Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki’nin muhteşem filminin ismidir “Peki şimdi
nereye?”
nereye?”
İç savaş yeniden hareketlenmiştir ve iki grubun arasındaki çatışmalar köyün çok yakınlarına kadar gelmiştir.
Yıllar içinde bu savaşa devamlı kurban vermiş kadınlar yeniden oğullarını ve kocalarını kaybetmemek için savaşın alevlendiği haberini köye sokmama, her an birbirlerine düşman olmaya hazır erkeklere duyurmama kararı alırlar.
Zaten zor ve geç gelen gazeteleri ortadan kaldırırlar.
Büyük güçlüklerle çeken tek televizyonun anten bağlantılarını parçalarlar.
Savaşa dair tüm kışkırtıcı haberlerin önünü keserler.
Erkeklerin kafasını dağıtmak için eğlenceli bir dalavere tertiplerler.
Bu uğraşta en büyük destekçileri köyün imamı ve papazıdır.
İkisi de camiye ve kiliseye yapılan saldırıları canhıraş örtbas ederler.
Kadınlar ve din adamları...
Köyün erkekleri buram buram tüten kan kokusunu alıp birbirlerine yeniden düşman kesilmesin diye...
Savaş çıkmasın diye....
Savaş çıksa bile kimse gitmesin diye...
Artık kimse ölmesin diye...
Trajikomik bir hikâyenin içinde insanlık tarihini kökünden değiştirebilecek bir bakış açısının soylu, akıllı, vicdanlı, fedakâr ve mantıklı dilini kurarlar.
“Ama” demeden tüm düşmanlıklardan vazgeçtiğimiz anda gerçek bir barış inşa edilebileceğini çarpıcı bir hikâyeyle anlatan o filmi seyredin.
O filmin bir gün tüm dünyada ilkokul çağındaki çocuklara ders olarak izlettirileceği günleri düşleyin.
Çiçek çocukların fazla iyimser ve dolayısıyla imkânsız gibi kodlanan ama aslında çok karamsar bir gerçeklikten çıkıp baş koyulması gereken en etkili yolu işaret ettiği için mümkün olması elzem sloganını tekrar hatırlayın.
“Savaş çıkmış ve kimse gitmemiş”.
Bugün bu sloganı ya da o filmde idealize edilen muhteşem aklı ve sağduyuyu bir fantezi olarak küçümseyen aklın gerçekleştirdiği dünyaya, onun bir cehennem olduğu gerçeğiyle yüzleşmediğiniz için dayanabildiğinizi fark ettiğiniz her seferde iş işten geçmiş oluyor.
Çocuk cesetlerini kucağınıza alıyorsunuz ve yıkılan şehirler ve iktidarlar yeni ekonomilerle yeniden kurulurken birbirinize soruyorsunuz:
“Bu savaşın kazananı kim?”
Ve cevabı bulamadan aynı çarkın içine tekrar giriyor yeni bir savaşa doğru yelken açıyorsunuz.
Savaş çıktığında savaşa gitmemeyi aklınız almıyor.
Savaşın hiç çıkmamasını aynı aklınız hiç almıyor.
O yüzden evde, işte, devlette irili ufaklı her türlü şiddete katlanabiliyorsunuz.
Ve her türlü çatışmayı doğal sanıyorsunuz. Hemen tarafınızı seçiyorsunuz.
Bu arada hayata dair anlamlı ya da önemli ne varsa elinizden kayıp gidiyor. İktidarlar arası çekişmelere o kadar aşılısınız ki bu süreçte yaşanan kayıpların hesaplarını asla dönüp iktidarlardan sormak aklınıza bile gelmiyor.
Gelelim sadede.
Okuduğunuz şu gazetede ezelden beri birbiriyle savaşan liberaller ve Atatürkçüler ya da liboşlar ve Kemalist faşistler ya da FETÖ’cüler ve saray darbecileri ya da kötüler ve iyiler ya da iyiler ve kötüler var sanıyorsunuz ya...
Aslında hiçbiri yok.
Sadece ezberlenmiş ve genetik hafızayla zamanlardan zamanlara aktarılmış tehlikeli bir iktidar aklı ve kutsal kitaplarla mühürlenmiş bir Habil, Kâbil masalı var.
Bir de...
Hani yediğiniz kuzuyla sevdiğiniz kuzu arasında inatla kurmadığınız bir bağ var ya, sevdiğiniz Cumhuriyet’le yediğiniz Cumhuriyet arasında da inatla kurmadığınız bir bağ var.
Bir gün o bağ kurulduğunda her şey değişecek... Hem de temelden değişecek.
***
Filmin başında, köydeki Müslümanların ölülerini aynı mezarlıkta bir tarafa gömdüklerini, Hıristiyanların diğer tarafa gömdüklerini anlarız.
Filmin sonundaysa, tüm köy halkı sırtlarında savaşta ölmüş Müslüman bir gencin tabutu, aynı mezarlığa gelirler ve birbirlerine bakarak sorarlar.
“Peki şimdi nereye?”
Biz maalesef filmin hep ama hep başındayız.
Mine Söğüt / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder