, onun yönetici kurumlarıdır, baronlarıdır.

Hiç tarih tekerrürden ibaret olur mu?

Tarih olmaz da bizim futbolumuzda tekerrürler mümkündür. Kırılmalar, döngüler, operasyonlar, skandallar...

Bu kez de Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun hakemler ve bahis üzerine yaptığı açıklamayla birlikte, ülke futbolu yeni bir kırılmanın eşiğine varmış bulunuyor.

Aslına bakılırsa ülkede kırılacak pek bir şey kalmadığı da ortada.

Kırılsa kırılsa bizim müsabakaları izleme şevkimiz kırılıyor olsa gerek.

Mükerrer bir açıklamaya gerek yok ancak “profesyonel liglerde maç yöneten 571 aktif hakemin 371'inin bahis hesabının olduğu ve 152'sinin aktif olarak bahis oynadığı” iddiası, bende kişisel bir şaşkınlığa neden olmadı. Bu kanaat, hakemlerin bunu zaten yapıyor oluşları ya da onlardan bunun da beklenebileceği algısı üzerine de kurulu değil. Hakemleri eleştirmeye, onları infaz etmeye alışmış bir futbol taraftarlığı için hakemleri suçlamak ya da onları etiketlemek kolaydır. Kolay olmayan ise gerçekten de bahisle mücadele etmek ve bunun araçlarını geliştirmek...

Peki bu, TFF’den beklenebilir mi ya da bu konuda TFF, MHK ya da diğerleri güvenilir kurumlar mıdır? Şüphe yok ki tartışmalıdır, tartışmalı olan da bir nihai çözüme varamaz. “Temiz eller” operasyonu için önce elleri yıkamak gerekir çünkü.

Ama ülkenin böylesine büyük bir toplumsal çürümenin içinde debelenmesinin varacağı sonuçlar arasında bunların da olması normal. Olayı normalleştirmiyorum, futbolun bu kadar büyük bir piyasada, gerek sponsorluklar gerekse envai çeşit işletmenin içinde, milyon dolarların saçıldığı bir transfer düzeninde, “taraftarlık” dediğimiz, artık bağnazlığa varan bir akıl tutulmasıyla birlikte nereye varacağını sanıyordunuz?

Bahis bunlardan birisidir ve paranın egemen olduğu her sektörde yasalı da vardır yasadışı olanı da, sıcak topu da vardır soğuk topu da, yolsuzluğu da vardır, sponsoru da, Demirören’i de vardır, milli piyangosu da...

Sponsorluğun kimyasından daha önce ayrıntısıyla bahsetmiştik. Öyle “kazan-kazan” laubaliliğiyle hoş gösterilecek şey değildir. Kulüp başkanlarının da açıklamaları bir yana, kulüplerin de bahisle olan “içsel münasebetleri” hem sponsorluk düzeyinde hem de kişisel olarak tahmin edilebilir.

Olay yine bataklık meselesi değil; sivrisinek vızıltısıdır.

Biraz bahis tarihi: 'Sizi bir yerden hatırlıyor gibiyim...'

Hiç arama motorlarına “yasal bahis” yazıp sonuçlara göz attınız mı?

Sonuçlara ve bahisin sektörleşme dinamiklerine bakıldığında (yasal olsun ya da olmasın sonuç değişmez) yaşananların skandal değil piyasacı sporun alametifarikası olduğu sonucu çıkıyor.

Bahis kelimesi akıllara geldiğinde ise hesap kiralama, bankamatikçiler, ulusal ve uluslararası bahis baronları ve mafyaları, kumar, para aklama vb. gibi kavramlar canlanıyor.

Yasal ya da yasa dışı bahisin en çok rağbet gördüğü zamanlar, yoksulluğun ve bireylerin kaygı oranlarının tavan yaptığı dönemlere denk düşer. Bu bir yozlaşma semptomudur. Burada örnek olayımız her ne kadar “hakemler” olsa da bu türden büyük bir toplumsal yozlaşma, ülkedeki gerilemenin bir semptomu olarak sabittir.

Türkiye’de milyonlarca insan cebinde adeta kumarhane taşıyor ve 24 saat aktif platformlarda hesaplar oluşturuyor. Şüphe yok ki olağanüstü bir kitlenin takip ettiği futbol da bu bahis şirketleri için bulunmaz Hint kumaşıdır. Dünyanın her yerinden her saat oynanabilen canlı bahis sistemleri birçok Avrupa ülkesinde aktif durumda. Kıbrıs’tan Karadağ’a, Gana’dan İngiltere’ye kadar birçok ülkede yer alıyor bu platformlar. Dünyada da yaklaşık olarak 75 bin farklı bahis ve kumar sitesi olduğu tahmin ediliyor. Aktif olan sitelerin sunucu hizmetlerini muazzam bir uluslararası ağ sağlıyor. Altyapısı, tekniği, bayisi, kaydı, çalışanı...

Böylesine büyük bir “sektör”den bahsediyoruz.

İyi de Türkiye ne yapıyor?

Kumar sözümona ülkemizde 1998’de yasaklanmıştı. Sonra Kıbrıs’a kaydırılmış, Türkiye’de “yasal bahis” olarak tarif edilen İddaa ise Nisan 2004’te faaliyetlerine başlamıştı. Tabii resmi olandan bahsediyoruz. “Bahis Çukuru” (2024) isimli kitapta Ayhan Şensoy bahsediyor:

Sabah gazetesi, 2002’de yaptığı bir haberle ilginç bir anekdotu bizimle paylaşacaktı. Semih Sadi isimli biri ile İtalyan ortağı Lorella Razetti’nin futbol, basketbol ve tenis müsabakaları ile at yarışları üzerine yasadışı bir bahis şirketi kurduğu, yüklü miktarda gelir sağlandığı, elde edilen bu kara paranın bankanın ihbarı üzerine Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) tarafından soruşturulduğu ve olay hakkındaki bilginin de dönemin Devlet Bakanı Kemal Derviş’e intikal ettiği not edilmiş.

Yeni tanışmıyoruz özetle.

Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi (UNODC), dünyada yıllık 1,7 trilyon dolarlık yasa dışı bahis ve kumarın oynandığını duyurmuştu. Bahis sektörünün spor sektörüne intikalinin vardığı sonuçlar, spor yarışlarında hile, şike, şaibe, güvensizlik iklimi, nitelikli/niteliksiz dolandırıcılık, vergi kaçakçılığı, hakemlerin, futbolcuların, sporcuların, antrenörlerin, sporun özetle tüm unsurlarının, organize suç örgütleriyle ortaklaşmaları ve spor suçlarının da bir küresel problem haline dönüşümüdür.

Bu işin elbette ki baronları vardır. Türkiye’deki yasadışı bahis ve kumarın baronları arasında görünenler ve görünmeyenler diye ayrım yapılabilir. Konuşulan isimler arasında Yaşam Ayavefe, Halil Falyalı, Veysel Şahin ve Derkan Başer gibileri öne çıkmakta, uluslararası alandaysa özellikle Uzakdoğu coğrafyası işin merkezinde durmaktadır.

Peki sizleri, sektörü kim, kimler yaratmaktadır?

Sporun en çok bilinen gazetecilerinden, “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir”in yazarı Simon Kuper bahis için şunları söylüyor:

“Bahis dünyasına özellikle Çin, Tayland gibi Asya ülkelerinde büyük para akıyor. Bu merkezden herhangi bir ülkede oynanan maçlarda , Belçika’da ya da Türkiye’de, şike yapılarak bahisten para kazanılması söz konusu oluyor. Mafya tipi örgütler de takımlarının kazanmasını isteyen kulüp başkanları da bu işin içinde yer alabiliyor. Bence de şike futbola en büyük zararı veren olgudur. Taraftar şiddetinden de, futbolcuların yanlış tavırlar sergilemesinden de daha zararlı bir şey. Çünkü taraftar olarak izlediğiniz maçın gerçek olmadığını, sahte olduğunu düşünürseniz oyuna olan bütün ilginizi yitirirsiniz”.

Hatırlayalım...

27 Ocak 2022’de suikaste uğrayan Beşiktaş eski yöneticisi Şafak Mahmut Yazıcıoğlu’nun yasa dışı bahis ve kumar işine girdiği iddia edilmişti. Hatta Yazıcıoğlu’nun 8 Şubat 2022’de öldürülen Halil Falyalı ile ortak olduğu öne sürülmüştü. Ülkemizdeki bahis piyasası oldukça büyük ve yaygın haldedir.

Ancak yeni değildir.

Ayhan Şensoy’un “Bahis Çukuru” (2024) isimli kitabında ekonomist Tuğrul Akşar’a sorduğu bir sorunun neticesinde aldığı yanıt, belki bu sektörün ne durumda olduğunu bize daha somut olarak kavratır:

“2022 yıl sonu itibarıyla tüm dünyada spor ekonomisi büyüklüğü 500 milyar dolara ulaşırken, yasal bahis hasılatı 350 milyar dolar seviyesindedir. Bu tutar bundan yaklaşık 14 yıl önce 227 milyar dolar düzeyindeydi. Ülkemizde ise 2022 sonuna göre yasal bahis oyunları yıllık geliri yaklaşık 6 milyar dolar düzeyinde olup bu tutar dünya bahis oyunlarının yüzde 1,7’sine karşılık geliyor. Tüm dünyada yasal olmayan bahis miktarlarını net olarak ortaya koyabilecek bir araştırma bulunmamakla birlikte, ülkemizde yasal olmayan bahis tutarının İçişleri Bakanlığı rakamlarına göre 50 milyar dolar düzeyinde olduğu varsayılıyor. Yani resmi bahis miktarının yaklaşık 8,3 katı bir tutar. Aynı oranı tüm dünya için de kabul edersek, yasal olmayan bahis miktarının yaklaşık 2,9 trilyon dolara ulaşmış olabileceğini söyleyebiliriz”.

Son yaşanan skandala ben “trajedi” demeyi daha doğru buluyorum. Futbolumuzun bitmeyen trajedisidir. Futbolumuzu icra ettiğimiz müsabakaları sahada yönetmesi için yetiştirilen ve hakkaniyetli ve adil olması beklenen hakemlerimiz bahis oynamışlar, hesap açmışlar, haksız kazanç sağlamışlar; spor sektöründen bahis sektörüne zıplamışlardır. Futbol talimatı gereği hakemlerin sevki yakında açıklanacak olsa da yasal ve yasal olmayan bahis hakkında ne yapılacağı muammadır. Oysaki asıl sorun burada düğümlenmektedir. Bahis için görünüşte ve hatta somut, hukuki olarak, caydırıcı denebilecek önlemler alabilir ancak kapitalist ilişkiler üretilir ve sportif ilişkilere egemen oldukça ondan kopamaz, uzaklaşamasınız. Hakkaniyet ve adillik arıyorsanız öncelikle doğru yere bakmak zorundasınız.

Günümüzde, kapitalizmin bağrında icra edilen futbolun ısrarla bir oyun olduğundan bahsedecek olursak şayet, o oyun anca bir “bahis oyunu” olarak tasvir edilebilir. Mücadele edilmesi gereken ise sadece bahis değil, bahisi yaratan sistem olan kapitalizmdir, egemen parasal ve ticari ilişkilerdir, onun yönetici kurumlarıdır, baronlarıdır.

Sistemden çıkış yoksa, “tekerrür” vardır.

O nedenle sorular doğru sorulmalı ve bir ilave yapılmalıdır: “Hakemler yanlış yapmış biliyoruz da hepiniz orada değil miydiniz?”

/././

Yerel basının duyulmayan çığlığı: Ankara örneği -Özgür Hüseyin Akış-

Ankara’da yerel basın, ulusal medyanın gölgesinde ayakta kalma mücadelesi veriyor. Gazeteciler düşük ücretlerle, güvencesiz koşullarda direniyor.

Her ne kadar Ankara basın ve iletişimin merkezi olsa da, Ankara'daki yerel basın, ulusal basının gölgesinde mesaisine devam etti. Ulusal medya merkezlerinin bulunduğu bu şehirde, yerel basın çoğu zaman "ikincil” hatta “gereksiz” görülüyor. 

Oysa Ankara’nın ilçelerinde, gecekondu mahallelerinde, işçi semtlerinde hayatın ritmini tutan, kentin nabzını hisseden gazeteciler, Ankara'nın muhabirleridir. Günlük haber yetiştirme gayesi yüzünden araştırma yapacak zaman bulamayan yerel gazetecilerin emeği görünmüyor. Asgari ücret alan gazetecilerin iş güvenceleri de yok.

Ankara'da yerel basın var mı?

Bugün Ankara’daki yerel basın emekçileri, sessiz ve mütevazı bir direniş yürütüyor. 

Ankara’da yayın yapan Sonsöz Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Umut Karakülah soL’a yaptığı değerlendirmede, basın sektöründe "yerel basın” denince akla; gazetecilik mesleğinin en alt fakat en önemli basamağı geldiğini hatırlatıyor. 

"Bugün özellikle ulusal basının önde gelen isimlerine baktığımızda, birçoğu basınımızın lokomotifi haline gelen yerel medyada görev yaptıktan sonra şu an bulundukları noktaya gelmiş isimler. Yerel gazeteci veya yerel gazetecilik; çoğunlukla bir ilçede, bir şehirde yahut belirli bir bölgede gerçekleştirilen gazetecilik faaliyeti olarak nitelendirilmektedir." 

Yerel gazetelerin bulundukları bölgenin nabzını en iyi şekilde tutan ve bunu kamuoyu ile paylaşan, yurttaşlık ilişkisinin sağlıklı şekilde ilerlemesini sağlayan unsurların başında geldiğini ifade eden Karakülah, yerel gazetelerin tarafsız, özgür ve iyi bir şekilde habercilik yapmasının yine başta kamu yararı olduğunu hatırlatıyor.

Ankara'da Ankara'ya rağmen gazetecilik

Karakülah, yerel basında çalışan gazetecilerin asgari ücrete yakın ücretle veya biraz üstünde bir ücret aldığını söylemekle başlıyor sorunları anlatmaya. Bir diğer konu ise Türkiye'nin kalbi olan bu şehirde birçok kurum ve kuruluşun yerel basını muhatap almıyor oluşu. Karakülah bu durumu şu sözlerle anlatıyor.

"Ankara’da yerel basının güçlü olmayışının ana nedeni, buranın başkent olması. Yani başta meclisin, Cumhurbaşkanlığı'nın ve bakanlıkların burada olmasının aslında yerel basına faydası olması gerektiği düşünülürken tam tersi oluyor. Bakanlıklar, temsilcilikler yere basını değil, ulusal basını muhatap alıyor. Böyle olunca da yerel basın, büyük medyanın altında ezilmiş ve görülmemiş oluyor."

Karakülah tüm bunların yanına çarpıcı bir ifade daha ekliyor: "Ankara’nın yerel basını olmak yerine Anadolu’nun herhangi bir şehrinde veya beldesinde yerel gazetecilik yapmış olsaydık, çok daha rahat bir şekilde habercilik yapabilir, çok daha güzel ve ses getiren haberlere imza atabilirdik."

Oysa Ankara'da işler çok daha fazla çok daha yoğun. Malum, Türkiye'yi ilgilendiren her şey Ankara'yı doğrudan ilgilendiren bir konu oluyor. Yani buradaki yerel gazeteciler diğer şehirlerdeki gümdelerde ek olarak ulusal gündemlerle de ilgilenmek mecburiyetinde kalıyor. 

Yine Ankara’daki yerel gazetelerden birinde çalışan Gazeteci B.T, soL'a yaptığı değerlendirmede tüm bu zorlukların yanı sıra habere ulaşmak konusundaki avantajlardan söz ediyor. Başkentteki basın ağının ve iletişiminin geçmişe uzanan mesaisi aslında gazeteciler için avantajlar da sunuyor. Ama söz konusu yerel basına gelince bu avantajların hepsi uçup gidiyor. Tıpkı B.T'nin çalıştığı kurumdan dolayı kendi sorunlarını anlatırken, ismini gizlemek zorunda kalışı gibi. 

Büyükşehir gazeteciliğinin yükümlülükleri: Tekelleşmenin yeni hali

2005 yılında yürürlüğe giren 5216 sayılı yasa yerel gazeteler için dönüm noktası oldu. Büyükşehir Belediyesi sınırlarına dahil edilen ilçelerde, yasa ile birlikte resmi ilanlar Basın İlan Kurumu (BİK) aracılığı ile yayınlanmaya başlandı. İlgili kanun öncesinde, ilçedeki kurumlar Kamu İhale Kanunu gereğince ihalenin gerçekleşeceği yerde yayınlanan yerel gazete üzerinden ilgili duyuruyu gerçekleştirebiliyordu. Ancak 5216 sayılı kanunun yürürlüğe girmesinin ardından devreye giren BİK, yerel gazetelere de bazı şartlar getirdi. Gazetelere mali yük getirecek en önemli şart ise 3 işçi çalıştırılması yönündeki zorunluluk oldu. Birçok yerel gazete bu şartı yerine getirip resmi ilan almaya devam etti ve yayın hayatını sürdürdü.

Ama zaman içinde alınan BİK Genel Kurul kararları ile yerel basının yerine getiremeyeceği ek yükümlülükler getirildi. İlçelerde yayınlanan ve haftalık çıkan yerel gazetelerin günlük çıkması, web ofsette basılması ve 7 işçi çalıştırılması zorunluluğu bunların başında geldi. 

Artık BİK, yerel gazeteleri ‘Büyükşehir gazetesi’ olarak değerlendiriyordu. Bu bakış açısına göre tüm yerel gazetelerin il genelindeki ilanları paylaşması gerekirken, "Siz yine sadece yayın yaptığınız ilçedeki ilanları alabileceksiniz" denilmiş oldu. Bu durum da yerel gazeteler için öldürücü darbe oldu. İlçe kamu kurum ve kuruluşlarınca yayınlatılması gereken ilanların gelirlerinin, hem günlük gazete baskı giderlerini, hem de 7 işçinin maaş ve diğer giderlerini karşılaması imkansızdı. 

Bu kararla adeta yerel gazetelerden yayın hayatlarına son vermeleri isteniyordu. 

Gazeteler belediyelere teslim edilirken

İlgili şartların talep edilmesi ile birlikte 1 yıl içerisinde ülke genelinde binin üzerinde yerel gazete kapanmak zorunda kaldı. İhale ilanları gibi örnekler, yerdeki yerel gazetelerin ayakta kalmasını ve bölge halkının bilgi sahibi olmasını, gazetelerin gelir elde etmesine imkan sağlıyordu.

Geliri yok olan ama yayın hayatına devam eden gazeteler içinse yeni bir dönem başlıyordu: Resmi ilanların yerini belediyelerin kutlama ve açılış ilanları. 

Artık gazetelerin yayın hayatını sürdürebilmesi için siyasi partiler ve yerel yönetimlerle ‘iyi ilişkiler’ geliştirmesi gerekiyordu. Resmi ilan gelirlerinin mali açıdan sağladığı özgürlük yok olunca, gazetelerin bağımsızlığı da ellerinden alınmış oldu. İnsanların basılı gazeteye dair ilgilerinin azalmasında, internet haberciliğinin yaygınlaşması etkiliydi. Ama yazılı basına duyulan ilgisizliğin merkezinde, bağımsız ve nitelikli haberciliğin günden güne azalmasının da payı yükseliyordu. Zira eskiden özellikle yerel basının hitap ettiği alan daha dar olduğu için ilgili bir toplamın merakı da bir o kadar fazla oluyordu.

Bugün yerel gazetelerde çalışan iletişim emekçileri bağımsız haber yapabilmek istiyor. Siz bunu "haber yapabilmek istiyor" diye de okuyabilirsiniz. Güvencesizlik, çalışma koşullarındaki zorluklar mesleğin kaderi olmaktan çıkar mı zaman gösterecek. Ama iyi olacak ne varsa basın emekçilerinin dayanışması ve mücadelesiyle hayata geçecek.

***

Rusya’nın kıyamet silahı test edildi -Ogün Eratalay-

Rusya Federasyonu tarafından denemesi yapılan Burevestnik seyir füzesini diğerlerinden ayıran en önemli özelliği uçan bir nükleer santral olması…

Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin dün yaptığı açıklamada nükleer tahrikli Burevestnik seyir füzesinin başarıyla test edildiğini duyurdu. 

Açıklamanın sürmekte olan Ukrayna-Rusya Savaşı sırasında Rusya’nın çok büyük bir füze saldırısı düzenlemesinin ve iptal edilen Trump-Putin zirvesinin ardından gelmesi dikkat çekti.

Gerasimov’un açıklaması

Konuyla ilgili açıklama yapan Genelkurmay Başkanı Valeriy Gerasimov, füzenin 15 saat havada kaldığını belirtirken bu süre zarfında 14 bin kilometre katettiğini ekledi. Bu deneme sırasında füzenin radar veya hava savunma sistemlerine yakalanmadığı da vurgulandı.

Resmî adı 9M730 Burevestnik olan seyir füzesinin kelime anlamı Rusçada yelkovan kuşu anlamına geliyor. Bu avcı kuşlar yüksek hızlarda deniz yüzeyine yakın uçarak denizdeki avlarını yakalamasıyla biliniyor. Burevestnik seyir füzesi de alçak irtifada uzun süre uçmasıyla dikkat çekiyor. Diğer geleneksel seyir füzelerinden farkı ise bünyesinde küçük bir nükleer reaktör bulundurması. Bu sonsuz sayılabilecek enerji kaynağı sayesinde istediği kadar havada kalabilen füze savunma sistemlerine karşı büyük avantaj kazanıyor.

Burevestnik’in öne çıkan özellikleri

Geleneksel füze sistemlerinin sınırlı uçuş süresi ve menzili bulunuyor. Özellikle kıtalararası balistik füzeler ise fırlatılmalarının ardından hedefe varıncaya kadar çeşitli aşamalarda radar ve savunma sistemleri tarafından görülüp, karşı önlemlerle engellenebiliyor. Dolayısıyla Rusya tarafından başarıyla test edilen Burevestnik seyir füzesi bütün bu denklemi alt üst eden bir yana sahip.

Nükleer konular

Burevestnik seyir füzesi hem nükleer başlık kabiliyeti var, hem de tahrik yani itiş gücünü ayrı bir nükleer enerji kaynağından aldığı güçle gerçekleştiriyor. Reaktörde gerçekleştirilen kontrollü nükleer fisyon sayesinde elde edilen enerji, seyir füzesinin jet motoruna giren havanın eşanjörlerle ısıtılarak atılması prensibine dayanır.

Nükleer başlık taşıması da bünyesinde küçük bir nükleer reaktör taşıyan bir füzenin silah olarak kullanılmasının, silahın doğrudan etkilerinin dışında şimdiye dek örneği görülmemiş yan etkileri olacağı açık. Bunların başında uçuş sırasında nükleer reaktörde oluşabilecek bir bozukluğun tüm uçuş rotası boyunca radyoaktif serpintiye sebebiyet vermesi veya vurulan bölgenin radyoaktif kirliliğe maruz kalması geliyor. Dolayısıyla bir silaha kazandırılan menzil ve uçuş süresi sınırlamasının kalkmasının öngörülemez etkileri olacağı muhakkak.

Fırlatıldıktan sonra hangi hedefe yöneleceği belli olmayan, düşük irtifalarda başarıyla gidebildiği için savunma sistemlerini kolayca aşabilen bu silahın halihazırdaki savunma sistemleriyle korunan stratejik hedeflerin vurulmasında büyük bir avantaja sahip olacağı çok açık. Ancak bu silah sayesinde insanlığın nükleer bir yok oluş senaryosuna doğru uygun adımlarla gitmeyeceğinin de garantisi yok.

***

Casusluk üzerine uçuşmalar ve gerçek hayat -Engin Solakoğlu-

Mesele kurdun kuzuyu yemeğe niyetlenmiş olmasıdır. Kuzunun derenin alt bölümünden veya üst bölümünden su içmesinin önemi yoktur. Tele1’in ve Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın başına gelenlerin özlü açıklaması budur.

Etimoloji sözlüklerine bakarsanız Arapça bir sözcük. İzci, ordunun önünden giderek bilgi toplayan kişi anlamına geliyor. Aslında sözcüğün kökenini düşünürken ses benzeşmesinden ötürü eskiden öğrenme merakı anlamında kullanılan “tecessüs” sözcüğüyle de bir akrabalığı olduğunu düşünmüştüm. Gerçekten de öyleymiş. Her iki sözcüğün de kökü “cass”, Arapça arama, el yordamıyla araştırma gibi anlamlar taşıyor.

“Casus” sözcüğünün Türkçeye geçişinin 14. yüzyıl civarında olduğu tahmin ediliyor. Ondan önce “çaşıt” var. Suat Yalaz’ın Karaoğlan maceralarından aşina olduğum bir sözcük. Divan-ı Lügat-it Türk’e “çaşut” olarak girmiş. Eski Türkçe’de yalan söyleyen, suçlayan, itham eden anlamına geliyor.

Benim eş anlamlı sandığım iki sözcüğün anlamları arasında biraz fark var aslında. Arapça’daki casus sözcüğünde araştırma, öğrenme öne çıkarken, Türkçe çaşıt sözcüğünde aldatma, kandırma, yalan söyleme var.

Aslında bu iki sözcüğün bir de Batı’dan gelen kardeşi var dilimizde ama bir miktar anlam kaymasına uğramış bizim topraklarda. İspiyon. Fransızca’da casus anlamında kullanılan “espion” sözcüğünün Türkçeleştirmiş hali. İspiyon, ispiyonlama gibi sözcükler Türkçe’de casusluğun eşanlamlısı gibi kullanılmıyor. Bilinen ama birisine söylenmemesi gereken bir şeyi o kişiye ifşa etmek, ya da birisinin yaptığını bir başkasına bildirmek gibi bir anlamı var. İspiyonlamak, ispiyonculuk hiç iyi bir şey değil.

Üç sözcüğe birden bakınca “casus” yine en masumu gibi görünüyor. Ancak Türk Ceza Kanunu olaya böyle saf, entelektüel bir çerçeveden bakmıyor tabii. Casusluk ağır bir mesele, ağır bir suçlama. Türkiye’de de, başka ülkelerde de.

Geçenlerde bir vesileyle Orhan Gökdemir hatırlatmıştı ismini. Tarihte casuslukla suçlanan en önemli isimlerden biri Alfred Dreyfus’tur. Fransa’daki tarihsel Yahudi düşmanlığının, komşu Almanya’ya olan düşmanlıkla kesiştiği adli görünümlü bir skandalın kahramanıdır Dreyfus. Çok uzatmayalım ama Dreyfus dendiğinde akla Emile Zola ve onun çok ünlü “Suçluyorum (J’accuse)” başlıklı açık mektubu gelir. Zola Dreyfus’a sahip çıkar, bu yüzden kendisi de yargılanır ama yarattığı etki 12 yıl sonra da olsa Dreyfus’un masumiyetinin ortaya çıkmasını sağlar. Bu örnek de gösterir ki, casusluk ithamı kimi zaman suçlanan kişinin değil suçlayanların tarih önünde mahkûmiyetiyle sonuçlanır.

Günümüzde casusluk, bir suç olduğu kadar, bir meslektir de. Devletler hesabına yapıldığı gibi, şirketler hesabına da yapılır. 30 yıla yakın mesleğim olan diplomasi de kimi işlevler bakımından casuslukla benzeşir. O yüzden de diplomatlar casus muamelesi görürler zaman zaman. Temelsiz değildir. Casusluk yapan diplomatlar olduğu gibi  diplomatın görevi de tıpkı casus gibi bilgi derlemeyi içerir. İlke olarak, kullanılan yöntemler ve bilgi kaynakları farklıdır ama iki meslek grubu arasındaki çizgi öteden beri ilk bakışta ayırt edilemeyebilecek ölçüde bulanıktır.

Diplomasinin casusluk tarafı olduğunu söyledik ya, casusluğun diplomasisi de vardır.
Son dönemde çok sık rastladığımız gibi, klasik diplomasinin türlü sebeplerle uygulanamadığı durumlarda kurumsal casusluğun, yani istihbarat örgütlerinin diplomasisi devreye girer. Birbirleriyle açıktan temas etmeyi uygun görmeyen ülkeler istihbarat servisleri aracılığıyla görüşürler. Kurumsal casusluğun meşruiyet zeminine kavuşmasının tek örneği bu değildir. Neredeyse yüz yıldır, ülkelerin istihbarat servisleri başka ülkelerde gerçek kimlikleriyle görev yapan temsilciler bulundururlar. Üstelik bu sadece “dost” veya “ittifak ortağı” ülkelerde olmaz. Bu tür bir bağı bulunmayan ülkelerde de istihbarat görevlilerinin, ev sahibi ülkenin servisleriyle düzenli temas amacıyla herhangi bir gizlilik kisvesine bürünmeden görev yapmaları olağandır. Elbette böyle bir kurumsal ilişkin varlığı, o ülkede farklı kanallardan casusluk yapılmadığı anlamına da gelmez.

İşte zurnanın zırt dediği yer bu kurumsal çerçevenin ve görünür meşruiyetin dışına çıkan uygulamalardır. 

Hayatın gerçeğidir. Bütün casuslar bir kuruma bağlı, emeklilik hakkı bulunan devlet memurları değildir. Dünyanın bütün istihbarat servisleri “free lance” diyebileceğimiz kurumsal bağlantılarının bulunmadığı kişilerden hizmet alma yoluna giderler. Bu “hizmet alımı” tek seferlik olabileceği gibi, uzun vadeli bir anlaşmaya da dayanabilir. 
Bu faaliyet genellikle faaliyetin hedefi olan veya olduğunu düşünen devlet tarafından kovuşturmaya tabidir. Türkiye’de bu konuyu Ceza Kanunu’nun 328. Maddesi düzenlemektedir.

Madde casusluğu iki başlık altında tarif eder. Birincisi askeri casusluktur. Bunun tanımı mealen “yabancı bir devlet yararına ve Türkiye zararına askeri bilgi toplanması”dır. İkinci başlık olan siyasi casusluk ise “yabancı bir devlet yararına, Türkiye Devletinin veya vatandaşlarının veya Türkiye’de ikamet eden başka kişilerin zararına olarak bilgi toplanması” şeklinde tanımlanır. Casusluğa konu bilgilere “kamu sağlığına ilişkin, malî veya milletin maneviyatına ilişkin gizli kalması gereken” şeklinde bir kapsam tanımlanmıştır.

Hukukçu olmamakla birlikte, gerek eğitimim gerek mesleki deneyimim bağlamında şu kadarını söyleyebilirim. 328. Madde ve emsal Yargıtay kararları iktidara geniş bir hareket alanı tanımaktadır. Zaten hukuku genelde iktidarlar yaptığı için kendilerine bu olanağı sağlayacak yazımları tercih ederler.

Bununla birlikte uluslararası hukukun olduğu kadar çağdaş hukuk düzenlerinin de temelini oluşturan ilkelerden biri “bona fide” yani iyi niyet ilkesidir. Çok karmaşıklaştırmadan söylersek, niyetini bozan, birini, birilerini veya bütün toplumu sindirmek isteyen bir iktidar sizi Hal kanunundan bile içeri atıp bir daha çıkartmayabilir. Mesele kurdun kuzuyu yemeğe niyetlenmiş olmasıdır. Kuzunun derenin alt bölümünden veya üst bölümünden su içmesinin önemi yoktur.

Tele1’in ve Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın başına gelenlerin özlü açıklaması budur.

Tele 1 ve Yanardağ’a isnat edilen suçlamanın temelinde 2019’daki İstanbul yerel seçimlerinin bulunduğu görülüyor. Yanardağ ve Tele1 bu seçimleri Akepe’ye kaybettirmekle suçlanıyor. Hukuk sistemi böyle bir suç tanımlamış olsaydı, Tele1’in bu suçu işlediğini, en azından ortak olduğunu kabul edebilirdik. Zira Tele1 kanalı, o seçimlerde ve hiçbir seçimde Akepe’yi desteklemeyerek zincirleme şekilde suç işlemektedir.

Yanardağ ve Tele1 bir anlamda, Türkiye’de seçimlerin “serbest” olduğu ancak Akepe ve ortağı dışındakilerin seçim kazanmalarının suç teşkil ettiği “gerçeği”ni göz ardı etmiştir. Suçları büyüktür. O seçimlerin sonucu kent rantına mecbur ve müptela  bir siyasi oluşumun “ekmeğine kan doğranması” riskini yaratmıştır.

Merdan Yanardağ’dan casus çıkmaz. 388. Madde’de yer alan “Türkiye’nin zararına olacak” veya “Türkiye vatandaşlarının zararına olacak” ibareleri Yanardağ’ın da Tele1’in de yaptıklarının üstüne yapışmaz. Türkiye’nin zararına olacak faaliyet arayanların işe ülkeyi Ortadoğu’yu mevcut cehennemvari halinden daha büyük ve kanlı bir cehenneme çevirme yolunda ilerleyen portakal renkli adamın peşi sıra gidenlerden, Türkiye halkının büyük bölümünü açlık ve yetersiz beslenme aşamasına getirenlerden başlamaları gerekir. 

Aşırı sağcıların değişmez hikayesidir. Seçimi kazandıklarında “sandık”, “halk iradesi” aşığıdırlar. Gelin görün ki seçim kazanarak geldikleri iktidara yapışır seçimle gitmek istemezler. Seçimi seçim olmaktan çıkartmak için her yolu denerler. Seçim sistemiyle, seçim çevreleriyle oynarlar. İletişimde tekelleşir, farklı seslerin duyulmasını engellemeye çalışırlar. Yalan üretir, kamu kaynağıyla pazarlarlar. Seçimi denetleyebilecek kurumları ele geçirir, kuralları kendilerine göre eğip bükerler. Hiçbirinin yetmediği yerde seçimleri kazanmayı kendileri dışında herkes için suç ilan ederler. 
Her şeye karşın bir gün basılacak düğmeler biter, kullanılacak yöntemler tükenir. Giderler. Giderler gitmesine de hikayeleri bitmez. Mitosa dönüşür. Uydurdukları o mitolojik evrende vesayet gazisi, baskı mağduru, demokrasi evliyası olurlar. O döngü kırılmazsa ülkenin ve halkın boğazından bir türlü sökülemeyen bir tasmaya dönüşür.
O yüzden de gittiklerinde geri gelmeyecekleri, yalanlarına kimsenin inanmayacağı  bir dünya, bir düzen kurmak gerekir.

Bunu çarpık düzenin temel unsurlarından, örneğin müteahhitlerinden vazgeçemeyenler değil “tabula rasa” diyebilenler yapar. Biz yaparız. Komünistler yapar.

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.

/././

Yapay 'kıt' zeka ve arı meselesi -Serdal Bahçe-

“Yapay zeka varken artık ihtiyaç kalmadı” türünden ilkel argümanları her duyduğumda nedense aklıma Marx’ın arı meselesi gelir. 

Herkes hızlı bir dönüşümün içinde olduğumuzu söylüyor. Aslında bu terane yeni değil, çok uzunca bir süredir olarak yarını dünden farklılaştıracak bir dönüşüm ve değişimden geçtiğimizi ilan edip duruyorlar. Bu değişim ve dönüşüm bir türlü bitmiyor, bir türlü tam olarak değişemiyor ve dönüşemiyoruz. Zamanın hızlı aktığına dair bir inanç ve bir his var içimizde. Aslında gelişmeler de bu hissi ve inancı besliyorlar. Fakat hızlı aktığını nereden anlıyoruz? Ne bileyim bir tanrı gibi ölümsüz değiliz; galaksilerin oluşup, olgunlaşıp sonra yok olduklarını kendi gözlerimizle izleme şansımız yok. Doğal yapının, coğrafi yapının değişimini görecek kadar da uzun yaşamıyoruz. Hatta bir uygarlığın doğumuna şahitlik ettikten sonra ölümüne kadar onu izleyemiyoruz. Küresel iklim değişimini bile başı ve sonu itibariyle görmemiz pek zor. Kısacası doğa, evren, madde bizim gözlem kapasitemizin ve yetilerimizin yakalayamayacağı bir yavaşlıkta dönüşüyor aslında. Zamanın uzun tarihinde sadece dip not olacak kısa bir zaman aralığında yaşıyoruz. Peki neden zamanın hızlandığı algısını yaşıyoruz?

Yaşıyoruz çünkü içinde yaşadığımız sistemin bize teklif ettiği mallar, hizmetler, ve onların sağladığı olanaklar hızla değişiyor. Bu konuda bir hızlanma olduğu kesin. Usta bu süreçleri anlatmak için meta fetişizmi ve yabancılaşma kavramalarını kullanıyor; metaları, malları kendi emeğimizin ürünü olarak değil, bize yabancı ve uzak, hatta bir yerlerden durduk yere ışınlanmış şeyler gibi görüyoruz. Ve o dünyada hızlı bir değişim olduğu açık, zaten doğası gereği olmak zorunda. Kapitalizmde sermayeler arası rekabet sürekli olarak mal ve hizmet üretimini çeşitlendirmek ve geliştirmek zorunda. Ancak anlaşılan burjuva sosyal bilimciler bu olgu karşısında çocuk gibi şaşırıyorlar. Bir örnek verelim. Bir zamanlar Dünya Bankası baş iktisatçısı iken (ve dolayısıyla fukara ülkeleri cendereye alan programların baş havarisiyken) sonradan muhalif cenaha savrulmuş ve hatta bazı solcuların gözüne girmiş gibi görünen Joseph Stiglitz bir yerde 19. yüzyılın bisikletiyle 21. yüzyılın bisikletini karşılaştırıyor ve ilkinin ilkel görünümü ile ikincisinin yüksek teknolojik görünümü arasındaki çarpıcı karşıtlığa şaşırıyor. Neden şaşırıyor anlamıyorum; kapitalizmde rekabet doğal olarak ürün yeniliğini tetikliyor. Kapitalimin has ideologları zihinsel olarak çocuk seviyesine pek kolay iniyorlar.

Sistem aklı bedeninden kovduğu ölçüde akıl dışılaştı; zamanın hızlandığı algısını yaratmak aslında akıl dışılığın bir göstergesi. Zaman hızlandıkça zaten iyice hırpalanmış akıl afallıyor. Hız aklın kaldırabildiği bir şey değil; hız düşünceyi öteliyor, fetiş ve tabuları getiriyor. Fetiş ve tabu ise ilkellik anlamına gelir. Yüksek teknolojili ürünler tüketiyoruz ancak aklımız ilkelleşiyor, yabanileşiyor. Metaların hızla çoğalarak çeşitlendiği bir dünyada sürekli olarak bir değişim ve dönüşüm yaşıyormuşuz gibi geliyor. Bu değişim ve dönüşümü anlamlandırmaktan ne kadar uzağız oysa. Teknofetişizm ve teknotabu ilkel insanın fetiş ve tabularının yerini alıyor. Kendi ürettiğimiz malların, teknolojinin önünde, onlar sanki bizim emeğimizin, bizim aklımızın ürünleri değilmişlercesine, korku ve saygıyla eğiliyoruz. Yabancılaşma ve meta fetişizmi üst düzeyde hortluyorlar.

Teknofili (teknoloji aşkı) ve teknofobi (teknolojiden korku) arasında salınıp duruyoruz. Hem saygıyla hem de korkuyla eğiliyoruz önlerinde, tıpkı antik dönem Yunanlıların Zeus’tan hem korkmaları hem de ona saygı duymaları gibi. Bunun en son örneğini yaklaşık olarak 10 yıldır yaşadığımız yapay zeka – robotizasyon – dijitalleşme histerisinde görüyoruz.

Bir yandan korkuyoruz. Avrupalı ve Amerikalı sarı sendikalar veryansın ediyorlar; yeni teknolojiler, robotizasyon ve yapay zeka bizleri işlerimizden edecek diye. Şom ağızlı akademisyenler sürekli hesaplama yapıyorlar kaç meslek ve kaç iş insanların elinden alınacak ve robotlara verilecek diye. OECD, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar bu korkuyu bile isteye körüklüyorlar. Ama bir taraftan da yatıştırıyorlar; korkmayın yok edilenlerin yerine yeni işler gelecek; hem fazlasıyla diyorlar. Devletlerin ekonomik karar alıcılarıyla sermayedarları buluşturan Dünya Ekonomik Forumu’nun (World Economic Forum) sürekli olarak yayınladığı Mesleklerin Geleceği Raporu var. Bunun 2025 tarihli olanı ilginç öngörülerde bulunuyor.1 Rapora göre 2025 ile 2030 arasında yeni bilişim, iklim ve enerji teknolojileri 170 milyon yeni iş yaratacaklar ve aynı süre içinde 92 milyon işi yok edecekler (yani 92 milyon kişiyi işsiz bırakacaklar). Böylece yok ettiklerinden daha fazlasını yaratmış olacaklar. Hangi mesleklerin yükseleceğine ve hangilerinin kaybedeceğine dair de bir hesaplamaları var. Kazananların ilk beşinde şunlar var: Çiftlik işçileri, kuryeler, inşaat işçileri, satış elemanları ve yazılımcılar. Yazılımcılar hariç diğer dört mesleğin yapay zeka ve diğer kutlu gelişmelerle ne alakası var? Diyelim ki olsun, bu meslekler işçi sınıfının en çok sömürülen katmanlarını barındırıyor, kısacası “gelecek” gelmese daha mı iyi olur sanki?

Aslında teknofobi, yani teknolojik gelişimden ve hatta bilimsel gelişmeden korku yeni bir şey değil. Atom altı parçacıkların araştırılmasından genetik araştırmalara, robotik teknolojilerin gelişiminden radyoaktif deneylere, bilimsel ve teknolojik gelişmeler, ve dahi teknolojinin kendisi aklı kırılan insanı sürekli korkutan şeyler olageldiler. Teknolojik gelişmenin yaratacağı bir tür mahşer beklentisi kültürel ürünlere bile sindi. Şimdi aynı hezeyanın farklı bir görüntüsünü izlemekteyiz.

Öyle ya, nüfus artışı trendi düşse bile nüfusun aratacağı varsayımıyla, eğer işlerin çoğu robotlar tarafından ele geçirilirse işinden olan ve sayıları giderek kabaran kitleler ne yapacaklar? Kimsenin aklına bu ölçüde bir üretim artışı olacak ise ve üstelik bu üretim artışına insanlık giderek daha az bir fiziksel katkıda bulunacaksa, neden üretimin ürünlerini herkese paylaştıramıyoruz diye sormak gelmiyor. Akıl kırılmış bir kere, mülkiyet ve servet hakkı bir tür tabuya dönüşmüşler; onlar olmadan düşünemiyor.

Bu korkunun tam karşısında teknolojiye tapınma, ona yönelik bitmeyen bir aşk ve arzu (teknofili) var. Aslında bu ikisi; teknofili ve teknofobi, gericileşen ve sığlaşan düşüncenin diyalektik bütünlüğünün ifadesidirler. Bir kesim bu yeni teknolojilerin insana daha yüksek bir refah ve daha büyük bir özgürlük sağlayacağına inanmaktadır. “Oturduğun yerden” ibaresi artık özgürlüğün tanımı haline gelmiştir. Oysa aslında bir tür esarettir. Evden çalışmayı özgürlük zannedenler var, evden çalışanları oturdukları yerden kontrol eden yeni denetim ve izleme mekanizmalarından haberleri yok. Kuryeleri özgür zannediyorlar (patronları yok gibi görünüyor ya), oysa döner dürümü, kaşarlı pideyi zamanında yetiştireceğim ve geri ödeme tehlikesinden kurtulacağım diye patır patır ölen kuryeleri görmüyorlar. Bankaya gitmeden fatura yatırmayı zamandan tasarruf etme olarak görenler, fatura yatırmaktan tasarruf ettikleri zamanda ne yapıyorlar acaba? Özgürlük kavramının içi daha önce hiç bu kadar boşaltılmamıştı. Özgürlük için gelişkin bir akıl ve uslamlama gerekiyor, oysa bugün akıl kırılıyor. 

Anlatılanlar aslında teknolojik gelişmenin suçu değil. Teknolojiyi sermaye birikimi için kullananlar bu türden bir yaşamı bize de dikte ediyorlar. Bir başka örnek verelim; uçak ile uçacak kadar kazanabilen mutlu kimseler bilet alımını, check-ini veya diğer işlemleri internet üzerinden yapmaya teşvik ediliyorlar. Eğer bunu değil de, havaalanında check-in masasına giderek işlemi elden yaptırmayı tercih ederlerse fazladan ödeme yapmak zorunda kalıyorlar. Dert ne? Dert, havalimanındaki çalışan sayısında indirime gidebilmek. Şimdi bunda internetin suçu var mı? Ya da internet bize özgürlük mü sağladı şimdi? Yoksa sermaye yine özgürlüğümüzü gasp mı etti? 

Yapay zekaya geri dönelim. Hızlı bir gelişme gösterdiği kesin. Aslında yapay zeka programları tüm internet sitelerinden ve veri bankalarından bilgi çekerek kendilerine sorulan sorulara en hızlı ve en uygun cevapları veren programlar. Neticede gelişmekteler, internet ve küresel veri tabalarının bütünü ölçüsünde büyümekteler. Artık çok büyük bir veri tabanına ulaşabildikleri ve kaynak kodları olası her durumla baş edebilecek, olası her soru ve talebi karşılayabilecek derecede büyüdüğü ve karmaşıklaştığı için gerçekten bazı alanlarda çok iyi işler çıkarabiliyor gibi görünmekteler. Verilen bir konuda makale yazabilecek, kendi başlarına müzik parçası ve hatta videosu üretebilecek, anlatılan duruma göre bir hastalığa kabaca ilk tanıyı koyabilecek, bir psikolog ve psikiyatr kadar insanlara telkinde bulunabilecek (yemin olsun rahatlamak için yapay zeka programıyla konuşan gördüm) kadar gelişmiş gibi görünüyorlar. Kullanım amaçlarına göre bazı durumlarda insanın yerini alabilecek gibi duruyorlar (ödevlerini yapay zekaya yaptıran kaç öğrenci var acaba?). Güzel, ancak iki şeyden, daha doğrusu insan zihnine ait iki yetenekten yoksun; spekülasyon ve tasarım. Gerçi yapay zeka muhipleri cemiyetinin bazı üyeleri bunları da zaman içinde öğreneceğinden eminler. Ama çok da mümkün değil gibi duruyor.

İşte tam burada Marx’ın ünlü arı-mimar karşıtlığına geliyoruz. Kapital I’den çokça alıntı yapılan bölüm şöyledir:Bir örümcek, dokumacının çalışmasını andıran faaliyetlerde bulunur ve bir arı, bal peteğini yaparken bazı mimarları utandırır. Ama en kötü mimarı en iyi arıdan daha en baştan ayırt eden şey, mimarın peteği balmumundan yapmadan önce kafasında kurmuş olmasıdır.2  “Yapay zeka varken artık ihtiyaç kalmadı” türünden ilkel argümanları her duyduğumda nedense aklıma Marx’ın arı meselesi gelir. 

Bitirirken toparlayalım ve son bir iddiaya daha cevap verelim. Bahsi geçen dönüşüm bazılarına Marx’ın bakış açısına karşı yeni bir cephe açma şansı vermiş gibi görünüyor. “Marx bunu da gördü mü?” türünden cıvık ve yersiz eleştirilere çoktandır alışığız, ama yapay zeka ve diğer gelişmelerin tetiklediği eleştiriler derinlik ve ciddiyet açısından öncekileri mumla aratır nitelikte. 

Şimdilerde aynı cenahtan yapay zeka – robotizasyon – otomasyon süreçlerinin işçi sınıfını fiziksel olarak ortadan kaldırdığını ve dolayısıyla Marx’ın biliminin iflas ettiğini, ve dahi proletaryanın tarihi misyonunun da ortadan kalktığını iddia eden tezler ortaya dökülmekte. Birincisi işçi sınıfının bütünüyle ortadan kalkması imkansızdır. İkincisi, bu iş ve meslek kaybını aslında Marx’ın sisteminden daha iyi analiz eden başka bir kuramsal bakış açısı yoktur. Marx sermayeler arası rekabetin üretim sürecinde daha çok sermaye daha az emek kullanan tekniklere doğru savrulamaya yol açacağını söylemişti. Kısacası çay makinesinin çaycıyı işsiz bırakacağını Marx görmüştü ama burjuva iktisatçılarının kahir ekseriyeti görememişti.

Üçüncüsü ise aslında Marx’ın devrimci biliminin büyüklüğü gösteren bir unsur. Marx ve Engels, sonraları saçma bir şekilde ekonomik indirgemecilikle ve kaba determinizmle suçlanacak şu görüşü ortaya atmışlardı: üretim ilişkileri ile üretici güçlerin gelişimi arasındaki çelişki söz konusu toplumsal üretim sistemini krize sokar. Yapay zeka – robotizasyon – otomasyon süreçleri bu yargının çok ama çok doğru olduğunu göstermiyor mu? Üretici güçlerdeki gelişme üretim boyutlarını görülmemiş ölçüde büyütmektedir. Ancak bu süreçte üretimin kapitalist örgütlenmesi artan üretimin toplumsal tüketimini engellemektedir. Ya da bunu anlatmak için bu mevzular her açıldığında sorulan şu karikatürize soruyu biz de soralım: Eğer bir gün tereyağını sadece robotlar üretecek ise, tereyağını da robotlar mı yiyecek? Üretim sürecinde emek tasarrufu giderek daha büyük oranda emekçiyi çalışanı ıskartaya çıkaracak ise, sahi miktarı hızla artan ürünleri kim tüketecek? Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki tam da burada yatmaktadır.

Ancak biz sosyalistler pek tabii ki teknoloji düşmanı değiliz, teknolojiye özel, kalbi bir sevgiyle bağlı da değiliz. Teknolojiye kendi başına bir anlam atfetmeyiz. Teknolojinin kendisi değildir önemli olan; önemli olan onun hangi toplumsal ve ekonomik çerçeve içinde ve nasıl kullanıldığıdır. Yapay zeka – robotizasyon – otomasyon teknolojilerinin kapitalistçe kullanımları genel olarak insanlığın aleyhine sonuçlar vermektedir. Öte yandan bunlar gelişkin bir sosyalizmi kurmamızı kolaylaştıracaktır. 

1World Economic Forum, 2025, Future of Jobs report 2025 [https://reports.weforum.org/docs/WEF_Future_of_Jobs_Report_2025.pdf]. 

2K. Marx, 2010, Kapital I, Yordam (çev. M. Selik ve N. Satlıgan), s. 182. 

/././

soL

 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -28 Ekim 2025-

Yargı paketinde sansür yasası: AKP'nin kelime oyunları -Mert Doğan- 11. Yargı Paketi'nde erişim engelleme kararlarının dayanağı olan...