Osmanlı düzeninde Arap ve Fars hayranlığının sonucu olarak Türkçe, yüzyıllar süren bir boyundurukla yok oluşa giderken direnişini her şeye karşın halk ozanları aracılığıyla, halkın sözüyle sürdürüyordu. Osmanlı’nın Batı etkisine girmesinden sonra, başka Batı dilleri de bu boyunduruğun dilimizi daha da sıkmasını getirmişti.
“Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen” halkımız, dilini de sahiplendi, “yabancı diller boyunduruğundan” kurtarma kavgasına girişti ve kısa sürede olumlu kazanımlar edinerek aydınlık bir dili kurmayı başardı. Ulusal uyanışın getirdiği ulusal kurtuluş, ulusal kimliğin temeli olan dilde de zorunlu kıldığı köklü değişim dil devriminin adımlarıyla gerçekleştirilmeye başlandı.
Dil devrimiyle Türkçemiz, halkın gönlünde sakladığı Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu ışıltısıyla dünyaya yeniden geldi. Yeni Cumhuriyet, duru bir Türkçenin doğumunun da habercisi oldu ve dil devrimini bir zorunluluk olarak benimsedi.
“Halifeliğin cehennemin yedi kat dibine yuvarlanmasından şapkanın giyilişine dek, bir devrim bakımından, atılan her adımda yürekleri parçalananlar oldu. Bir devrim gözüyle emperyalizmin denize dökülüşünden, temiz Türkçenin işlenmesine kadar yapılan sıçramaların ağrısını, gırtlaklarına sarılmış bir pençe gibi duyanlar vardır...”
diyen ve 15 Ocak’ta 117 yaşına giren Nâzım Hikmet, dil devriminin ilk yıllarında tavrını koydu: “Dilimizi yeni yeni işlemeye başladık. Osmanlı denen nesne Osmanlı İmparatorluğu ile beraber yıkıldı ve şimdi Türkçeyi işlemekle meşgulüz... Türkçe bir dönüm yerindedir. Er geç bu dönümü dönecektir. Dilimizin temizliğe, güneşli su gibi ışıklığa doğru akışının önüne geçilemez. (...) Dilimiz dibinin derinliklerini karıştırarak suyun yüzüne birçok sözler çıkardı. Ben, kendi payıma, ne yeni sözlerden korkuyorum, ne de birçoklarını yadırgıyorum... Dil yürüyor... Yürüyenin önünde durulmaz.”
Türkçe, dönüm noktasını aştı. Osmanlı İmparatorluğu gibi, Osmanlı dili de tarihe karışırken Cumhuriyetle birlikte yeni bir dil ışıl ışıl doğdu. Nâzım Hikmet, hem döneminin hem de kendisinden sonra gelen dönemlerin yazıncılarının yollarını aydınlattı: “Her yazıcı elinden geleni yapsa taşlı tarla ayıklanırdı. O ayıklandı mı, ondan sonra dil toprağımızın verimliliği artardı... İyice ayıklanmış, sürülmüş, nadas edilmiş tarlaya dilediğimizi daha kolaylıkla ekebilirdik.”
Durulaşan Türkçe, dilimizin yüz akı yazıncılarını yarattı.
Dil savaşımı, karşı devrimin 1940’lardan beri attığı adımlarla zaman zaman hızı kesilse de hep sürdü, siyasal iktidarların baskılarıyla karşı karşıya geldi. Markalarla, etiketlerle, mağaza ve ürün adlarıyla, medya aracılığıyla tutsak altına alınıp kirletildi.
Bugün insanın her bakımdan kirletildiği bir gerçeklikte dilimiz, “yükselen değerler”in ve “Türk-İslam sentezi” egemenliğinin kuşatması altındadır ve dil kavgamız, sürmek zorundadır. “Dilimin sözleri değerli taşlara benzer... Ben bir kuyumcu yamağıyım. Bu aydınlık taşları birbirine çarparak işitilmemiş sesler çıkarmak istiyorum. Onları öyle bir dizeyim istiyorum ki, gözlerimiz en güzel bir türküyü dinler gibi olsunlar...” diyen Nâzım Hikmet’in dile yaklaşımı, yaşama yaklaşımından farksızdır. Ona göre dil kavgası ile aydınlanma kavgasının hiç farkı yoktur.
“Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum” diyen Nâzım Hikmet’in dil sevgisi, yazarlarımızın örnek aldığı bir tavır oldu. Büyüdü, gelişti, başyapıtlarını yarattı edebiyatımız.
ÖMER YAĞCI / CUMHURİYET
“Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen” halkımız, dilini de sahiplendi, “yabancı diller boyunduruğundan” kurtarma kavgasına girişti ve kısa sürede olumlu kazanımlar edinerek aydınlık bir dili kurmayı başardı. Ulusal uyanışın getirdiği ulusal kurtuluş, ulusal kimliğin temeli olan dilde de zorunlu kıldığı köklü değişim dil devriminin adımlarıyla gerçekleştirilmeye başlandı.
Dil devrimiyle Türkçemiz, halkın gönlünde sakladığı Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu ışıltısıyla dünyaya yeniden geldi. Yeni Cumhuriyet, duru bir Türkçenin doğumunun da habercisi oldu ve dil devrimini bir zorunluluk olarak benimsedi.
“Halifeliğin cehennemin yedi kat dibine yuvarlanmasından şapkanın giyilişine dek, bir devrim bakımından, atılan her adımda yürekleri parçalananlar oldu. Bir devrim gözüyle emperyalizmin denize dökülüşünden, temiz Türkçenin işlenmesine kadar yapılan sıçramaların ağrısını, gırtlaklarına sarılmış bir pençe gibi duyanlar vardır...”
diyen ve 15 Ocak’ta 117 yaşına giren Nâzım Hikmet, dil devriminin ilk yıllarında tavrını koydu: “Dilimizi yeni yeni işlemeye başladık. Osmanlı denen nesne Osmanlı İmparatorluğu ile beraber yıkıldı ve şimdi Türkçeyi işlemekle meşgulüz... Türkçe bir dönüm yerindedir. Er geç bu dönümü dönecektir. Dilimizin temizliğe, güneşli su gibi ışıklığa doğru akışının önüne geçilemez. (...) Dilimiz dibinin derinliklerini karıştırarak suyun yüzüne birçok sözler çıkardı. Ben, kendi payıma, ne yeni sözlerden korkuyorum, ne de birçoklarını yadırgıyorum... Dil yürüyor... Yürüyenin önünde durulmaz.”
Türkçe, dönüm noktasını aştı. Osmanlı İmparatorluğu gibi, Osmanlı dili de tarihe karışırken Cumhuriyetle birlikte yeni bir dil ışıl ışıl doğdu. Nâzım Hikmet, hem döneminin hem de kendisinden sonra gelen dönemlerin yazıncılarının yollarını aydınlattı: “Her yazıcı elinden geleni yapsa taşlı tarla ayıklanırdı. O ayıklandı mı, ondan sonra dil toprağımızın verimliliği artardı... İyice ayıklanmış, sürülmüş, nadas edilmiş tarlaya dilediğimizi daha kolaylıkla ekebilirdik.”
Durulaşan Türkçe, dilimizin yüz akı yazıncılarını yarattı.
Dil savaşımı, karşı devrimin 1940’lardan beri attığı adımlarla zaman zaman hızı kesilse de hep sürdü, siyasal iktidarların baskılarıyla karşı karşıya geldi. Markalarla, etiketlerle, mağaza ve ürün adlarıyla, medya aracılığıyla tutsak altına alınıp kirletildi.
Bugün insanın her bakımdan kirletildiği bir gerçeklikte dilimiz, “yükselen değerler”in ve “Türk-İslam sentezi” egemenliğinin kuşatması altındadır ve dil kavgamız, sürmek zorundadır. “Dilimin sözleri değerli taşlara benzer... Ben bir kuyumcu yamağıyım. Bu aydınlık taşları birbirine çarparak işitilmemiş sesler çıkarmak istiyorum. Onları öyle bir dizeyim istiyorum ki, gözlerimiz en güzel bir türküyü dinler gibi olsunlar...” diyen Nâzım Hikmet’in dile yaklaşımı, yaşama yaklaşımından farksızdır. Ona göre dil kavgası ile aydınlanma kavgasının hiç farkı yoktur.
“Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum” diyen Nâzım Hikmet’in dil sevgisi, yazarlarımızın örnek aldığı bir tavır oldu. Büyüdü, gelişti, başyapıtlarını yarattı edebiyatımız.
ÖMER YAĞCI / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder