17 Ekim 2018 Çarşamba

Enflasyon kime değer, kime değmez( I-II ) - SERDAL BAHÇE


(I)

Düşünme yetisi budanan akla yönelik bir benzetmeydi “enflasyon canavarı”. 1980’ler ve 1990’larda o zamanki DİE resmi enflasyon rakamlarını açıkladığında boyalı basın derhal ilk sayfada koca bir manşet atar ve manşetin altına da yarı Çin ejderhası, yarı komodo ejderi bir canavar çizerdi. Duyururdu dört sütuna manşet: “Enflasyon Canavarı Hortladı”. Canavar ağzından ateş çıkarırdı. Böylece beşeri sisteme ait bir sorun dışsallaştırılmış olurdu, sanki feleğin cilvesi olurdu. Aynı durum örneğin trafik terörü veya trafik canavarı benzetmeleri için de geçerliydi. Belirli bir sosyoekonomik yapının sisteme has dinamiklerinden kaynaklanan sorunları doğal afetlere benzetmek iki amaca hizmet etmekteydi herhalde. Birincisi muhtemel sorumlular sorumluluktan yırtmaktaydı. İkincisi de doğal afet ayrım yapmaksızın herkes için bir sorunmuş gibi görünürdü. Böylece herkes aynı gemideymiş ve gemi batarsa hepimiz batarmışız ilkesi düşünme yetisi budanmış akla kolayca kabul ettirilirdi. Ortada bir suç vardı velakin suçlu yoktu. 
Kime kızacaktık?

Çok uzunca bir süredir manşetlerin altına sürreel canavarlar çizmiyorlardı. Enflasyon oranının iki ya da üç rakamlı olduğu dönemler çok geride kalmış gibiydi. Düşük enflasyon oranları iyi yolda olduğumuzun asli göstergesiydi (gerçi bu durumda bile enflasyon oranımız gelişmiş kapitalist ülkelerin enflasyon oranlarının bayağı üstündeydi). Sonra unuttuğumuz canavar birden yeniden sökün eyledi. TÜİK geçtiğimiz hafta içinde Eylül ayına yönelik enflasyon rakamlarını açıkladı. Fiyatlar genel seviyesi bir önceki yılın aynı ayına göre % 24,5 arttı, Ağustos ile Eylül ayı arasında fiyat artış oranı ise % 6,4. Bu artış oranları son yıllardaki en yüksek artış oranları. Biraz daha detaya bakalım. TÜFE endeksi hesaplanırken kullanılan 407 maddeden 339’unun fiyatı Ağustos ile Eylül arasında artmış gibi görünmektedir. Bunlar içinde rekoru kıranlar ise ilginç; domates (% 35,3), sivri biber (% 31,8), bilgisayar (% 31,2) ve salça (% 29,1). Bilgisayarı bir kenara bırakırsak diğer üçünün zam şampiyonluğu çok alışıldık değildir. Çünkü Ağustos ve Eylül ayları aynı zamanda bahçe bitkileri için yoğun hasat zamanlarıdır, pazarları ve marketleri bolca biber ve domatesin bastığı aylardır. En azından halkımızın alışkın olduğu durum budur. Oysa bu sene durum biraz farklı.  Bloomberg domates fiyatlarındaki artışın dört nedenini sıralamış: hastalık nedeniyle düşük üretim ve tarla hasadının düşüklüğü, girdi maliyetlerindeki yükselme, döviz kuru artışı dolayısıyla ihracat artışı ve sera domatesinin hemen piyasaya çıkmayışı. İlkinin ne kadar doğru olduğunu bilemem, ikincisi ise en azından diğer fiyatlara göre domates fiyatındaki daha yüksek oranda artışı açıklayamaz çünkü kur dolayısıyla pahalı hale gelen girdilerden doğrudan etkilenmeye namzet başka metalar var. Üçüncüsünün bir haklılık payı var. Malum ulusal paramız değer kaybedince dışarı ne satıyorsak ucuzladı, görünen o ki en büyük performansı domates göstermiş (son velinimetimiz Rusya’nın domates ile ilgili olarak bize uyguladığı ambargonun bitmesinin de etkisi var tabii -hatırlarsanız bir zamanlar sattığımız domatesler hormonlu ve ilaçlı çıktı diye bize pek kızmışlardı-). 

Görünen o ki hem tarımın çökertilmesinden dolayı az domates ekilmiş, hem de domates namına ne var ise yurtdışına satılmış. Bizlere de 9 liraya, 10 liraya domates yemek düşmüş. Aslında daha derinlerde yapısal bir sorun var. Yıllardır bu ülkede tarla çıkış fiyatı ile market ya da pazar satış fiyatı arasındaki makas açılmaktadır. Köylüler bu fiyat artışlarından iki yönlü zarar görmekteler, birincisi kullandıkları girdilerin fiyatları sattıkları ürünün tarla satış fiyatına göre giderek artmaktadır, ikincisi de tüm fiyatlar artarken ve borç/kredi yükümlülükleri büyürken köylü ödemeleri yetiştirmek için malını çaresiz üç beş kuruşa çabucak satmaktadır. Örgütlenmesi gereken sadece işçiler değildir, köylülerin de piyasa mekanizması aracılığıyla tabi oldukları bu sömürü mekanizmasını dizginleyebilmek için örgütlenmeleri gerekmektedir. 

Enflasyon rakamlarına geri dönelim. TÜİK aynı zamanda Üretici Fiyat endeksi (ÜFE) rakamlarını da açıklamış. Eylül ayında ÜFE bir önceki yılın Eylül ayına göre % 46,5 artmış. Nerdeyse TÜFE’deki artışın iki katı. Bu iktisaden şu anlama gelir, önümüzdeki dönemde TÜFE artış oranı daha da artacak, çünkü üretici kaynaklı fiyat artışları henüz tam olarak tüketici fiyatlarına yansıtılmamıştır. Bu arada 2017 Aralık ayına göre fiyatlar % 19,4 artmış gibi görünmektedir. Oysa geçenlerde açıklanan ve yeni olmayan Yeni Ekonomi Programı’nın öngörüsüne göre 2018 yılı sonu enflasyon oranının % 20,8 olması gerekiyor. Yılın bitmesine üç ay kala % 19,4’ü çoktan garantilemişler, yıl sonunda % 20,8’lik hedefin tutturulabilmesi için kalan üç ayda aylık ortalama enflasyonun binde 3 gibi bir seviyede olması gerekiyor ki elektriğe, doğal gaza ve diğer yaşamsal emtialara yapılan son zamlardan sonra bu mümkün değildir. Bu nedenle % 20,8 tutturulamayan hedefler listesine eklenecektir. 

Gelelim işin ekonomi politiğine. Öncelikle herkesçe bilinenle başlayalım. Enflasyon en çok sabit gelirlileri vurur; herkesin ezbere bildiği bu ilkeyi biraz açalım. İşçilerin ücretleri ve memurların maaşları geçmiş fiyat artışlarına göre yükseltilirler. Oysa cari enflasyon bir tür beklenmedik hadise, bir tür sürprizdir. Bu nedenle ücretler ve maaşlar enflasyon karşısında reel olarak erimeye en yatkın gelirlerdir. Memurlar ve işçiler ücret ve maaş artışlarını belirli sürenin sonunda alırlar ve uzunca bir süre bir daha almazlar. Arada patlayacak enflasyonist bir süreç karşısında çaresizdirler çünkü bir daha ki ücret ya da maaş artışını beklemek zorundadırlar. Böylece ücretler ve maaşlar reel olarak erirler. Asgari ücret üzerinden bir örnek verelim. 2017 yılının Eylül ayında, tıpkı 2017’nin diğer aylarında olduğu gibi, net asgari ücret 1.404 TL idi, bu parayla asgari ücretle çalışan emekçi kardeşim aylık ücretiyle geçen yılın Eylül ayında kilosu ortalama 2 TL olan domatesten 702 kilo alabiliyordu. Bu sene Eylül ayında net asgari ücret, tıpkı 2018’in diğer aylarında olduğu gibi, 1.603 TL’dir. Bu sene Eylül ayında asgari ücretli emekçi yoldaşım kilo başına ortalama fiyatı 6 TL olan domatesten topu topu 267 kilo alabilmektedir. Bak sen şu domatesin yaptığı işe! 

Eğer yeni bir enflasyonist sürece giriyorsak özellikle gazetelere bir tavsiyem var. Bundan sonra “enflasyon canavarı”nı anlatmak için öyle Çin ejderhası, komodo ejderi türünden yerli ve milli olmayan simgeler kullanmasınlar. Son performansıyla domates yüz ejderha gücünde olduğunu kanıtlamıştır. Bundan kelli enflasyon canavarını anlatmak için domatesi kullansınlar. Hatta bir fikir versin diye yazının başlığının altında 1978 yılı yapımı bir B sınıfı Hollywood filmi olan Attack of the Killer Tomatoes'un (Katil Domateslerin Saldırısı) afişini verdim. Eğer daha da yerli ve milli hale getirmek isterlerse afişteki domatesi Çanakkale ya da Ayaş domatesine benzetebilirler. 

