16 Ocak 2019 Çarşamba

Ahmet Say: Aydınlar tarih boyunca hiç bu kadar sinmemişti - ENVER AYSEVER

Müzik eğitimcisi, yazar Ahmet Say, Cumhuriyet kazanımlarının aşındırılmasına karşı umutlu: "Düşünce ve akıl yeniden yeşerecek"



Dünyanın hangi ülkesinde gündem bizdeki kadar hızlı değişir, bilemiyorum. Mozart ve Beethoven tartışması henüz başlamamışken aramıştım Ahmet Say’ı. Anılarını yazdığı “Ağaçlar Çiçekteydi”yi ders alarak okumuş, çağın meselelerine kafa patlatan değerli düşün, kültür adamını yakından tanımıştım. Say, günün birinde bu türden tartışmaların olacağın öngörür gibi, çok çalışmış.


Elbet “Fazıl Say” ismini işitmeyen yoktur memleketimizde. Bu söyleşide oğul Fazıl’ı değil, baba Fazıl’ı andık. Kuşaklarca devam eden aydınlanma kavgasına tanıklık ettim. Bir de Ahmet Say’ın, baba olarak nasıl büyük fedakârlıklarla bir sanatçı yetiştirdiğini okudum anılarında. Yaşamı dirençle, sanatla, yazmakla geçen bilgeyle, Ahmet Say’la buluşturuyorum sizi.
_____________________________________________________________________________
“Kimi zaman patavatsız derecede ileri gidiyor, insanların yüzüne düşündüğümü söylüyorum” diyorsunuz. İkiyüzlülük çağında aydın görevi değil midir bu? Bugünün aydını görevini yapıyor mu?
Tabii ki... Aydının görevi hesapsız kitapsız davranarak çevresini aydınlatmaktır. Almanya yıllarımda büyük şairimiz Nâzım Hikmet’le ilgili bir anım var. Berlin, savaşı kazanan ulusların büyük ölçüde uğradığı bir yerdi. Bu kent, Fransa, İngiltere, Sovyetler gibi galip devletler tarafından bölüşülmüştü. Genel olarak ikiye ayrılmıştı. Sovyetler Birliği denetimindeki Doğu Berlin ile müttefiklerin bulunduğu Batı Berlin. Bu iki tarafı ayıran ünlü Berlin duvarı birçok şeyin simgesiydi. Sosyalist Alman Gençlik Derneği’nden bir arkadaş bana birkaç aydan beri Nâzım’ın Doğu Berlin’de bulunduğunu söyledi. Çocukluktan başlayarak hayranı olduğum Nâzım’la tanışmak istedim ve onu görmeye gittim. Nâzım bir işçi lojmanında oturuyordu. Bir Türk genci olarak beni görünce çok sevindi. Uzunca bir sohbetin ardından, “Önümüzdeki yıllarda ne yapacaksın bakalım? Neler planlıyorsun gelecek için?” diye sordu. Gerine gerine cevap verdim: “Bağımsızlık savaşı veren Cezayir’e gitmek istiyorum.” Nâzım biraz durakladı, sonra da patladı: “Olamaz yanlış!” diye bağırdı. Şaşırmıştım. “Neden?” diye sordum.
____________________________________________________________________________
Nâzım’ın cevabı
“Sen” dedi, “Sen, cephenin ön saflarına gitmelisin!” Anlamamıştım. Bakıp duruyordum yüzüne, açıklama bekliyordum. Şöyle devam etti: “Senin mücadele yerin yurdundur! Görmüyor musun yurdun halini? Emperyalizmi kapıdan kovduk, herifler bacadan girdi. Gitmelisin. Cephenin ön saflarına gitmelisin!” Bu sefer de ben yutkundum. Nâzım’a bir cevap vermem gerekiyordu. Ayağa kalkıp, “Tamam,” dedim. “Cephenin ön saflarına gideceğim!” Sarıldı bana Nâzım. Bu kucaklaşma, hem anlaştığımız hem de artık vedalaştığımız anlamına geliyordu. Böylece aydın sorumluluğu anlamında ilk dersimi Nâzım’dan almış oldum. Öğüdünü yerine getirdim, yurduma döndüm, Anadolu’nun ücra bir köşesine gidip halkı eğitimci olarak aydınlatmayı görev edindim.
_____________________________________________________________________________
Eğitimci saygın bir aileden geliyorsunuz. İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Âli Yücel desem ne söylersiniz?
Ülkemizin temel sorunu, “aydınlanma”dır. Köy Enstitüleri kırsal kesimdeki insanlarımızın aydınlanması amacıyla köy çocuklarını iş eğitimi kavrayışı içinde yetiştirip sonra kendi köyüne öğretmen olarak gönderiyor ve onların köy kalkınmasına öncülük etmesini sağlıyordu. Ne yazık ki, bu eğitim hareketinin önü kesildi. Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, Köy Enstitüleri’nin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç dönemlerinin aydınlanma neferidir. Babam, Almanya’da eğitim gören ve orada sosyalist harekete katılmış Fazıl Say da matematik öğretmeniydi. Annemse felsefe öğretmeni... Onlar, cumhuriyetin ilk yıllarında aydınlanmaya bağlı insanlardı. Çocukluğum, annem ve babamın bana sunduğu özgürlük ortamında geçtiği için şanslıyım. Kendim gibi pek çok gencin yetişmesini istedim. Süreç içinde cumhuriyetin temel değerleri budandığından yeni kuşaklar böyle fırsatlar yakalayamadı.
____________________________________________________________________________
Atatürk’ün değeri...
Mustafa Kemal ne anlama gelir halkımız için? Sosyalistler Mustafa Kemal’e nasıl bakmalı?
Sosyalist olsun olmasın bir yurttaşın Atatürk’ü öncelikle emperyalist kuvvetleri yenen ve bu sayede halkın ulusal kimliğini kazandıran bir önder olduğunu anlaması gerekir. Atatürk’ün değeri, kendisinden sonra Türkiye’yi yöneten devlet adamlarıyla karşılaştırılınca daha net ortaya çıkar. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda yapılan atılımlar bütün dünyada takdirle karşılanmıştır. Bu uluslararası bir değerlendirme ölçütüdür.
___________________________________________________________________________
Sosyalist mücadeleye girdiniz. Bugün dönüp baktığınızda ricat eden cumhuriyeti hangi tarihten başlatır ve eleştirirsiniz?
Çok açık: Demokrat Parti dönemi ilk adımlardır. 27 Mayıs bunu durdurmuş olmakla birlikte toplumsal yapının genelde gerici ellerde olması, toprak ağaları, kasaba mütegallibeleri siyasal yapıyı da olumsuz yönde etkiledi. 27 Mayıs’tan hemen sonra halkın aydınlatılması amacıyla askerlik hizmeti özellikle Doğu illerinde yapılıyordu. Ben de Bingöl’de üç yıl öğretmenlik yaptım. Bu arada lisede Almanca derslerine giriyordum. Bingöl Valisi’yle orada tanıştım. Sonra Erzincan Valisi olunca halk eğitim merkezinde görevlendirmek üzere çağırdı beni. Sevinçle gittim; ancak kasaba mütegallibesini işte o zaman tanıdım: Halkın aydınlanması, uyandırılması yönünde adım atılmasını engelliyorlardı. Siyasi açıdan mütegallibe, kendi ilinde en gerici düzeni kurmak amacını taşıyordu. Halk ne kadar geri bırakılırsa o denli kolay yönetilir. Bu gerçeği yaşayınca İstanbul’daki evime döndüm.
__________________________________________________________________________
Artık saray ve saray sanatçıları var. Oradan sağlıklı yaratı çıkar mı?
Her zaman iktidara yaslanan sanatçılar olmuştur. Bu konuda iktidarın daha çok sanatsal kavrayışı önemlidir. Öte yandan sanata değer vermeyen ya da yalnızca kendi isterleri doğrultusunda sanat anlayışı kurmaya çalıştıran devlet adamları da çıkmış, fakat insanlık bütün sanatları kendi bildiği yolda geliştirmeyi başarmıştır. Tarihte bu gerçeğin örnekleri çoktur. Bir sanat eserinin değeri insanlığı geniş şekilde kucaklamasıyla ölçülür.
_______________________________________________________________________
Karamsarlık bir yere kadar Cumhuriyet yüzüncü yıla gidiyor, “yenildik” duygusuna kapılıyor musunuz? Yoksa bu maya tuttu der misiniz?
Yazık oldu Cumhuriyet mayasına. Cumhuriyet zaten öngörüldüğü gibi tamamlanamamış bir projeydi. 1950’lerden sonra elimizdekileri bir bir kaybettik. Yenildik duygusuna kapılmayı kimse istemez. Şu an gördüğümüz tablo iç açıcı olmamakla birlikte bu topraklarda düşünce ve aklın yeniden yeşereceği umudunu taşıyorum. Karamsarlık da bir yere kadar..
________________________________________________________________________
Aydınlar Cumhuriyet boyunca bu kadar sinmemişti.
Toplum, aydınlar, sanatçılar sizce Saray’a teslim oldu mu? Direnç nerede başlar?
1960’ta Almanya’daki öğrenimimden sonra ülkeye döndüm. O dönemde benim taşıdığım ilerici ve devrimci görüşler az sayıda insanda vardı. Yine de birbirimizi buluyorduk, dayanışma içinde yeni hareketler yaratabiliyorduk. Mesela haftalık çıkardığımız “Türk Solu” dergisi vardı. 70’li yılların sonlarında ise aylık “Türkiye Yazıları” dergisini çıkardık. Dergi çıkarmak kafadar aydınların kendini ifade etmesi demektir. Bu yönden bakılırsa kendimden memnunum. Çünkü böyle bir tavır direnç kaynağıdır. O dönemde her şeye hatta ölümlere rağmen daha fazla müsaade edilen bir özgürlük alanı vardı. Tabii gençtim, kendimi dev gibi hissediyordum. Şimdiki ortamda açık eleştiri getirebilmek bile imkânsız hale geldi. Uzun sözün kısası bir bütün olarak Saray’a teslimiyet elbette söz konusu değil ama Türkiye’nin aydınları Cumhuriyet tarihi boyunca hiç bu kadar sinmemişti. Bunun tek bir nedeni var, korku atmosferinin her şeyi sarması...
___________________________________________________________________________
Çökmeye mahkûm Kapitalizmin sonu geliyor mu?
Almanya’da Sosyalist Öğrenciler Birliği’nin üyesiydim. Burada Hans Backhaus gibi örgüt ideologları, bütün üyeleri siyasal konularda aydınlatmak amacıyla küçük birimler halinde eğitsel örgütler içinde yetiştiriyordu. Neredeyse siyasal açıdan her şeyi orada öğrendim. Türkiye’ye döndükten sonra öğrendiklerimi uygulayabilme şansımın hemen hiç olmadığını gördüm. Avrupa’da tam demokratik uygulamalar söz konusuydu. Bizde ise bu doğal olanaklar yoktu. Kapitalist sistemin içindeki çözümsüz kalan sorunlar ve zaaflar yüzünden toplumsal huzursuzluğun arttığını söyleyebiliriz. Bu gerçek de teoriyi doğrular: Sistem, önünde sonunda çökmeye mahkûmdur.
______________________________________________________________________________
Atılımcı ruhu Atatürk hazırladı.RTE, “Beethoven ve Mozart dayatması faşizmdir” dedi. 
Bu iki isim insanlık tarihi için ne anlam taşır? 
Bir kere insana zorla hiçbir müzik dinletilemez. Ama bir müzik yazar ve eleştirmeni olarak 
vurgulayabilirim ki, bütün insanlığı temsil ederek, onların beğenilerini göz önünde tutan Mozart 
ve Beethoven gibi büyük besteciler genelde aydınlanma felsefesinden yana, ileri bir kültür 
kavrayışını sergiledi. Mozart ve Beethoven, evrensel bir kavrayışla halk kültürlerini yaratıcı biçimde kaynaştırmış, dış etkenleri dönüşüme uğratarak tüm dünya halklarına ulaşmayı başarmıştır. 
Bu iki büyük bestecinin sentezci anlayışı, zekâ, sevinç, espri, coşku ve zarifliği yüksek bir sanatsal 
mantıkla insancıl duyarlılığın müziksel ürünleri haline getirmiştir.
______________________________________________________________________________
İslam devletlerinin sanatsal, felsefi durumu ortada, buna karşın Türkiye Cumhuriyeti’nin 
her dönem küresel sanatçılar çıkarmasını nasıl yorumlarsınız? 
Bu atılımcı ruh, Atatürk döneminde hazırlanmaya başladı. Laik sistem sayesinde önce müzik 

sanatı alanında Musiki Muallim Mektebi, sonra da geniş kadrolarla tiyatro ailesi içindeki öteki 
sanat dallarının, operanın, balenin temelleri atıldı.
Başkentteki konservatuvarı, İstanbul’daki Güzel Sanatlar Akademisi ve diğer kentlerdeki sanat 

okullarının kuruluşu izledi. Buralarda eğitim gören üstün yetenekli öğrenciler Avrupa ülkelerine 
gönderildi. Orada yaratıcılığı ileri düzeyde ülkemize taşımak için yeni kadrolar oluşturuldu. Birkaç 
büyük kentimizde tiyatro, opera, bale gibi sanatların serpilmesi sağlandı. Ne var ki, bu sanat 
dallarında eğitsel açıdan Cumhuriyetin ilk yıllarındaki coşku sönmeye başladı. Bu gerileyişin nedeni kuruluştaki temel ilkelerin bir bir tırpalanmasıdır. Kurumsallaşmış sanat eğitimine verilen önem 
yerini sadece bireysel çabalara bırakmış görünüyor. Örneğin uluslararası düzeydeki keman 
sanatçımız Cihat Aşkın Anadolu kentlerini dolaşıp potansiyeli olan genç müzisyenleri seçiyor. 
Özetle devletin yapması gereken görevi tek başına üstleniyor. Ama nereye kadar?

Enver Ayseven / CUMHURİYET

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder