31 Ocak 2019 Perşembe

Küçük adam ne oldu sana? - ALİ RIZA AYDIN

Sevgiyle, saygıyla andığımız Yılmaz Onay, Hans Fallada’nın aynı adlı romanından uyarlayarak oyunlaştırmıştı ve yönetmişti Ankara Sanat Tiyatrosunda “Küçük Adam Ne Oldu Sana”yı.

Yaşamı da bir roman gibi olan Alman yazar (1893-1947), onu da ihmal etmeyip hem de Naziler tarafından kapatıldığı akıl hastanesinde şifreli olarak yazıyor otobiyografik olarak nitelendirebileceğimiz “Ayyaş” adlı romanını.

“Küçük Adam Ne Oldu Sana?” romanı 1932 tarihini taşıyor. İkiyüzlülüğün, çıkar ilişkilerinin, sömürü düzeninin, bir de bunlara eklenen savaşın vahşi çarklarının arasında sıkışıp kalan küçük insanları anlatan roman, tahmin edileceği gibi Naziler tarafından tehlikeli yazarlar listesine alınmasına neden oluyor yazarını. Ki, 1931’de yayımlanan ve 1928 Almanya'sının gerçeğini aktaran “Köylüler, Kodamanlar ve Bombalar” romanı da var.  

Yaşamı ve gerçekleri tüm canlılığıyla anlatarak övgüyü hak eden bu iki romanın Fallada’yı düzenin hedef tahtasına oturtması kaçınılmaz.

Anlatılan tam da Almanya’yı faşizmin batağına iten sınıfsal koşullar ve bu koşullara destek veren siyasiler, basın, işçi ve köylü temsilcileri. Onları tutunmaya çalışılan dal olarak gören küçük insanlarsa aslında vahşi sömürü ve savaşın düzenini yaşatmaya destek veriyor kâh öfkeleri dindirilerek kâh kışkırtılarak; ama sonunda boyun eğdirilerek, sesleri kısarak.

Tabii böyle bir gerçekçi romanın Türkiye’de uzun süre sansürlü yayımlandığını da anımsatalım. Öyle ki 2018’de yayımlanan (Everest Yayınları) “Küçük Adam Ne Oldu Sana?” baskısıyla önceki baskılar arasındaki sayfa farkı bile bunu anlamaya yeter.

Yaşama vedasına yakın bitirdiği “Herkes Tek Başına Ölür” romanıysa Fallada klasiklerinin klasiği. Çevirmeni Ahmet Arpad’ın deyişiyle “küçük insanların Nazi Rejimiyle savaşı”nı anlatır. “Küçük insanların avukatı” olarak da tanımlanan Fallada gerçeklerin fotoğrafını çekmekle bitirmez yaşamını, başkaldıran ve direnen insanları da yazar.

Ne zaman “ne olacak bu memleketin hali” ya da “kime oy vereceğiz” sorusuyla karşılaşsam Fallada’yı ve romanlarını anımsarım.

Avuçların içinden akıp giden yaşamlar, ayakların altından kayıp giden topraklar, köreltilen akıllar ve karartılan aydınlanma… Hepsi sömürü denizine akıtılıyor ya da o düzenin dalgaları tarafından yutuluyor.

Hep tartışılırdı, 1970’lerin ikinci yarısından sonra, özellikle son çeyrekte daha çok tartışıldı; Türkiye’nin içinde bulunduğu kan gölü, faşist çetelere ve bunu besleyen siyasi şapkanın sahiplerine bağlanıp bırakılamaz.

Tıpkı 12 Eylül darbesinin beş generale bağlanıp bırakılmayacağı gibi…
Tıpkı 1930’ların 40’ların Almanya’sının ve İkinci Dünya Savaşı'nın, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ne saldırının basitçe Hitler’e ve Nazilere bağlanıp bırakılamayacağı gibi…

Ya da bugün yalnızca İslami faşizme saplanıp kalınamayacağı gibi…
Faşizmin niteliği ve işlevi tüm boyutlarıyla sergilenmeden, ideolojisi yerli yerince anlaşılmadan, kapitalist ve emperyalist dünyanın marksizme dayalı analizi yapılmadan durulan her yerde sermaye sınıfının egemenliğini kabullenen, kabullenmekle kalmayıp sömürü düzenine destek veren; küçülen, küçüldükçe ezilen insan kümeleri büyüyerek yığılıyor. 
    
Düzen siyaseti de bu yığınlarla sermaye sınıfı arasındaki ipleri birbirine bağlayarak düzenin istikrarı için hizmete devam ediyor.

Fallada’yı anımsatan bir başka konu da örgütlü sınıfsal mücadele. Fallada’nın anlattığı canlı dünya, bu dünya içindeki küçük insanlar ve bu insanların küçük direnişleri örtülü de olsa hep bir boşluğu ve ihtiyacı anımsatır.

Fallada’nın romanlarının yeni klasikler arasına girmesindeki giz de gerçeğin yansıtılmasındaki başarısına ek olarak okura bu boşluğu ve ihtiyacı yazmadan anlatmasıdır diye düşünürüm.

Mücadelesiz olmaz ama mücadele de sınıfsal ve örgütlü olmadan eksik olur. Sınıfsal gücü taşımayan mücadele toplumsal ve ekonomik yapıyı da değiştiremez. Bu gücün buluşma yeri “parti”dir; düzenin özüne bütünlüklü olarak inen, özü sınıfsal niteliğiyle analiz edip gösteren, işçiyi ve emekçiyi sınıf yapmada öncü olan parti.

Ödün vermeyen, sapmayan, uzlaşmayan, boyun eğmeyen mücadele ile düzen siyasetiyle umut arayanların mücadelesi arasındaki fark bu: Birinciler değişmeli, ikinciler devam diyor; birincilerin teorik, politik ve örgütsel ilkeleri ve bütünlüğü var, ikincilerin yok.

Türkiye Komünist Partisi'nin seçimsiz ya da seçimli tüm zamanlarda ve alanlarda mücadelesini düzen analiziyle birlikte “bu düzen değişmeli” hedefine oturtması, düzen partileriyle ve olmadığı iddiasını ileri sürdüğü halde aynı siyasete ödün vererek faaliyetini sürdüren partilerle arasındaki farkı açıkça gösteriyor.
Politik mücadeleyle uğraştığını sananlar, ekonomik mücadeleyi ve sınıfsal karşıtlığı unuttukça düzen devam ediyor. Sınıfsal mücadeleyi körelterek kapitalist düzene bağlayan her politika, nihayet düzen politikası.

Bu düzenin değişmesi için paranın ve dinin saltanatına karşı mücadele ise sınıf mücadelesine dönüştükçe politik eyleme de dönüşüyor. Seçimsiz ya da seçimli tüm zamanlarda siyasi partilerle ilişkinin püf noktası burası. Onun için seçimlere iki parti giriyor nitelendirmesi yanlış değil: Türkiye Komünist Partisi ve diğerleri…   

Ali Rıza Aydın / SOL

Çizgilerin gücü büyüktür - ALPASLAN SAVAŞ

Geçtiğimiz Pazar günü İstanbul Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde bir karikatür sergisi açıldı. Karikatürist Canol Kocagöz’ün “Direnişten Greve” isimli sergisi üç katlı kültür merkezinin duvarlarını birer mizah dergisi sayfasına dönüştürmüş durumda.

Serginin başlangıcı Kavel grevinin yıldönümüne denk geliyor. Türkiye işçi sınıfının grev hakkı kazanmasında önemli rol oynayan Kavel grevini anmayı ve bugün işçilerin sürdürdüğü mücadeleyi güçlendirmeyi amaçlıyor. Sergide sadece sendika dergilerinde ya da gazetelerde yayımlanan karikatürlere değil, belki bir mitingde işçilerin taşıdığı pankarta, belki bir fabrika önünde işçilere dağıtılan bildiriye ya da önünde grev çadırı kurulmuş bir fabrikanın duvarına çizilmiş işçi karikatürlerine rastlayabilirsiniz.


(Arçelik Çayırova fabrikası/ 1978 MESS Grevi)









                                                              ***

Çizgilerin gücü gerçekten büyük. Sınıfsız sömürüsüz bir dünya için işçi sınıfının mücadelesini anlatan onca çizer, ressam, sayısız ürün var.
Bu gücü karşı cephe de biliyor. Sermaye sınıfı bir propaganda aracı olarak çizgileri kullanmak konusunda geri durmadı. Bir toplumsal sistem olarak sosyalizmi gerçek dışı gösterip aşağılayan, kapitalizmi insanlık için tek çözüm olarak gösteren sayısız propaganda afişi, karikatür, resim yapıldı. Bu üretimler kimi zaman popüler kültürün içi boşaltılmış yoz mizahını temsil eden dergiler olarak, kimi zaman bir soğuk savaş enstrümanı olarak karşımıza çıktı.



(İlk karikatür 1949 Washington Post’ta yayımlanan ABD’nin Sovyetler Birliği’ni kuşatma planının parçası olarak devreye soktuğu Marshall Planı propagandası. İkinci karikatür 1952’de Avusturya Komünist Partisi tarafından yayımlanan, Marshall Planı kapsamında yapılan ABD yardımını gösteren ve ülkenin petrol kaynaklarının geleceğine işaret eden bir poster)


Öte yandan çizgiler en büyük ilhamı hep sınıfsız toplum fikrinin gücünden aldı. Bunun en iyi örnekleri, Sovyetler Birliği’ndedir. Eşitlik ve özgürlük idealine inanmış halkçı, aydınlanmacı, komünist çizerler üretimleriyle Rusya’daki işçi devletine güç verdiler.

Sovyet afiş ve posterleri gerçek birer sanat eseridir. Ekim devriminde Bolşevik partinin sloganları işçilere, köylülere, askerlere biraz da bu posterler sayesinde ulaştı. Basit ve anlaşılır olduğu kadar güçlü de olan bu çizimler Bolşeviklerin kitleleri devrimin saflarına çağırmasını kolaylaştırdı.

Sonrasında da böyledir. İç savaş sırasında fabrikalara, köy meydanlarına, çiftliklere asılan afişler, halka dağıtılan resimli bildiriler, açlık ve sefalete rağmen devrimi korumak ve yeni bir toplum kurmak için ortaya konan iyimserliği yansıttı. Sovyet çizerler, ikinci savaşta faşist Alman ordularına karşı anayurt savaşı veren halka ve cephedeki askerlere moral vermek için çalıştı. Yeteneklerini ve yaratıcılıklarını kimi zaman cephede kimi zaman cephe gerisinde bu ortak amaç için kullandılar. İkinci savaş sırasında Sovyetlerin kullandığı silahlarla kıyaslanan siyasi karikatürler, Sovyet anayurt savunmasının önemli bir gücü oldu.


(“Moskova Seferi” Victor Denisov, 1942)









                                                            ***

1954 yılının Nisan ayı. İstanbul Demir ve Madeni Eşya İşçileri Sendikası, elindeki olanaklarla kendi adını taşıyan bir Haber Bülteni çıkarmaya karar verir. Bültenin amacı işçileri hakları konusunda bilgilendirmek ve sendikanın propagandasını yapmaktır. Kısa adı Demir-İş olan sendikanın hazırladığı haber bülteninin her sayısında karikatürler de yer alır. Oldukça amatör çizimlerdir ancak bu karikatürlerin ana karakteri olan Mıstık isimli işçi kimi zaman hükümeti, kimi zaman patronları, bazen de başka sendikaları hicve alır.

Mıstık karakterinin karikatürlerinin yer aldığı Demir-İş Haber Bülteni 1954’ten 1956 yılına kadar teksirle çoğaltılarak on sayı yayımlandı. Karikatürlerin üzerinde bulunan K.T. imzasının kime ait olduğu ise hâlâ bilinmiyor. Üzerinde en fazla durulan ihtimal, bültenin yazılarının çoğunu kendi imzasıyla hazırlayan sendika başkanı Kemal Türkler’e olduğu yönünde.

O karikatürleri Kemal Türkler mi çizmiştir bilemeyiz ama 46 sendikacılığının tozu dumanı henüz dağılmışken, yeni bir çıkış arayan sendikaların işçilere seslenmede çizginin gücünü kullanmaya ihtiyaç duydukları ortadadır.

                                                             ***

Türkiye’de çizgilerin işçi hareketine çok daha etkin biçimde dahil olması esasen solun ve sendikal hareketin yükseldiği 1970’li yıllardadır. Hazırlanan pek çok broşür, bildiri ve kitapçıkta yer alan anlatımlara çizgiler bu dönem daha fazla eşlik etmeye başladı.

Dev-Yol hareketinin öncü kadrolarının yer aldığı Tüm İktisatçılar Birliği’nin 1974-77 yılları arasında yayımladığı ve akıllarda TİB broşürleri olarak kalan “Resimli İşçi Dizisi” hemen başta sayılabilir. Pahalılık, Sınıflar, Grev, İşsizlik, Gelir Dağılımı, Emperyalizm gibi başlıklarda toplam 13 ayrı resimli broşür, ele aldığı konuyu bir öykü etrafında karikatür ve çizimlerle destekleyerek basit bir şekilde anlatıyordu. Büyük bölümünün Yıldırım Koç tarafından yazıldığı hikayeler Selçuk Demirel tarafından resimlendirildi.

1975 yılında Süleyman Üstün’ün kaleme aldığı, Tan Oral’ın çizimlerini yaptığı “Resimlerle İşçi Sınıfı Tarihi” de unutulmamalı. Vardiya yayınlarından dört ayrı cilt olarak yayımlandı ve birçok sendikada işçi eğitimlerinde kullanıldı.

Bir de işçi sınıfının Ali ile Fitnat’ı var. Tevfik Çavdar’ın yazdığı, Engin Ergönültaş’ın resmettiği “Ali ile Fitnat” serisi, 1980 yılının Ağustos ve Eylül aylarında iki ayrı broşür olarak Petrol-İş tarafından basıldı. “Ali ile Fitnat artı değer öğreniyor” ve “Para babaları ülkemizi nereye götürüyor” isimli resimli broşürler 12 Eylül darbesinden hemen önce işçilerle buluştu.

                                                               ***

Serginin açılışında Canol Abi’yle beraberdik. 12 Eylül’den hemen önce Türkiye Maden-İş Sendikası’nın A-B-C tipi işçi eğitim kitapçıklarının yeni baskıları için iki yüzden fazla çizim hazırladığını, darbeden sonra bu çizimlere bir daha ulaşamadığını anlattı. 13 yıl kayyumda kalan sendikanın birçok değerli malzemesi gibi bu çizimlere de bir daha ulaşmak mümkün olmamış. Tesellisi ise yine darbenin kesintiye uğrattığı “Çizgilerle Sınıflar Tarihi” çalışmasının 39 yıl sonra aynı sendikanın devamı olan Birleşik Metal-İş tarafından basılması olmuş.
Canol Kocagöz’ün “Kavel’in Anısına Direniş’ten Greve” sergisi Şubat sonuna kadar NHKM’de olacak, İstanbul’da olanlar kaçırmasın derim.
Fabrikanın duvarına grev resimleri çizen karikatüristle başladık, maden ocaklarının kapısına sergisini taşıyan ressamla bitirelim.

İşçi sınıfı için üretenlere, sınıfın sanatçılarına saygıyla…


(İrfan Ertel, TTK Kozlu Ocağı, Aralık-2017)











Alpaslan Savaş /SOL

İzmir... Kadın mıdır, kız mıdır? - MİNE SÖĞÜT

Bir şehrin dişiliği şiirlerden, şarkılardan geçip kulağımıza geldiğinde başka bir anlam taşır; 
Muhafazakâr bir partinin politikacısının iki dudağı arasından döküldüğünde başka bir anlam. 
Hele hele bu politikacı, verdiği bir gazete röportajında şehre “kadın” değil “kız” dediğinin 

altını çizerse, işin rengi iyice belirginleşir. 
İzmir... 
Kadın mıdır, kız mıdır? 
Türkiye... 
Kadın mıdır, kız mıdır? 
Bu dünya... 
Kadın mıdır, kız mıdır? 
Bu iktidar... 
Erk midir, erkek midir? 
Güç sahibi olduğu her alanda kendisini ve üzerinde egemenliğini sürdüreceği “öteki”ni cinsiyetçi bir algının pervasız diliyle tarif edebilen bu iktidar, şehre kız dediğinin, kadın demediğinin altını çize çize vurgulayan bir politikacının fütursuz diliyle bir kez daha deşifre ediliyor. 
Bu coğrafyanın medeniyetiyle ünlü en aydınlık şehrine belediye başkanı olmaya aday olarak karşımıza çıkan politikacı; 
Temsil ettiği muhafazakâr aklın kirli bilinçaltını bir seçim sloganı gibi kullanmaktan gocunmadığında... 
Burası hâlâ aklı başında bir ülke olsa... 
O da, temsil ettiği ideoloji de hemen alaşağı edilirdi. 
Ama bu aklını kaybetmiş ülkenin ele geçirilmiş bir gazetesine verdiği röportajda niyetini tatlı tatlı anlatan o politikacının konuşurken seçtiği kelimeler artık bu toplumu yeterince irkiltmiyor. 
Şehre, ülkeye, dünyaya... 
Hatta hayata iki bacak arasından bakan ve erkin erkek dilini hoyrat bir şekilde kullanan politikacıların sözcülüğünü yaptığı aklın bize önerdiği korkunç ahlak es geçiliyor. 
İktidarına talip olduğu her yapıyı kız ya da kadın ayrımında gören... 
Gücünü cinsiyetçi kavramlarla özdeşleştirip, cümlesini hiç çekinmeden kadınlık ve kızlık değerleri üzerinden kuran politikacıların olmaları gereken yerle, oldukları yer arasındaki uçuruma yuvarlanan bu ülkede... 
İzmir’in mahallenin en güzel kızı olmasıyla en güzel kadını olması arasındaki farkın ne anlama geldiği üzerinden ısrarla devam etmesi gereken bir söyleşi, ancak politikacının ailesi vesilesiyle kadına bakışını akladığı bir yere evrilebildiği ölçüde ana akım medyada geniş yer bulabiliyor.
***
Eğer bir mucize olamaz da... 
Bu halk muhalefetin korkunç zaaflarına rağmen, kendisinden bekleneni değil aksini yapmazsa...
Ve iktidarı sandıkta yüzde yetmişe yakın bir tepkiyle silkelemezse... 
Dönüşü gittikçe zorlaşan bu yolda, çok yakında; 
Tecavüz suçlarına getirilen iyi hal indirimlerini... 
Kadın cinayetlerindeki ağır tahrik hafifletmelerini... 
Çocuk tacizlerindeki “rıza” tartışmalarını gündeme bile taşıyamayacak hale geleceğiz. 
Kadın, çocuk ve insan haklarıyla hızla vedalaşacağız. 
Kendi suskunluğumuzda kapana kısılacağız.

***

Rivayete göre, İstanbul, 1453 yılında kuşatıldığında, kolayca düşer. 
Çünkü o esnada papazlar kilisede meleklerin cinsiyetini tartışmaktadırlar. 
Ve bu ülke şu an düştüğü yerden aslında kolayca kalkar. 
Çünkü iktidarın aklı aslında anca şehirlerin kadın mı kız mı olduğunu düşünecek kadar.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Ankara'yı sarsan derin IMF söylentisi!.. - Ahmet TAKAN

Kahraman iktidar, hain marketlere karşı muazzam bir savaş başlattı!.. Radar kurdu... Fiyat hız sınırını aşanın canına okunacak!.. 16  yıldır tek başına ülkeyi yönetenler "IMF'ye borçları sıfırladık. Artık onlar bizden borç para istiyor" noktasından, marketteki, pazardaki pahalılıkla baş etmekte neden bu kadar acze düştüler?..
Onun izahını keçi sakallı entel ekonomistlere bırakalım.

 Amaa!.. Bugünlerde, derin ekonomi kulislerinde oldukça ilginç bir iddia dolaşıyor;
ABD Başkanı Trump'ın "Türkiye'yi ekonomik olarak mahvederiz" rezil, küstah tivitinin perde arkası ile ilgili ileri sürülen iddia çok ilginç. Denilen o ki; "Trump'ın o tiviti attığı sıralarda Türkiye'de gayriresmi olarak bulunan bir IMF heyeti ile görüşmeler yapılıyordu." Kaynağım sağlam, iddiasında ise oldukça ısrarlı. Başka bir kaynağa da teyit için sordum ona daha sonra yer vereceğim. Ekonomi kulislerindeki "sır"ı şöyle anlattı kaynağım; "IMF ile pazarlıklar devam ediyor. Hükümet seçime kadar 20 milyar dolar, seçimden sonrası içinde 200 milyar dolar istedi. IMF heyeti bu talebe temkinli yanaştı. Seçime kadar 5-7 milyar dolar seçimden sonrası için de 50 milyar dolar verebileceklerini bizimkilere bildirdiler. Ancak onu da şarta bağladılar. Suriye'de Türkiye'nin, ABD ile birlikte hareket etme şartına. Görüşmeler sürüyor."

Bu iddiayı dile getiren kaynağımı uzun yıllardır tanırım. Spekülasyonu, manipülasyonu sevmez. Hele hele iç boş iddialardan özellikle uzak durur. Gazetecilik gereği bana aktardıklarını bir başka kaynaktan da teyit etmem gerektiğini kendisine söyledim. Duraksamadan, "Sor, bana da bilgi ver istersen" dedi. Ankara'da ekonomi bürokrasisini ve işleyişini çok yakından takip eden başka bir kaynağıma iddiayı aynen aktardım. Şu cevabı verdi; "IMF heyeti, Türkiye'de temaslarını sürdürüyor. Türkiye'ye yardım göndermek için teknik çalışmalar yapılırken, IMF heyeti antlaşmayı seçimden sonra yapmakta kararlı. Seçim sonuçlarını görmeden IMF heyeti herhangi bir anlaşma yapmayacak. Eğer seçimlerden AKP istediği sonucu alırsa o zaman 50 milyar dolar serbest bırakılacak. Bunun için iç gelişmelere IMF özellikle dikkat ediyor. Öncelik seçim sonuçları, seçimlerde AKP'nin iyi sonuç alması. IMF bundan sonra anlaşma yapmaya yanaşıyor.

Bunun karşılığında ise nasıl tavizler verileceği konusu zaten bilinen şeyler aslında. Suriye'nin kuzeyinde ABD istediğini alıyor. Çekiliyorum diyor ama bu süreçte zaten kamuoyunun bildikleri var, farklı bir şey yok. Orada istediğini alacak. Benzer şeyler önümüzdeki dönemde Irak'ta da söz konusu olacak. Irak'a çok büyük bir şey olmaz. Zaten orada ABD istediğinin çoğunu almış durumda.
Esas çarpıcı konulardan birisi 'Kıbrıs Rum kesimi tanınacak' yönündeki iddialar. Bu da olabilir. Bu konuda bir tavizin her an olabileceği kulislerde dile getiriliyor. Nedeni ise daha önceki gelişmeler. Ancak Türkiye'de kamuoyu bunu ne kadar kaldırabilir bunun hesabını AKP nasıl yapmıştır, bu hesabı, bu adımı nasıl açıklar kamuoyuna bu belirsiz. Bu kulislerde dile getirilen bir konu. Olabilir mi? Neden olmasın!.."
                                                           ***

Muhalefet uzun bir süredir, iktidarın kapalı kapılar arkasında IMF ile görüştüğünü ve seçimlerden sonra IMF'ye teslim olacağını açıktan söylüyor. Yüzde 10 indirim kampanyasından istediği verimi alamayan iktidar poşet işi ile uğraşıyor. Bu seçimin düşman kampı, Tunç Soyer ile birlikte marketler oldu!.. Bir de Balkan göçmenleri...

Bu arada, CHP İstanbul Milletvekili ve Genel Başkan Koordinatör Başdanışmanı Erdoğan Toprak'ın önemli bir tespiti ile devam edelim. Toprak, "İktidar ekonomiyi terörize ederek, günü kurtarmaya çalışıyor" diyor. Erdoğan Toprak'ın görüşleri özetle şöyle; "Halkı dünyanın en pahalı etini, soğanını, patatesini yemek zorunda bırakan Erdoğan hükümeti, yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot gibi milletin, üreticinin, işsizlerin sorunundan bihaber, patlıcanla, biberle savaşırken, dört ayda işsizlik maaşı için İŞKUR'a başvuranların sayısı 622 bin kişiye ulaşıyor. 

Seçim öncesinde panikleyen hükümet, tehdit ekonomisine yöneliyor.
Ağustos'ta 2 milyon 751 bin olan kayıtlı işsiz sayısı 751 bin kişi artarak Aralık sonunda 3 milyon 501 bine ulaşmış durumda.  Bu tablo üretmeyen, üreteni desteklemeyen, üreticiyi, işletmeleri, ithalat tehdidiyle, polisiye ve zabıta baskısıyla sindirerek, ekonomik gerçekleri milletten gizlemeye çalışan hükümet politikalarının sonucudur."
Erdoğan Toprak'ın dikkatlerden kaçmaması gereken çok önemli bir tespiti daha var; "Hükümetin desteklediği, hazine garantileriyle kamu bankalarından milyarlarca dolar kaynak aktardığı, milletin gelecek 25-30 yılının ipotek edildiği Kamu-Özel İşbirliği mega projelerdeki müteahhitler, teker teker hisselerini satmaya başladılar. Önce 3. Havaalanı müteahhitleri, şimdi de Osmangazi Köprüsü ortakları hisse satışına girişmiş durumdalar. Hükümetin iktidar imkânlarıyla büyüttüğü müteahhit ve iş adamları da batan gemiyi terk etmeye hazırlanmaktadır."

Tüm veriler, iktidarın IMF kıskacından kurtulamayacağını gösteriyor. McKinsey'yi hatırlayın!.. IMF'nin taşeronunu... Türkiye ekonomisini yönetim yetkisinin bu ABD taşeronuna verilişini... Skandalın patlayışını ve sonradan güya nasıl çark edildiğini... Kağıt üstünde yoklar ama ruhları Ankara'da dolaşıyor!..
Vatandaş da soğandan sonra patlıcana açılan savaş ile uyutuluyor. Pazara kadar değil seçime kadar!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

30 Ocak 2019 Çarşamba

Tütün endüstrisinin 'esrarlı' işleri (ANALİZ) - SOL

Tütün endüstrisinin asıl büyük esrarlı ürün hamlesini, geleneksel anlamda esrarlı sigara markaları üretmekten ziyade, 'zarar azaltımı' iddiasıyla piyasalarda yaygınlaşan bataryalı veya aerosolize nikotin zerk ürünlerinin (e-sigaralar, inhalerler) veya ısıtmalı tütün ürünlerinin (IQOS vs.) esrarlı türevleri ile yapması bekleniyor. Zaten ilginç biçimde, bugün legal esrar satılan dükkânlarda sergilenen ürünler ile PMI’nin geliştirdiği yeni nesil ürünler birbirine çok benziyor.

Tütün endüstrisi, 1960’lı yılların sonundan beri tütün ve esrar tüketim ilişkisi hakkında araştırmalar yürütüyor, kenevir temelli ürün geliştirme amaçlı laboratuvar çalışmaları ve yatırımlar yapıyor. Son birkaç yılda esrarın ABD’de ve başka bazı ülkelerde yasallaşma adımları atılmasına paralel olarak bu yöndeki hazırlıklar da tamamlanma aşamasında.

Tütün endüstrisinin kenevire ve kenevirden üretilen esrara ilgisi, bunun tarihçesi, yasallaştırma sürecindeki stratejileri hakkında kanıta dayalı en nitelikli çalışmalar Stanton Glantz’ın UCSF’te yürüttüğü araştırma ve incelemelerde ortaya konuyor.
ABD’de görülen bir federal davada mahkeme tarafından el konulan sigara şirketlerinin 80 milyon sayfalık iç yazışmalarının taranmasına dayalı 2014 tarihli bir araştırma, her 3 ulus ötesi tütün şirketinin (PMI, BAT, JTI) 1970’den itibaren, kenevir içerikli sigara üretmeyi sürekli gündemde tuttuklarını, son 40 yıldır ABD’de siyaset sahnesinde esrar kullanımının suç olmaktan çıkarılması, satışının serbest bırakılması tartışılırken, legal kenevir piyasasına girmek için istekli ve hazır hale geldiklerini gösteriyor.

2012’de ABD’de ilk iki eyalette esrarın yasallaştırılmasından sonra, tütün şirketlerinin bu pazara yönelik ilgisi artıyor. İki koldan çalışma yapıyorlar. Birincisi, esrarlı ürün üreten, bunların perakende satışını yapan ufak ölçekli şirketleri satın alıp bunların deneyimlerine, birikimlerine el koyuyorlar. Bunun çok örneği var. İlk doğrudan yatırımı, 2014’te Imperial Brands (Türkiye’de Davidoff, West, vs. sigaralarını üreten, satan şirket), rapçi Snoop Dogg’un desteklediği Casa Verde isimli kenevir tohumu firmasıyla işbirliği yaparak Oxford Cannabinoid Technologies isimli tıbbi esrar firmasına 10 milyon dolar yatırarak yaptı. Bu girişimi, ulus ötesi tütün şirketlerinin her birinin esrar piyasasına girmek üzere irili ufaklı satın almaları izledi. Örneğin, 2016’da Philip Morris International (PMI - Türkiye’de Philsa adı altında Marlboro, Parliament, vs. üreten, satan şirket), 3D yöntemiyle esrar inhaler’i üreten İsrailli Syqe Medical şirketine 20 milyon dolarlık yatırım yaptı.

Günümüze kadar en büyük satın almayı ise PMI’nin ABD’deki ebeveyn şirketi Altria gerçekleştirdi. Esrarın Kanada’da yasallaşmasından sonra, Aralık 2018’de bu ülkede pazar payı kapmak üzere dünyanın en büyük esrar şirketi olan, borsaya kote olmuş, Kanadalı Cronos Group’un yüzde 45 hissesini 1,8 milyar dolara satın aldı. ABD’de federal düzeyde ve başka ülkelerde yasallaşma süreci yaygınlık kazandığında, Altria/PMI’nin Cronos Group üzerinden geliştirdiği ve pazarladığı ürünlerle önemli piyasa avantajı olacak.

Tütün endüstrisinin asıl büyük esrarlı ürün hamlesini, geleneksel anlamda esrarlı sigara markaları üretmekten ziyade, “zarar azaltımı” iddiasıyla piyasalarda yaygınlaşan bataryalı veya aerosolize nikotin zerk ürünlerinin (e-sigaralar, inhalerler) veya ısıtmalı tütün ürünlerinin (IQOS vs.) esrarlı türevleri ile yapması bekleniyor. Zaten ilginç biçimde, bugün legal esrar satılan dükkânlarda sergilenen ürünler ile PMI’nin geliştirdiği yeni nesil ürünler birbirine çok benziyor.

Bu bağlamda, dikkat çekici bir başka satın alma işlemi, Cronos Group hisselerini satın aldıktan iki hafta sonra Altria’nın, gençler arasında hızla popülerleşen, şık tasarımlı, yüksek nikotin içerikli, kartuşlu bir e-sigara markası olan Juul’un % 35 hissesini 12,8 milyar dolara satın alması olduJuul’un bugün esrar içeren alt-markaları yok ama federal düzeyde yasallaşma gerçekleştiğinde, ABD’de esrarlı türevlerinin piyasaya sürülmesi çok mümkün. (Sadece birkaç yıl önce kurulan bu şirketlerin azınlık hisselerinin satın alındığı rakamlar karşısında, 2008’de TEKEL’in tütün bölümünün 1,72 milyar dolara özelleştirildiğini düşününce insanın içi acıyor.)

PATENTLER HAZIR
Tütün şirketlerinin ikinci stratejisi, birçok yerde esrarlı ürünler için patent başvurusunda bulunup, bu patentleri alıp biriktirmeleri. Basında yer alan değerlendirmelere göre, tütün endüstrisi, bu patent stratejisi ile legalleşen piyasada boy gösteren ufak ölçekli, butik işletmelerin hepsini piyasadan silebilir.
Esrar piyasasının yasallaşmasına ilgi gösteren diğer ulus ötesi şirketler ilaç, gıda ve içecek sektörlerinden. Molson Coors kenevir rayihalı içecek üretmek üzere HEXO ile ortaklık yaptığını açıkladı. Corona ve başka biraların üreticisi Constellation Brands de bir başka Kanadalı esrar şirketi olan Canopy Growth’un çoğunluk hisseleri için 4 milyar dolar ödedi. Coca-Cola da Aurora Cannabis ile esrar rayihalı içecek geliştirmek üzere görüşmeler yapıyor. Johnnie Walker, J&B, Smirnoff, Bailey’s, Guinness, Yeni Rakı gibi markaların sahibi dünyanın en büyük distile içki şirketi Diageo da benzer yatırımların peşinde.

Tütün endüstrisinin esrar işine girişinin şekil, hacim ve hızını belirleyecek iki önemli unsur var. 

Bunlardan birincisi, şirketlere piyasa hakimiyeti, yüksek kazanç ve büyüme fırsatı sağlayacak oligopol/tekel koşulları garanti eden, pazarlama konusunda olabildiğince müsamahakar yasal düzenlemelerin gerekliliği ve bunun için şirketlerin yürüttükleri lobicilik faaliyetlerin ne sonuç vereceği. Endüstrinin başta Trump hükümeti nezdinde olmak üzere bu çalışmalara çoktan başladığı biliniyor.

İkincisi, tütün endüstrisinin sigara satış hacminin Batı’da yıllar içinde neredeyse yarıya düşmesi, dünya genelinde de artık kesin anlamda düşüş trendine girmiş olması. Bu durum endüstriyi çok yönlü yeni arayışlara yöneltiyor. Bunlardan en önemlisi, şirketlerin sözde “zarar azaltım” bahanesine sığınarak, sigara gibi yakılarak tüttürülen ürünlerin yanmayla meydana gelen kanserojen bırakımları nedeniyle, bu tür konvansiyonel ürünlerden zaman içinde çekileceklerini, bunun yerine ısıtmalı ürünler gibi sözde daha az zararlı nikotin zerk sistemli ürünlere geçeceklerini açıklamaları. PMI bu amaçla 80 milyon dolar hibe taahhüdü ile Foundation for a Smoke-Free World adında bir vakıf kurdu, başına da eski bir uluslararası tütün kontrolü uzmanını getirdi. Amaç, güya “bu nesilde tüttürmeyi sonlandırarak küresel sağlığı iyileştirmek”. Kenevirden üretilen esrar hakkında da doğal, iyileştirici, daha az zararlı olduğu yönünde yaygın kanılar dikkate alındığında, esrarlı inhaler türü ürünler kolaylıkla bu politikanın bir uzantısı olarak pazarlanabilir.

Ayrıca, tütün ve esrarın tüketim pratiğinde de ilişkileri de var. Esrar geleneksel olarak en çok, sigara formunda sarılarak, sıklıkla da tütünle karıştırılarak içiliyor. Esrar içtikten sonra tütün içilmesinin esrarın etkisini artırdığı, uzattığı iddia ediliyor. Gençler arasında yapılan araştırmalar, iki ürün arasında geçişkenlik, etkileşim olduğunu gösteriyor. Tüm bunlar, tütün şirketleri için esrarın ticarileştirilmesini kolaylaştırıyor.

ESRARIN YASALLAŞMASI VE HALK SAĞLIĞI
Gitgide daha fazla ülkede, hem bir yandan kişisel kullanım için esrar bulundurma ve esrar tüketme dekriminalize edilirken, hem de esrarın, tıbbi esrar ürünü ve/veya rekreasyonel esrar ürünü olarak üretimi, ticareti ve tüketimi yasallaştırılıyor. Tıbbi esrar birçok ülkede yasal statüde. Ancak, Uruguay ve Kanada rekreasyon amaçlı üretim, ticaret ve tüketimi yasallaştıran öncü ülkeler oldu. ABD’de ise federal düzeyde yasak devam etmekle birlikte, günümüzde 33 eyalette tıbbı amaçlı, 10 eyalette de rekreasyonel amaçlı esrar yasallaştı.
Esrarın yasallaştırılmasının dinamikleri çok yönlü. Örneğin ABD’de tam 40 yıldır yoğun tartışılan bir mesele bu. Seçime giren her düzeydeki siyasetçinin bu tartışma içindeki pozisyonunu belirlemesi ve açıklaması bekleniyor.

Yasallaştırmacı argümanlar arasında, ne olursa olsun yasaklara karşı olan liberal eğilimler, kullanıcı sayısının yüksek olması (2013’te ABD’de 20 milyon kişi kullanıyor, lise öğrencilerinde kullanım oranı yüzde 23), yeraltı ekonomisi ile mücadele, vergi geliri elde edilmesi var. Ama diğer yandan, Amerikan toplumunun ilerici kesimleri de Nixon’un “war on drugs” ilan ettiği günden beri uygulanan belli toplum kesimlerini cezalandırıcı politikaların acı sonuçlarına dur denilmesini istiyor. Kenevir ekimi ve esrar yasağında sıfır tolerans politikasının ve yasadışılığın kitlesel hapis meselesini inanılmaz boyutlara getirdiği (ABD nüfusu dünya nüfusunun yüzde 5’ini oluşturduğu halde, ABD’nin hapis nüfusu dünyanın yüzde 25’ini oluşturuyor ve bunların yarısından fazlası uyuşturucu kullanma, bulundurma, sokak satıcılığı suçlarından), özellikle siyah ve Latino gençleri hedef aldığı, yasadışılığın suç ve şiddet doğurduğu, üretimi kolay ve ucuz sentetik uyuşturucuların yaygınlaşmasına neden olduğu gerekçeleriyle yasallaştırma destekleniyor.

Diğer yandan esrarın düşük riskli olduğu yönündeki yaygın kanıyı bilimsel kanıtlar doğrulamıyor. Tüttürülerek içildiğinde, esrar dumanının toksiklik profili tütün dumanından hiç de farklı değil. Kaliforniya Çevresel Koruma Kurumu, esrar dumanını tütün dumanı gibi kanser yapıcı madde olarak sınıflandırıyor. Esrar kullanımı ayrıca yüksek solunum hastalığı riski taşıyor. Avrupa’da yürütülen epidemiyolojik çalışmalar, genç yetişkinlerde esrar tüttürme ile kalp damar hastalığı, kalp krizi ve inme riskinin yükseldiğini gösteriyor. Esrarın bağımlılık riski tütüne göre daha düşük, ancak yüksek gelirli ülkelerde bağımlılık tedavisine başvuran esrar kullanıcılarının sayısının arttığı raporlanıyor. Yenebilir, içilebilir konsantre esrar ürünlerinin ise anksiyete, panik atak, halüsinasyon gibi akut riskleri olabiliyor.

Yasallaştırma tartışmalarında hesaba katılmayan husus, yasallaştırmanın kapitalizm içinde gerçekleşeceği gerçeği; oluşacak yeni yasal piyasaların çok geçmeden ulus ötesi tütün şirketleri ya da benzeri sermaye güçlerince ele geçirilmesinin durdurulamaz olması. Son 60 yılda yaşanan dünya tütün salgınının geçtiği yollardan geçilerek, kâr maksimizasyonu peşinde, cazibeyi ve bağımlılığı artırıcı ürün mühendisliği ve markalaşma, piyasayı büyüten ve derinleştiren agresif reklamlar, şirketlerin arzu ettikleri düzenlemelerin yürürlük kazanmasına yönelik lobicilik sonucu, mevcut esrar piyasasının yapısının radikal biçimde değişeceği, tüketimin kışkırtılmasının halk sağlığı üzerinde çok boyutlu olumsuz etkileri olacağı açık.

Bu bağlamda kısaca zarar azaltımı stratejisine değinmek gerekiyor. Tütün kontrolü literatürüne girdiği şekliyle zarar azaltımı, temkinlilik ilkesini elden bırakmayan halk sağlığı savunucusu bilimciler ile söylemleri tütün endüstrisiyle paralellikler taşıyan, piyasacı bilimcileri karşı karşıya getirdi. İkinci grup, sağlık etkileri tam olarak ortaya konmamış yeni nesil nikotin ürünlerinin sigara bırakmada veya azaltmada yardımcı olabileceğini, klinisyenlerin bunları hastalarına önerebileceklerini iddia etti. Dendi ki, “tütünle mücadele ancak birey ve toplum üzerinde zarar azaltım stratejileriyle başarılı olabilir; bunun için, endüstriye sigaradan daha cazip ticari fırsatlar sunup, zarar azaltımına yönelmesini sağlamak gerekir.” Bu kırılma noktası tütün kontrolü camiasını böldü, bilimsel güvenirliğe gölge düşürdü, halk sağlığı müdahalelerini itibarsızlaştırdı, bağlayıcı bir hukuk ve politika aracı olarak Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi’nin önem ve etkisini yitirmesine neden oldu. Şimdi, zarar azaltım modeli altında esrarlı ürünlerin üretiminin ve ticaretinin yasallaştırılması benzer sorunlar doğuracaktır.

Dünya ticaretinde sermaye birikimine yönelik olarak tütün, ayçiçeği, çay, kahve, pamuk, soya, muzda olduğu gibi sanayi üretimine ve ihracata yönelik tarım, aile işletmeciliğine dayalı kırsal kesimi ulus ötesi şirketlerin insafına bırakıyor, yoksullaştırıyor, göçe zorluyor, ülkelerin temel gıdaları ithal eder hale gelmesine neden oluyor, çevresel bozulma ve felaketlere yol açıyor. Bu süreçte dünyada köylülük tasfiye olurken, 3 milyar insan çaresiz ortada kalıyor. Türkiye’de tütünde, pamukta yaşadık bu süreci. Kenevir de böyle bir “cash crop”. Ekimi önce cazip olsa da, sonra hemen fiyatlar ucuzlayacak, üretici, ulus ötesi şirketlerin dayattıkları düşük fiyatların, sözleşmeli tarımın altında ezilecek. soL’daki yazıda değinildiği gibi, kenevirden zengin olmak mümkün olsaydı, Afganistan dünyanın en zengin ülkesi olurdu. Asıl desteklenmesi gereken, kentsel ve kırsal nüfusun yerli üretilen, üretimi düzgün denetlenen gıdalarla sağlıklı beslenmesini, kırsal nüfusun geçimini sağlayacak ürünlerin planlı biçimde, üretici kooperatifçiliği modeli altında üretilmesi ve satılması.

SOL

Çiçek gibi abla! - ALPER TURGUT

Ayşen Gruda’yı sevme sebebim/sebebimiz salt oyunculuğundan mı ibaret diye düşündüm, yok, yok, yok, mesele bu denli basit değil! Lafını söylemekten sakınmaması, geri vitese takmaması, erk ile uzlaşmaya çabalamaması, her türlü övgüye mazhar, aslında.

Venezuela’nın bağımsızlığını, canhıraş bir şekilde savunan memleketimin iktidar yanlılarının, samimiyetine keşke inanabilseydim. Suriye’nin bağımsızlığına salça olan zihniyetin, bir anda değişebildiğine, hızla dönüştüğüne ve kendini geliştirebildiğine kanabilseydim şayet, seve seve alkışlardım, ABD emperyalizmine kafa tutmak, halkların kardeşliğinin ilk adımıdır diyerek. Diriliş dizisinin setine güle oynaya gitti, bayrağı kaptı, yüzükleri taktı, adını anmaya değmez kasapta, löp löp etleri götürdü diye, Venezuela devletin başkanı Nicolás Maduro’ya, bizden biri diyenler var. Onu, Reyiz ile ahbap olduğu gerçeği karşısında savunmaya doyamayanların varlığı da ayrı bir tez konusu, bu malum ve bildik kitlenin hiçbir doğrusu yok, çokça beklentileri ve tek istikametleri mevcut, o kadar. 
Yani dostlar, fikir, görüş, ideal falan filan, pek de umurlarında değil ha, sahicilikten ziyadesiyle ırak bir yakınlık hali. Her an her şey değişebilir bu yapaylıkta, dibimizdeki kardeşim Esad, hopppp nasıl diktatör Esed olduysa, sorarım size; fersah fersah uzaklıktaki Maduro, günü gelince Mağduro neden olmasın? Ey Nicolás Kardeşim, kankalık müessesesini çok da ciddiye alma ve mümkünse yurdumun hassas dengelerine kafayı çok yorma. Biz saksıyı çok zorladık ama henüz çözemedik, haberin olsun!
Anti-emperyalist, anti-kapitalist bir dünya algısı, elbette tek çözümü insanlığın. Rüzgâra göre, yakınlıklara göre, uzaklıklara göre, çıkarlara göre, değişebilecek bir olgu değil bu, tek kelimeyle kesinlik, tepeden tırnağa. Batılı zengin devletlerin, bitmeyen kirli oyunlarının karşısında saf tutacaksak eğer, güvenmek ve inanmak isteriz, gerisi fasa fiso.
Yeni Venezuela sosyalist bir ülke mi, Maduro, diktatör mü gibi suallere de kendimce yanıtlarım var, Hugo Chavez bile son döneminde kendi çizgisinden uzaklaşır olmuştu, Maduro’nun hali, daha da fena. Özgürlükçü, eşitlikçi, adil ve huzurlu bir yurt yaratamamanın acısı, harbiden gözle görülebiliyor, onca petrole rağmen, açlıkla sınanmak, kaymağı hala halkın yemediğini ve hatta elit tabakanın gücünü, ısrarla koruduğunu göstermiyor mu? Halkın bazı kesimlerinin, sosyal medya üzerinden, işte acilen bize müdahale edin, kurtarın bizi diye, emperyalist patron ve yöneticilere yalvarması, bıçak gibi kesen bir gerçeklik resmen. Bu hüsranın bilançosu, ABD ve yandaşı ülkelerin ambargosu ile yerli zengin işbirlikçilerinin hinlikleri kadar, mevcut iktidarın beceriksizliğiyle de açıklanabilir rahat rahat. Aç kalmak dahi, yine de sömürgecilerden medet ummaktan iyidir, her koşulda. Çözümse ezilen halkların sahici dayanışmasında, tereddüt etmeden, eğilip bükülmeden, maddi ve manevi desteği hiç kesmeden, elbette. 
Topçu Kışlası’nı tekrar ısıtıp önümüze sürecekler, belli oldu. Yerel seçim geliyor diye, kamplaştırma ve ayrıştırma sürecine de el verildi. Eskiden çok güzelmiş, müthiş bir yapıymış diye de gazlıyorlar. Ama bakınız, eskiden diyor, yeni yaptığınız şey, tarihi olmayacak, eski de olmayacak, yeni bir beton olacak. Üstelik kışlaları, şehir dışına sürelim, sivil hayatın içerisinde, askeriyeye yer yok derken (ki haklı bir söylemdir), Taksim’e, kentin tam orta yerine kışla olarak kullanılmasa da, kışla dikmek, sarı yelekliler olmadı, buyurun buradan sokağa çıkın gibi bir anlam taşıyorsa, dev kitlelerin, aaa oyun var, hadi hep birlikte katılalım gibi şaşkın bir saflığın içerisinde olacağını düşünmek, hayli komik kaçıyor, bilginiz olsun. 
Yazının devamında gündelik siyasetten kopup, bir güzel insanla vedalaşmak isterim. Ayşen Gruda’yla birkaç kez sohbet etme fırsatım olmuştu, değer vermeğim insana, bende bir saygı uyandırmamış, sevgimi kazanamamış insana, yaşça büyük olsa dahi, abi veya abla demem, daha ilk dakikada, Ayşen Abla, sorularım var sana deyip, karşısında sıcacık bir tebessüm almak, harbiden iyi hissettirmişti. Çok eski bir arkadaş gibiydi, aslında çok önceden tanışmışız gibiydi, tekrar haylaz ve hayli yaramaz bir velet olmak gibiydi. Öyle işte. Yukarıda da dedik ya samimiyet ve sahicilik, pek önemli, pek değerli diye. Çevresine ışık saçıyordu, enerjisi tükenmiyordu, aurası sarıp sarmalıyordu ve benzeri büyük laflar etmek, başta ona ayıp olur. Mahallemizin güzel ablasıydı o, gülümseme sebebimiz idi, ailemizdendi. Etkisi gösterişinden değil, yalınlığındandı, bize hissettirdiği eksikliği de günümüzün tüketim malzemesine eş sentetik yıldızlarına inat, iyi ve sahici bir aktris olmasından kaynaklıydı, haliyle. 
Bir süredir, uğurlamalara gidesim yok, cenaze törenleri, ahalinin kendini gösterme, selfi çekme, ünlülerle poz verme seansına dönüşmekte, harbi harbi büyük saçmalık. Asla ritüele dönüşmemeli bu acınası tuhaflık, bir silkelenin sayın halkım ya, vedalaşmak ağırlık, ağır başlılık gerektirir, tereddütsüz bir saygınlık halidir, taşkınlık değil! Son soluğunu verdiği gün, zaten iyi bir oyuncu da değildi, başrol değildi, şu daha iyi, bu daha iyi diyen, acımasız ergen tavrı, mikrop gibi çoğalıyor coğrafyamızda, hatta tüm dünyada, insanları önemsemeyen, değer ve kıymet nedir bilmeyen, kendisi dışında hiçbir şeyi beğenmeyen bir kuşak geliyor, neyse ki, azınlıktalar, sevgisiz ve saygısız yaşanmaz bu hayat, umarım geç olmadan farkına varırlar.
Ayşen Gruda’yı sevme sebebim/sebebimiz salt bundan, oyunculuğundan, geçmişimizin bir parçası olmasından mı ibaret diye düşündüm, yok, yok, yok, mesele bu denli basit değil! Lafını söylemekten sakınmaması, geri vitese takmaması, erk ile uzlaşmaya çabalamaması, her türlü övgüye mazhar, aslında. Son düzlükte ne yaptı bu dedirtmedi ya bizlere, ona dair sorgulamaya sokmadı, güzelim anılarımızı yıpratmadı ya, ne kadar teşekkür etsek azdır. Elbette, herkes bize bir şekilde dokunabilir, lakin dokunduğu yer, yıllar sonra, soğuyacak mı, yoksa hep mi sıcak kalacak, işte bunu, zaman ve insan belirliyor. Dokunduğun yer sımsıcak kaldı Ayşen Abla, bizlere ömrümüzün sonuna dek dik durmayı, savrulmamayı, güce tapmamayı öğreterek gittin, uğurlar olsun iki gözümüzün çiçeği…
ALPER TURGUT / BİRGÜN

Cin İşleri Üst Kurulu - GÜRAY ÖZ

Bir eski bakanın “cennete” gitmenin yolunu gösterdiği günden beri nasıl rahatladım bilemezsiniz. Muhterem açıkladı da öğrendik; medyadır çarpıtır çünkü, “Ruz-i mahşerde beratlarınızdan bir berat olacaktır” diye ince bir cümleyle müjdelemiştir cennetin mülkünü, Allah’ın da, milletin de işine mi karışmış, haşa, yalnızca oy istemiştir bir partidaşına.
                             ***
Şaka yapmıyorum. Bir süredir yukarıda parantez açma kapatma işleri son hız devam eder, devletin yeniden inşası planlı programlı sona doğru ilerlerken, aşağıda da gerekli kitle desteğini genişletmek gerekmez mi? Ama bu öyle bir kitle desteği olmalıdır ki, bir süredir pek sık dile getirilen “cehalet ne kadar artarsa yönetmek o kadar kolay olur” beklentisine denk düşsün.
***
Yemin etsem başım ağrımaz; daha geçenlerde RTÜK “cin” lafını yasaklayıp, “artık üç harfliler denilsin” demedi mi? Dedi. Neden? Çünkü “cin! cin!” diye çığırıp da uyandırmanın alemi yoktur. Sonra yapay zekayla yarışabilecek kapasitede bir vekil, üniversiteye rektör olarak atandıktan sonra, kendisini eleştirenlere cevap yetiştiremeyip “öteki dünyada iki elim yakanızdadır” demedi mi?
***
Aynı muhterem, “sakın ola ki cima için yatağa girdiğinizde soyunmayınız” buyurmadı mı? Buyurdu. “Yıkanırken de çamaşırı hepten çıkarmayın” dedi mi? Dedi. İşte bunlar hep cenneti garantiye almanın yollarıdır, halkımızdan esirgenmemelidir. Bu arada krize girmiş ekonomi de çareyi baskıda arayacak, kredi kaynakları ile seviyeli bir ilişki kuracak, Avrupa’da “normalleşme” kapsamına alınan dini fanatizm sayesinde de durumlar âlâ olacaktır.
***
Demek ki, papazların Ortaçağ’da bir ara dağıttığı “indulgence”, “berat belgeleri” nihayet bizde de gündeme gelecek, cin taifesi ile ilgili son bilgiler paylaşılacak, yatakta ve hamamda kapanma tavsiye edilecek, anlaşıldı. Tamam da devletin yeniden yapılanmasında iş bir çatıya kalmış iken bu telaş niye? Sanat ve kültür dünyasındaki giderilmesi imkansız açığı Fazıl mı dolduracak. Hadi diyelim ki bir iki konser daha yapılsın, ne çalacak ki orada Fazıl; Nazım oratoryosunu mu? Kim okuyacak Nazım’ın şiirlerini, Genco Erkal mı?
***
Diyelim ki o icra etti, öteki okudu, siz de, “biz aşağıda işleri cindir cennettir idare ediyoruz nasılsa” deyip devam ettiniz, ama bu Nazım denilen adam da aydınlanmacıdır, komünist bir “cin”dir, sizin “cahil kalsınlar” deyip küçümsediklerinize “büyük insanlık” der, “onlar ki toprakta karınca suda balık havada kuş kadar çokturlar” diye bir vakit över. “Bir şafak vakti karanlığın kenarından ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman” diye efelenir.
Acele edilse, seçim arkadan gelse, sandıklar şimdiden sayılsa yeri değil midir?
***
Hele “açların göz bebekleri”nden söz eden bir şiiri vardır ki, siz bile okurken korkuyla “kim aç bırakıyor bunları” diye feveran eder, “pozitif ayrımcılık” yaparak “Suriyeliler tez vatandaş yapılsınlar, seçmen kütüğüne yazılsınlar, işe yaramayanlar gönderilsin, sarı yelek satışları da aralıksız kontrol edilsin” dersiniz.
***
Ama işler umulduğu gibi gitmiyor, beklentiler durgunluk duvarına çarptı kırıldı. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak ihtimaldir. Demem o ki, bir bakmışsınız para hepten pul olmuş sayenizde, bütçe delinmiş, döviz hesapsız canavar. Korkmayın yine de o kadar; tesettür işe yaramazsa tevekküle çağırırsınız yolsuzu, yoksulu.
Bakın korkuyor mu Flormarlı kadınlar, proflar, doçentler, genç kızlar, delikanlılar; “nasıl olsa, zulmün sonu bahardır” diye bir türkü tutturmuş gidiyorlar işte…
Güray Öz / BİRGÜN

29 Ocak 2019 Salı

'Maduro’ya diktatör demek, emperyalist darbeye destek olmaktır' - KEMAL OKUYAN

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan pazartesi röportajlarında bu hafta Venezuela'ya yönelik yeni saldırılarıyla, Türkiye’de konuya ilişkin tartışmaların Maduro’nun diktatör olup olmadığı üzerinden sürdürülmesine, AKP'nin Maduro'ya desteğine ilişkin sorularımızı yanıtladı.

Okuyan, "Bugün dünyada diktatörlüğün hüküm sürmediği tek bir ülke yoktur. İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da adlı adınca sermayenin diktatörlüğü vardır. Bazı ülkelerde otoriter kişilerin öne çıkması bu sınıf temelini değiştirmiyor. Türkiye’de de sermayenin diktatörlüğü söz konusudur. Maduro’ya 'diktatör' diyenlerin ise zaten sınıflarla filan bir derdi yok. Tuhaf bir diktatörlük anlayışları var. Maduro yönetiminin eleştirilecek birçok yönü var. Bunları yeri geldiğinde yapıyoruz. Ancak Maduro’ya bugün diktatör demek, emperyalist darbeye destek olmaktır" diyor.
_________________________________________________________
ABD Başkanı Trump’ın Venezuela Muhalefet Liderini başkan olarak tanımasından sonra, Venezuela’da ABD’nin bir süredir yaptığı iç savaş kışkırtmaları bir krize yol açtı. Venezuela’da neler oluyor? 
Venezuela’da ne olduğu çok açık. Daha ne kadar açık olsun! ABD ve onun müttefikleri, hoşlanmadıkları bir hükümeti devirmeye çalışıyor. Bunu gizlemeye çalışmıyorlar bile. Kendi kendini devlet başkanı diye ilan eden yüzsüz adam da ABD ile darbe planladığını gizlemiyor. Bugün orduda bazı subayları Maduro’yu zorla devirmesi için ayartmaya çalıştığını da açıkladı. Yarın ben CIA ajanıyım derse hiç şaşırmam. Juan Guaido tam anlamıyla bir projedir. 23 Ocak için bir plan yapmışlardı, çok büyük bir kitle gösterisi bekliyorlardı. Batı basını çok şişirdi ama orada en abartılı ölçümle 80-90 bin kişi vardı. Evet örnekleri var, 80-90 bin kişiyle, hatta çok azıyla da hükümet devrildiği görülmüştür ama ülkede bir karşı ağırlık yoksa… Venezuela’da sokağa hâlâ Maduro yanlıları egemen. Ayrıca bu sayılar çoktan anlamını yitirdi Venezuela’da, büyük kalabalıklar sürekli sokakta zaten. Lakin bir kez karar verilmiş, Guaido hazırlanan senaryoyu uyguladı, kalabalığın önünde geçici başkan olarak yemin etti, Trump onu tanıdığını ilan etti, peşinden Latin Amerika’nın kişiliksiz hükümetleri… Küba olmasa, Bolivya olmasa, Nikaragua olmasa Latin Amerika gerçekten ABD’nin arka bahçesi olmuş diyebilirsiniz.
_____________________________________________________________
Venezuela bu duruma nasıl geldi?
Bu soru çok kapsamlı bir yanıtı hak ediyor. Ancak çok özet geçecek olursak, iç içe geçmiş üç dinamikten söz etmemiz gerekiyor. Bunlardan ilki, Venezuela’da Chavez’le başlayan devrimci sürecin iç çelişkileriyle ilgili. ABD emperyalizmine karşı, halkçı ve bazı açılardan sosyalizan özellikler taşıyan bu süreç bir noktada doğal bir yol ayrımına geldi. Ya ileri gideceksiniz, ya geri gideceksiniz. Zaten dengesiz olan Venezuela ekonomisinde emperyalist ülkelerin canını acıtan politikalar uygulamanın risklerini azaltmanın da tek yolu ileriye gitmek. Ancak Venezuela’nın şu andaki önderliği ülkede kapitalizmin temellerini yok edecek bir doğrultuya girmek için gerekli sınıfsal, ideolojik, siyasal özelliklere sahip değil. Dolayısıyla arafta duruyorlar. Bu ülkeyi kırılganlaştırıyor. Zamanında Şili’de de aynı şey oldu, Allende’yi devirdiler. Devrimler havada asılı kalamazlar, bir yere bağlanırlar. Venezuela ya ileri gidecek ya geri. Birinci mesele bu. İkinci mesele ABD emperyalizminin kendi hegemonyasını sürdürmek için bir oraya bir buraya müdahale ihtiyacı duyması… Çünkü dünya kendi haline bırakıldığında ABD emperyalizminin aleyhine işleyen bir düzen var. ABD’nin başında bir çılgının olması kimseyi yanıltmamalı. Biraz da çılgına ihtiyacı var ABD’nin. Karşıtları bile tepe tepe kullanıyor Trump’ın tuhaflıklarını. Venezuela’daki gerilimin üçüncü kaynağı emperyalist dünyadaki rekabet. Latin Amerika bir bütün olarak Afrika’yla birlikte ciddi bir rekabete sahne oluyor. Çin’in ekonomik varlığı inanılmaz ölçülerde arttı; buna Rusya’nın askeri ve siyasi varlığını eklemek gerekiyor. Venezuela da rekabet alanlarından biri. ABD’nin bu rekabette en büyük kozlarından birisi darbeler, askeri müdahaleler. Görüldüğü gibi üç dinamik iç içe…
____________________________________________________________
Sürecin nereye evrileceğini düşünüyorsunuz? 
Emperyalist dünya içindeki rekabet bütün gerilim noktalarına her gün enerji yüklüyor. Bir noktadan sonra bu gerilimleri yönetmek olanaksızlaşabilir. Bir hesap hatası, öngörülmedik bir gelişme… Dolayısıyla Venezuela başlığı daha kapsamlı bir çatışmayı tetikleyebilir. Burada çok önemli bir gelişme yaşanıyor, Kırım ve Suriye başlıklarında bir türlü senkronizasyon sağlayamayan ABD-Avrupa Birliği ekseni çok hızlı hareket etti. Bir sürü belirsizlik var ama en azından şu haliyle Avrupa Birliği “biz daha az haydut değiliz” demiş oldu. Öte yandan hep birlikte bu hamlenin altında kalabilirler. Venezuela’da bu hamle tam tersine yol açabilir ve az önce sözünü ettiğim çelişkileri aşmak için ileri doğru hamle yapılabilir. Sonuçta politize olmuş bir toplum var. Böyle toplumları açlıkla terbiye etmeye kalkmak her zaman istenen sonucu vermez. Sonuçta kararı Venezuela’nın emekçi halkı verecek.
____________________________________________________________
Türkiye’de tartışma Maduro’nun diktatör olup olmadığı üzerinden yürüyor, kendisini solda tanımlayan bazı kesimler ABD emperyalizmine karşı olduklarını ancak Maduro’nun bir diktatör olduğunu savunuyor. Diktatörlük vurgusu yapılarak “Venezuela halkının yanındayız” demek muhalefete destek vermek anlamına gelmiyor mu?
“Diktatörlük” bir iktidarı, ülkeyi, kişiyi tarif ederken ihtiyatla yaklaşılması gereken bir kavram. Her şeyden önce fazlasıyla kişiselleştiriyor. İktidarların sınıf karakterini gizliyor. Bugün dünyada diktatörlüğün hüküm sürmediği tek bir ülke yoktur. İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da adlı adınca sermayenin diktatörlüğü vardır. Bazı ülkelerde otoriter kişilerin öne çıkması bu sınıf temelini değiştirmiyor. Türkiye’de de sermayenin diktatörlüğü söz konusudur. Maduro’ya “diktatör” diyenlerin ise zaten sınıflarla filan bir derdi yok. Tuhaf bir diktatörlük anlayışları var. Maduro yönetiminin eleştirilecek birçok yönü var. Bunları yeri geldiğinde yapıyoruz. Ancak Maduro’ya bugün diktatör demek, emperyalist darbeye destek olmaktır.
___________________________________________________________
Venezuela halkının yoksulluğu Maduro’nun politikalarıyla açıklanıyor. Halbuki ABD yıllardır muhalefeti fonlarken bir taraftan da ekonomik sabotajlarla kıtlığı olağan hale getirdi. Yıllardır bu konuda birçok haber ve analiz çıkmasına rağmen ve artık bilgiye bu kadar kolay ulaşılabiliyorken bu yorumların yapılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Chavez öncesi Venezuela nasıldı haberleri var mı? Toplumsal adaletsizlik zirve yapmıştı. 2000’lerde yoksullar yararına çok önemli adımlar atıldı, bunları hafife almak kimsenin haddine değil. Burada sorun şu; uluslararası tekelleri yaralı bırakmak en tehlikelisi. Venezuela kararsız politikalara teslim oldu. Kapitalizmin belini tamamen kırarsanız, daha büyük bir ekonomik abluka uygulanır evet ama buna direnciniz artar. Ayrıca emperyalist dünyadaki çelişkilerden yararlanıp ekonomik ilişkilerinizi geliştirebilirsiniz. Küba bunu beceriyor, zorlanıyor ama beceriyor. Şimdi Venezuela ekonomisi çok kırılgan ve ABD emperyalizminin müdahalelerine açık. Ve ABD “bana boyun eğmezsen aç kalırsın” diyor. Bu algıya yardımcı olmak iğrençliktir. İnsanların başka bir dünya kurma özlemi ile alay etmektir. ABD ve AB’ye teslim ol, refah gelsin! ABD ve AB’ye, emperyalizme teslim olan dünyanın hali ortada. İnsanlık bu küstahlığa boyun eğmeyecektir. Dün yıldönümüydü, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman faşistleri ele geçiremedikleri Leningrad’ı kuşatıp açlıkla teslim almaya çalıştılar. Yüz binlerce kişi açlıktan öldü ama insanlık ölmedi, direndi.
____________________________________________________________
AKP’nin Maduro’yu desteklemesi için ne diyorsunuz? Bunun arkasında ne yatıyor?
İki temel mesele var. Bir tanesi Türkiye sermayesi kriz ortamında kendisine yeni ekonomik kaynaklar ararken Venezuela’yı buldu. Dünyada kaç havayolu şirketi Karakas’a uçuyor diye bir bakarsanız anlarsınız meselenin önemini. Venezuela açısından da Türkiye ile ekonomik ilişki büyük olanak. Değerli maden, inşaat, enerji… Ancak sadece bu değil. Erdoğan ABD’nin istediği anda hükümet değiştirebilme yeteneğini korumasını istemiyor. Bunun ne anlama gelebileceğini 2016’daki darbe girişiminde gördü. Kendisi de ABD marifetiyle ya da desteğiyle iktidara gelen bir siyasetçi için ilginç bir durum. Ancak bir konunun altını çizmek gerekiyor. AKP destekliyor diye Venezuela’daki iktidarı sorgulamak, ona karşı çıkmak kadar saçma bir şey olamaz. Nedenlerinden bağımsız olarak Erdoğan’ın Maduro’yu desteklemesi, NATO ittifakının blok davranmasını engellemiştir, iyi bir şeydir. Arkasından Çipras da benzer bir yaklaşım sergilemiştir. İki NATO üyesinden çatlak ses. Daha çok çatlasınlar… 
____________________________________________________________ 
2016’daki darbe girişimi ile Venezuela’daki gelişmeler arasında bir benzerlik mi var?
Bazı açılardan evet. 2016’daki darbe girişiminin arkasında ABD yönetiminin bir kanadı vardı ve bu darbe girişimi Fethullah Gülen’e ihale edilmişti. TKP bunu o anda da söylemişti. Önceden haberi vardı, şuydu buydu, bunlar ayrıntı bir noktadan sonra. Amerikancı bir girişimdir 15 Temmuz. “ABD Erdoğan’a neden darbe yapsın ki” sorusu şaka gibi. Demirel Türkiye’de sermayenin ve ABD’nin en güvenilir siyasetçilerinden biriydi, iki kez Amerikancılığı hiç tartışılamayacak askeri darbelerle devrildi. 15 Temmuz günü Erdoğan’ın kendi kendine darbe yaptığını iddia edenler, bugün de ABD ile yaşanan sorunların tamamıyla “şike” olduğunu düşünüyordur herhalde. Bunların emperyalizm içi çelişkilerden, şu anda yaşanmakta olan krizin boyutlarından haberi olmasa gerek. Dahası AKP’nin hükümet ettiği ülkede sermaye sınıfının sadece zayıflıklarına bakıyorlar; iştahlı, ihtiraslı, sürekli yeni olanaklar peşinde koşan, bayağı semirmiş, rekabet gücü ve manevra yeteneği kazanmış bir kapitalist sınıfımız var. Çok net olunmalı. Türkiye’ye dönük her tür emperyalist müdahale ve projenin karşısındayız. Özgürlük, demokrasi, barış, çözüm kılığında ABD’nin, AB’nin müdahalelerinin tamamı halkımıza saldırı anlamına gelir. Bu saldırılara karşı koymazsak, yarın aynı hükümet ya da bir başkası ABD ile “stratejik ortaklığa” vurgu yaptığında ne hakla itiraz edeceğiz? Bu aynı zamanda bugünkü siyasi iktidara, Türkiye’de sınıf diktatörlüğünün icracısı olan hükümete de büyük bir fırsat sunmakta ve “dış düşman” edebiyatı ile kendi gerici ve piyasacı yönünü gizleyebilmektedir. Türkiye solu, anti-emperyalist geleneklerine sonuna kadar sahip çıkmalıdır. Kurtuluş içeridedir, Türkiye’nin emekçi halkının ayağa kalkmasındadır. Bugün 98 yıl öncesinde katledilen 15 yoldaşımızı anarken TKP olarak sözümüz budur: 

Kahrolsun emperyalizm, kahrolsun sömürü düzeni!

Kemal Okuyan / SOL