Enflasyonun etkilerinin toplumsal sınıflar açısından nasıl farklılaştığına da gelecek yazıda değineceğim. 

(II)

Geçen yazımızın sonunda bu yazıda enflasyonun farklı sınıflar üzerindeki etkilerini inceleyeceğimizi vurgulamıştık. Bu vaadimizi yerine getireceğiz. Ancak tam yazı için bir kurgu oturtmaya çalışırken “Enflasyonla Topyekün Mücadele” (bundan sonra ETM) programı açıklandı. Bu ülkede güncel ile genelin gerilimi çok yoğundur, salim kafayla bir şey üzerine, uzun erimli bir süreç üzerine yoğunlaşmaya başlamak zor, güncel sürekli üstünüze gelmekte ve size kaçacak bir yer bırakmamaktadır. 

ETMyi yine Bakan Albayrak açıkladı. Sunumun ilk slaydında “Enflasyonla Topyekün Mücadele” sloganı ve bir market arabası var idi. Slogandaki ikinci “o” harfi yerine ay yıldız kullanıldı; böylece bunun milli bir seferberlik olduğu imajı verildi. Diğer taraftan market arabasının üstünde “3 Ay Boyunca En Az % 10 İndirim” yazmaktaydı.  Önce bununla başlayalım. Onca eleştirdiğimiz, sürekli karşıya aldığımız burjuvazinin yasal ve kurumsal örgütü olan o modern devlet var ya, artık yerinde yeller esmekte. Modern burjuva devletini bile mumla arayacağımız günlerdeyiz; ne yazık. Bakan Albayrak firmaları gönüllü bir şekilde fiyatlarını indirmeye çağırdı. İyi niyete seslendi. Bunu ilk defa yapmıyorlar. 2008/2009 küresel krizinin artçı şokları Türkiye Ekonomisini vurduğunda bazı mallarda ÖTV oranlarını düşürdüler ve firmalara da “bakın biz ÖTV’yi indirdik, sizde bu indirimi fiyatlara, yani tüketiciye yansıtın” dediler. İyi niyete seslendiler. Ancak kapitalist firma rasyonalitesi böyle işlemiyordu, firmalar fiyatları indirmediler, vergi indirimini arsız bir gönül rahatlığıyla cebe attılar. Daha sonra işsizlik yükseldiğinde ve ülke seçimlere giderken iş adamlarını bir araya topladılar. İstihdam seferberliği başlattılar. İşadamlarına “Bakın yemin edin, ekmek musaf üzerine söz verin her biriniz şu kadar kişiyi işe alacaksınız” dediler. İyi niyete seslendiler. İş adamları sermayenin mantığına uygun bir şekilde davrandılar, işsizlik oranı düşmek yerine artış gösterdi. Şimdi de firmalara” gelin üç aylığına fiyatları indirin, ne olur indirin” demekteler. İyi niyete seslenmekteler. Görünüşte belki indirecekler, ancak zaten geçtiğimiz 1-2 ay içinde fazlasıyla arttırdılar. Bir bölümü onu da yapmayacak. Ya iyi niyet istismar edilecek, ya da göstermelik bir şekilde çağrıya uyulacak. Modern devlet iyi niyete seslenmez, yetki kullanır. Artık kurumlarıyla, yasalarıyla modern bir kapitalist devlete sahip değiliz. 
Devlet iyi niyete güvenir mi yahu? 
ETM’nin altında başka başlıklar da var. Örneğin yılbaşına kadar elektrik ve doğal gaza zam yapılmayacağı müjdesi verilmiş. 
Peki bu durumda gecikmiş uyarlama sonucu yılbaşında elektrik ve doğal gaza daha yüklü zamlar gelmeyecek mi? 
Stokçulukla mücadele de program çerçevesi içinde. Hani 70’lere dönmeyecektik? 
Hal yasası değiştirilerek aracı ve komisyoncular tasfiye edilecekmiş. Bu sonuncusu pek çok burjuva hükümetin programındaydı, hiçbiri kotaramadı. Kotarılsa bile pek liberal ekonomi yönetimimiz acaba ürünü tarladan alıp tüketiciye ulaştıracak yeni bir mekanizma mı icat edecek? Aracı ve komisyoncu ile gerçekten mücadele edilecek ise eyvallah. Köylünün sırtında parazitik bir yaşam süren bu kesimler köylünün sömürülmesi sürecinde önemli aktörlerdir. Ancak kooperatif ve köylü örgütlenmesi sevmeyen sağcılarımız, liberallerimiz bu sömürücü kesimi yok ederse bu ekonomik işlevi kime bırakacaklar. Malum bu konuda aktif bir rol oynayabilecek tüm KİTleri tarumar ettiler, yerle yeksan ettiler. Bu işi kime yaptıracaklar, büyük market zincirlerine mi? Onlar da sömürmeyecek mi köylüleri? 

ETM iyi niyetlerle bezenmiş bir ekonomik kitschdir. Başka yerler de de vurguladık; Türkiye ekonomisi bir stagflasyona girmektedir. Stagflasyon ise ekonomik çaresizliktir, devletin bilindik ekonomi politikası araçlarıyla aşılması imkânsızdır. İyi niyetle aşılması ise külliyen imkânsızıdır. Şimdi asıl konumuza geri dönelim. Enflasyon herkes için eşit derecede zuhur eden bir illet midir? Kapitalizm de kriz dahil hiçbir ekonomik sürecin toplumsal sonuçları eşit dağılmaz, eşit bir şekilde hissedilmez. Herkes kaybetse ile mutlaka az kaybeden ile çok kaybeden vardır. Genellikle de herkes kaybetmez, bazıları kazanır. Teknik olarak tüketici enflasyonu tüketici fiyat endeksinin artış göstermesidir. Tüketici fiyat endeksi (bundan sonra TÜFE) hesaplama sürecinde önce belirli bir mal sepeti içinde bulunan her bir malın fiyatının artış oranı o malın bu sepetin toplam fiyat değeri içindeki ağırlığı ile çarpılır. Böylece iki dönem arasında temsili bir tüketim sepeti için fiyat artış oranı bulunmaktadır. Burada kritik unsur şu temsili tüketim sepetidir, neye göre, kime göre seçilmiştir? Burjuva iktisadı ve ona yardımcı istatistik kurumlarına göre temsili bir tüketim sepeti ortalama, sıradan bir ailenin, tüm toplumun temsilcisi olmaya aday bir ailenin tüketim sepetidir. Eğer toplum sosyoekonomik olarak benzer ailelerden oluşsa idi bu kabul edilebilir bir varsayım olurdu. Fakat kapitalist toplumlar parçalanmış bütünlüklerdir. En önemli parçalanmışlık ise toplumsal sınıflar düzeyinde ortaya çıkar. Dolayısıyla temsili bir tüketim sepeti türünden bir saçmalık olsa olsa sınıfsal farklılıkları yok sayma ve gizleme amacına hizmet eder. Ortalama aslında niteliksel farkları yok eden bir niceliksel sapmadır. Burjuva iktisadından kaynaklanan bu sınırlılığı aşmak için dostum, yoldaşım, KHK mağduru Ahmet Haşim Köse ile sürdürdüğümüz ve Türkiye toplumunun sınıfsal yapısını analiz eden çalışmanın bazı sonuçlarını vereceğim. Böylece her sınıf için enflasyon oranın ne kadar farklılaştığını göstermeyi amaçlıyorum. Öncelikle burada sunulacak veriler Hanehalkı Bütçe Anketlerinden türetilmiştir. 

Biz bu anketleri kullanarak Marksist bir yöntemle Türkiye’nin sınıfsal haritasını çıkardık. Böylece her sınıf için ortalama bir tüketim sepeti bulduk. Bu tüketim sepeti sınıflar arasında ciddi farklılıklar göstermekteydi. Örneğin aşağıdaki tablo 2015 yılında hane düzeyinde kapitalistler ve mülksüz emekçilerin toplam tüketimlerini hangi madde grupları arasında nasıl dağıttıklarını göstermektedir. Yazıyı uzatmamak açısından diğer sınıfları vermedik. Bu ikisinin seçilmesindeki neden ise Marx’ın bir uyarısıdır. Ona göre sermaye birikimi toplumların tüm hücrelerine yayıldıkça toplumsal yapılar sermaye sahibi burjuvazi ile zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan mülksüz emekçiler arasında kutuplaşacaktır.
 
Tabloya göre kapitalistler harcamalarının en büyük bölümünü ulaşıma, mülksüz proleterler ise konut ve gıdaya yapmaktalar. Bu arada herhangi bir kalemdeki tüketimin her iki sınıf içinde aynı anlama geldiğini düşünmek saflıktır. Örneğin gıda tüketimi mülksüz emekçiler için yaşamsal bir gereklilik iken ensesi kalın kapitalistlerimiz için çoğunlukla bir keyif aracıdır. Diğer taraftan kapitalistlerin tüketimi içinde en büyük orana sahip ulaşım harcamaları mülksüz emekçiler içinde oldukça büyük bir orana sahiptir (% 16,3). Ancak ulaşım bu iki sınıf için aynı anlama gelmekten uzaktır. Mülksüz emekçi kardeşlerimiz için bu tüketim servis ücreti, metro ve belediye otobüsü kartı, dolmuş ücreti anlamına gelmekte iken, kapitalistler açısından lüks otomobiller ile bu otomobillerin depolarını dolduran benzin/mazot anlamına gelmektedir (Yıllar önce Ankara’da bir konferansta karşılaştığım Alman akademisyen hasbıhalin orta yerinde “Siz beklentimin aksine çok zenginsiniz galiba” deyivermişti. 
Ben de nedenini sordum. “Hiç bu kadar çok son model BMW ve Mercedesi bir arada görmemiştim” diye cevap verdi ve devam etti “Bizde bu arabaların hem vergisi yüksektir, hem de genel olarak otopark ücretleri yüksektir. Üstelik kentsel taşımacılık çok yaygın ve ucuz iken kimse bunları almak istemez.” Öyledir, ne acı ki burjuvalarımız ve zenginlerimiz hem görgüsüz hem de çapsızdır). 
Gelelim her sınıf için fiyatların ne kadar arttığına. Bu hesaplama için 2015 yılındaki tüketim ve madde ağılıklarını kullandık. Şimdi efendim her sınıfın ortalama tüketim sepetinin 2003 yılındaki değerini 100 kabul edersek, sınıfların tüketim sepetlerinin 2015 Aralığındaki ve 2018 Eylülündeki değerleri aşağıdaki tabloda verilmiştir. 

Tablo çok açık bir şekilde enflasyonun her sınıfı aynı derecede vurmadığını göstermektedir. Ancak önce bazı açıklamalara gerek vardır. Detaylara girmeden belirtelim. Mülksüz emekçi belirtildiği gibi ücretinden başka bir şeyi olamayan emekçidir. Bu sınıfa dahil aile sayısı 2016 yılında nerdeyse 4 milyon civarındadır. Nitelikli emekçiler ise ücretli çalışan mühendis, teknisyen, doktor ve avukat gibi nitelikli meslek grubuna ait emekçilerdir. Bu ikisi arasında kalan, nitelikli olmayan ancak en azından bir eve ya da bankada birkaç kuruşa sahip olan geniş emekçi kitlesi ise sadece “emekçiler” başlığı altında verilmiştir ki bu sınıftan ailelerin sayısı yaklaşık 8 milyon civarındadır. Kentli profesyoneller ise özellikle kamu hizmetlerini özelleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan, kendi hesabına çalışan doktor, avukat veya mühendisleri anlatmaktadır. 

Tabloya göre 2003’e göre tüketim sepetinin değeri en çok artış gösteren sınıflar “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan” mülksüz emekçiler, köylüler ve tarım emekçileridir. En az artış gösteren sınıflar ise kapitalistler, rantiyeler ve yardıma muhtaç yaşlıların oluşturduğu çalışmayan aileler grubudur. Enflasyon bile mazlumun ahını almakta, sömürenden çok sömürüleni vurmaktadır. 

Üstelik hikâye burada bitmemektedir. Bir sonraki yazıda detayları verilecek ancak bir ön belirleme yapalım. Fiyat artışı karşısında tepkiler konusunda da sınıflar arasında bir asimetri vardır. Kapitalist toplumların sınıfsal hiyerarşisinde üstlerde yer alan mal, mülk ve sermaye sahipleri sattıkları her ne ise fiyat artışı sürecinde onun fiyatına da misli kadar, belki de ondan bile fazla zam yapma kapasitesine sahiptirler (son zamanlarda özel doktor muayenehanesine gittiniz mi hiç? Muayene ücretlerine bakın). Dolayısıyla bir dereceye kadar kâr, faiz ya da rant gelirlerinin erimesini engelleyebilme kapasitesine sahiptirler. Oysa emekçiler ve köylüler piyasanın fiyat dinamikleri karşısında oldukça edilgen ve çaresizdirler. 

Bu ise gelecek yazının mevzusudur. 

Serdal Bahçe / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder