19. yüzyılın son çeyreği. Jön Türk aydını, mücadeleyi önce kültürel halkçılık ile büyütüyor. Bu amaçla tüm baskılara rağmen yazıyor, yayımlıyor. Gazete çıkarıyor. Ağır baskı döneminde sadece Anadolu dışında çıkan Jön Türk gazetesi sayısı 150’yi aşıyor. Namık Kemal yasaklı ama “Vatan nasıl kurtarılır?” diyerek çareler arayan yurtsever öncü kuşak, geceleri okul yatakhanelerinde ezberden Namık Kemal şiiri okuyor. Sürgün ediliyor, hücreye atılıyor; gazeteler Saray sansürüne uğruyor, ama yılmıyor. Hürriyet ve halk egemenliği aşkı, en ağır baskı döneminde önce yeni kuşak öncü aydınlar arasında gelişiyor. Mustafa Kemal aydınlığı bu birikime dayanıyor. Bu ilk aşama.
Amaçları anayasal, demokratik yönetim.
İyi de nasıl?
İki yol var; bu kurtuluş reçetesi ya Saray eliyle uygulanacak ya da halkçılıkla, halkı kazanarak. Saray’dan çare gelmiyor; aksine sorunun kaynağı orası. Öyleyse halkı kazanmalı. Fakat zorluk çok. Okuryazarlık düşük; aydının dili halk dilinden uzak. “Halka doğru” hareketleri böyle başlıyor. Dilde sadeleşme, halkın gündemini öğrenme, öğrenip somut çözümler üretme, hekimiyle, öğretmeniyle, şairiyle gidip hayatı değiştirme arayışı yayılıyor. Yani siyasi hedefler için, önce kültürel halkçılık gelişiyor.
Sonuç başarılı.
Yeni öncü aydınlar “kültürel iktidar”ı siyasi iktidar olmadan, hem de istibdat devrinde ele geçiriyor. Bir Abdülhamit paşası, Rumeli’den geçtiği telgrafta “Buralarda ben hariç herkes Meşrutiyetçi” diyebiliyor. Çünkü Türkiye’nin yeni halkçı aydını, sadece yol göstermeyle, teoriyle değil, yazdığını, söylediğini bizzat hayatın içinde, halka dokunarak gerçekleştirme sınavlarından geçiyor. Öncü aydın “Birbirimize bildiklerimizi anlatarak mı kazanacağız” sorusunu sorduğunda, içinden çıktığı halka yöneliyor. Pratisyen, uygulayan oluyor.
Kültürel halkçılık, siyasi halkçılığa böyle varıyor. Siyasi halkçılık, Yusuf Akçura’nın ifadesiyle demokratizm; Tunalı Hilmi’nin deyişiyle ahali hâkimiyeti, Ziya Gökalp’in anlayışıyla demokrasi; yani siyasi ayrıcalıkların kaldırılması. Ülkenin Saray’dan keyfe göre değil, Meclis’ten, halk egemenliğine ve anayasaya dayanarak yönetilmesi arzusunun programı. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet Devrimi’ne böyle uzanıyoruz.
Kurtuluş Savaşı’nı halkı kazanarak, kongreler ve Meclis eliyle zafere ulaştırıyoruz. O yasaklı Namık Kemal şiirlerini ezberleyen genç Mustafa Kemal devrimciliği tarihi ilerletiyor.
Fakat bir eksik var: İktisadi halkçılık. Şefik Hüsnü, Nâzım Hikmet ve başta
Şevket Süreyya olmak üzere Kadrocular, kültürel ve siyasal halkçılığa destek veriyor. Ama uyarıyorlar; Türkiye halkçılığı ekonomik olarak dışlanmış halka dayanmalı; kültürel alana sıkışmamalı. Yapılanlar iktisadi halkçılık ile tamamlanmalı. “Köylüye toprak, işçiye insanca yaşam” diyorlar.
Uyarıları net: Eğer dışlananları, ezilenleri “halk adına” konuştuğunu iddia eden baskıcı kuvvetlere teslim edersek, her şey geriye döner. Öyle de oluyor. Demokrat Parti böyle bir popülizmle geliyor; AKP böyle bir popülizmle gelip rejimi “halka dayanıyoruz” mesajıyla çökertiyor.
Kültürelden siyasala uzanarak kazandık; iktisadi halkçılığı yok sayarak kaybettik. Özeti budur.
Şimdi yeniden başlama aşamasındayız.
Son yazıda, “baskı gücüne, iktidara sahip olanlar her şartta kültürel iktidarı da elinde tutar mı” diye sormuştum. Bu yazı, tarihe dayalı “hayır” yazısı.
Ama bugün başka zorluklar var. En ağır baskı döneminde 150 gazete çıkaran Jön Türk aydını bir yanda; elde kalan 2-3 gazeteye, satın alarak bile destek vermeyen “bitti bu iş” tutukluğu diğer yanda. “Kültürel iktidar”ı ele geçirmek, nasıl kaybettiğimizi doğru saptamakla mümkün.
Tek sorumlu iktidar mı, baskı mı?
Bunu aşmalıyız. Siyaset, sabahtan akşama Erdoğan’ı konuşmakla değil; halkın biriken sorunlarına kendi olanak ve kabiliyetlerimiz ekseninde sorun çözücü toplumsal müdahaleler yapmakla halkçılık zeminine girer.
Doktor bir gününü yoksul mahallelere ayırdığında; öğretmen, velisini ziyaret edip evindeki dertlere çare aradığında; şair, Atatürk’ün Nâzım’a öğütlediği gibi “gayeli şiir” yazdığında; gençler, sanatçılar okullara kütüphane kurmak için aydın birikimini seferber ettiğinde; hakları için direnen işçiler bu birikimler etrafında desteklendiğinde, iş cinayetine kurban giden işçinin evine uğradığımızda; çocuğunu yitirmiş sıvasız evlerdeki ana-babaları yalnız bırakmadığımızda, gündelik sorunlara dokunduğumuzda doğacak yeni halkçılık. Bu, öncü birikimdeki “bir işe yaramama” kötümserliğiyle mücadele için de ilaç.
Şikâyet yerine bir yerden başlasak, ne dersiniz? 150 yıl öncesine göre birikimimiz daha mı az ki!
Deniz Yıldırım / CUMHURİYET
Amaçları anayasal, demokratik yönetim.
İyi de nasıl?
İki yol var; bu kurtuluş reçetesi ya Saray eliyle uygulanacak ya da halkçılıkla, halkı kazanarak. Saray’dan çare gelmiyor; aksine sorunun kaynağı orası. Öyleyse halkı kazanmalı. Fakat zorluk çok. Okuryazarlık düşük; aydının dili halk dilinden uzak. “Halka doğru” hareketleri böyle başlıyor. Dilde sadeleşme, halkın gündemini öğrenme, öğrenip somut çözümler üretme, hekimiyle, öğretmeniyle, şairiyle gidip hayatı değiştirme arayışı yayılıyor. Yani siyasi hedefler için, önce kültürel halkçılık gelişiyor.
Sonuç başarılı.
Yeni öncü aydınlar “kültürel iktidar”ı siyasi iktidar olmadan, hem de istibdat devrinde ele geçiriyor. Bir Abdülhamit paşası, Rumeli’den geçtiği telgrafta “Buralarda ben hariç herkes Meşrutiyetçi” diyebiliyor. Çünkü Türkiye’nin yeni halkçı aydını, sadece yol göstermeyle, teoriyle değil, yazdığını, söylediğini bizzat hayatın içinde, halka dokunarak gerçekleştirme sınavlarından geçiyor. Öncü aydın “Birbirimize bildiklerimizi anlatarak mı kazanacağız” sorusunu sorduğunda, içinden çıktığı halka yöneliyor. Pratisyen, uygulayan oluyor.
Kültürel halkçılık, siyasi halkçılığa böyle varıyor. Siyasi halkçılık, Yusuf Akçura’nın ifadesiyle demokratizm; Tunalı Hilmi’nin deyişiyle ahali hâkimiyeti, Ziya Gökalp’in anlayışıyla demokrasi; yani siyasi ayrıcalıkların kaldırılması. Ülkenin Saray’dan keyfe göre değil, Meclis’ten, halk egemenliğine ve anayasaya dayanarak yönetilmesi arzusunun programı. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet Devrimi’ne böyle uzanıyoruz.
Kurtuluş Savaşı’nı halkı kazanarak, kongreler ve Meclis eliyle zafere ulaştırıyoruz. O yasaklı Namık Kemal şiirlerini ezberleyen genç Mustafa Kemal devrimciliği tarihi ilerletiyor.
Fakat bir eksik var: İktisadi halkçılık. Şefik Hüsnü, Nâzım Hikmet ve başta
Şevket Süreyya olmak üzere Kadrocular, kültürel ve siyasal halkçılığa destek veriyor. Ama uyarıyorlar; Türkiye halkçılığı ekonomik olarak dışlanmış halka dayanmalı; kültürel alana sıkışmamalı. Yapılanlar iktisadi halkçılık ile tamamlanmalı. “Köylüye toprak, işçiye insanca yaşam” diyorlar.
Uyarıları net: Eğer dışlananları, ezilenleri “halk adına” konuştuğunu iddia eden baskıcı kuvvetlere teslim edersek, her şey geriye döner. Öyle de oluyor. Demokrat Parti böyle bir popülizmle geliyor; AKP böyle bir popülizmle gelip rejimi “halka dayanıyoruz” mesajıyla çökertiyor.
Kültürelden siyasala uzanarak kazandık; iktisadi halkçılığı yok sayarak kaybettik. Özeti budur.
Şimdi yeniden başlama aşamasındayız.
Son yazıda, “baskı gücüne, iktidara sahip olanlar her şartta kültürel iktidarı da elinde tutar mı” diye sormuştum. Bu yazı, tarihe dayalı “hayır” yazısı.
Ama bugün başka zorluklar var. En ağır baskı döneminde 150 gazete çıkaran Jön Türk aydını bir yanda; elde kalan 2-3 gazeteye, satın alarak bile destek vermeyen “bitti bu iş” tutukluğu diğer yanda. “Kültürel iktidar”ı ele geçirmek, nasıl kaybettiğimizi doğru saptamakla mümkün.
Tek sorumlu iktidar mı, baskı mı?
Bunu aşmalıyız. Siyaset, sabahtan akşama Erdoğan’ı konuşmakla değil; halkın biriken sorunlarına kendi olanak ve kabiliyetlerimiz ekseninde sorun çözücü toplumsal müdahaleler yapmakla halkçılık zeminine girer.
Doktor bir gününü yoksul mahallelere ayırdığında; öğretmen, velisini ziyaret edip evindeki dertlere çare aradığında; şair, Atatürk’ün Nâzım’a öğütlediği gibi “gayeli şiir” yazdığında; gençler, sanatçılar okullara kütüphane kurmak için aydın birikimini seferber ettiğinde; hakları için direnen işçiler bu birikimler etrafında desteklendiğinde, iş cinayetine kurban giden işçinin evine uğradığımızda; çocuğunu yitirmiş sıvasız evlerdeki ana-babaları yalnız bırakmadığımızda, gündelik sorunlara dokunduğumuzda doğacak yeni halkçılık. Bu, öncü birikimdeki “bir işe yaramama” kötümserliğiyle mücadele için de ilaç.
Şikâyet yerine bir yerden başlasak, ne dersiniz? 150 yıl öncesine göre birikimimiz daha mı az ki!
Deniz Yıldırım / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder