Rusya’da kilise ve birey arasındaki antagonizmanın en önemli numunelerinden biri de Tolstoy’a yönelik “anathemaydı.” Dünyaca ünlü edebiyatçıyı “pis kokulu bir ceset” olarak telakki eden Kutsal Sinod, Tolstoy’u dinî akidelere göre yargılamış ve aforoz etme kararı almıştı.
Rus Ortodoks Kilisesi, SSCB yıkıldıktan sonraki süreçte ekmeğini teolojiden ve anti-Bolşevizm’den kazanmaya devam etmektedir. Saygıdeğer ruhban sınıfının tek varlık sebebi, Bolşevikleri umacılaştırmak ve onları halkın gözünde “heretik” olarak tanıtmaktır. Lakin Rusya’da ilhatın (tanrıtanımazlık) tarihi devrimden çok öncesine dayanmaktadır. Yani Bolşeviklerin “ladinilik” politikası, tertemiz gökten yere inen bir şimşek değildi.
Ortodoks Kilisesi’nin toplumsal arena ve kamusal alandaki pozisyonunun en çok tartışıldığı dönemlerden biri IV. İvan ya da Korkunç İvan dönemiydi. Çarlık tahtına oturduktan sonra Korkunç İvan’ın yegâne amacı boyarlar (yüksek aristokrasi zümresi) ve ruhban sınıfının devlet üzerindeki tahakkümlerini sınırlamak, bir bakıma onların patronajından kurtulmaktı. IV. İvan’a göre Ortodoks Kilisesi, Rus devletinin önünde bir “mani-i terakkiydi.” Kilisenin devlet üzerindeki “yeğinliği” ve sınır tanımayan mülkiyet birikimi Korkunç İvan’ı bazı adımlar atmaya icbar etmişti. Bu çerçevede 1550 yılında Metropolit Makariy ile görüşen çar, bu tarihten itibaren ruhban sınıfının “sloboda” (: bünyesinde kilise, manastır ve diğer dinî yapıların bulunduğu bir yerleşim yeri) edinmesini yasaklamıştı. Nitekim dönemin en mümtaz dinî mekânlarından biri olan Aleksandrovskaya Sloboda IV. İvan tarafından derdest edilmiş ve kendi karargâhı haline getirilmişti. Çarlığın gizemli başkenti gibi işlev gören bu mekâna İvan ve opriçnikleri (: çarın özel muhafızı) yerleşmişti. Korkunç İvan’ın kiliseye karşı mücadelesi 1551 yılında yüksek payeli din adamlarıyla yapılan Stoglavıy Sobor (Stoglav Toplantısı) ile birlikte daha da şiddetlenmişti. Çar, bu toplantıda kilise ve manastırlarda son dönemde taaffün, işret, sefahat ve fücurun yaygınlaştığını; din adamlarının halkı sömürdüğünü, metropolitlerin kilise mallarını aşırdığını, kaçaklara yataklık ettiğini dile getirmiş ve bir anlamda aba altından sopayı göstermişti.
Bu radikal adımlardan sonra IV. İvan, ruhban sınıfının nazarında bir “hasm-ı kavi” olmuştu. Halkın, çarı bir zalim (: muçitel) olarak görmeye başlaması ve opriçniklerin zalimane davranışları kiliseyi karşı saldırıya sevk etmişti. Nitekim Metropolit Filip, çarın Uspenskiy Sobor’u ziyaretinde teamüllere aykırı hareket etmiş ve kendisine hayır duasında bulunmamıştı. Metropolitin gösterdiği bu sıra dışı ve cesurca “adem-i itikat”, çar yönetiminin adeta sinir uçlarına dokunmuştu. Birkaç yıl sonra Korkunç İvan, Metropolit Filip’i boyarların kontrolü altındaki bir mahkemede yargılatmış ve kamuoyunun hiç de tatmin olmadığı bir suçlama (: koldovstvo: büyücülük) ile onu ölüme terk etmişti.
Hanedanlığın ulema sınıfına karşı verdiği iktidar mücadelesi 17. yüzyılda da devam etmişti. Çar Aleksey Mihayloviç döneminde 1649 yılında kabul edilen bir kanun (: ulojeni) gereğince artık ulemanın toprak edinme hakkı regülasyona tabi olmaktaydı. Bu suretle kilisenin “temellük” mekanizması, siyasal erkin kısıtlaması altına girmekteydi.
Kilise ile çar yönetimi arasındaki muhasama, Deli Petro’nun (nam-ı diğer I. Petro) tahta gelişiyle (1689-1725) birlikte daha da şedit bir vaziyet almıştı. Moskova halkı arasında “heretik” bir dünya görüşüyle sivrilen I. Petro’nun henüz çocukluğunda saray içinde tanık olduğu dinî panorama, sonraki süreçte idarî tutumunda belirleyici olmuştu. Önce Patrik İoakim, sonra Patrik Adrian’ın taht üzerindeki egemenlik teşebbüsleri ve saray içi manevraları I. Petro’nun din adamlarına bakış açısını tayin etmişti. Bilhassa reformist ve yenilikçi karakteriyle ön plâna çıkan Deli Petro’nun temel amacı Rusya’yı bazı idarî ve sosyal reformlarla ileri götürmekti. Lakin, bu amaca gem vuracak tek saik, ruhban sınıfının “bağnazlığıydı.” Tıpkı Korkunç İvan’da olduğu gibi I. Petro’ya göre de ulema, (: monaşestvo) ilerlemenin önünde bir “tökezleme taşıydı” ve halkı reformlara karşı örgütlüyordu. Halihazırda Moskova halkının bu dönemde mutaassıp bir halk olduğu da unutulmamalıdır. Misal, sakal tıraşı (: bradobritiye) ile ilgili tahayyül ettiği bir düzenleme “zımnen” de olsa Patrik Adrian’ın muhalefetine maruz kalmış ve halk arasında homurdanmaya sebebiyet vermişti.
Bu açıdan I. Petro’nun önündeki tek metot “ussal alanı” genişletmek ve dinbazlığı metafiziksel alana sıkıştırmaktı. Bir nevi pre-modern bir seküralizm modeli imgelemekteydi. Bu suretle papazların ve manastırların sayısını azaltmış, ruhban sınıfının mülkiyetine el koyup bir kısmını devletleştirmişti. I. Petro’nun tasavvur ettiği din adamı tipolojisi, değişime açık ve reformları benimseyecek bir karakteri haiz olmalıydı. Bu yüzden tercih ettiği profil, ekseriyette Malorossiya (bugünkü Ukrayna olarak tanımlanabilir) menşeliydi. “Batılılaşma” olgusu bugün de Rusya ve Ukrayna cenahları arasında bir ihtilaf oluşturmaya devam etmektedir.
Nitekim Malorossiya kökenli, reformist yönüyle bilinen, çarın müzahiri ve sıkı bir partizanı (: apologet) olan Pskov Piskoposu Feofan Prokopoviç, Deli Petro’nun büyük takdirini toplamış ve din işlerinde yetkili hale getirilmişti. İki müttefik portrenin tek amacı patriklik makamını by-pass etmekti. Bu şekilde Rusya’nın modernleşmesi hızlandırılabilir ve ayakkabının içindeki asıl taş ayıklanabilirdi. 1721 yılında Feofan Prokopoviç tarafından hazırlanan bir tüzüğe binaen patriklik ilga edilmiş ve yerine Kutsal Sinod vücuda getirilmişti. Yeni oluşumda bir başkan, iki başkan yardımcısı, 4 danışman ve 4 de değerlendirici vardı. Bundan sonra Kutsal Sinod, dinî faaliyetleri yürütmekle yükümlüydü. Kuşkusuz bu yapı, I. Petro’nun mutlak hükümranlığı altına girmişti. Ondan emir almadan bir teşebbüste bulunması pek mümkün değildi. Sevgili “tarik-i dünyanın” akıbeti bu şekilde vuku bulmuş ve söz konusu statüsü 1917 yılına kadar devam etmişti.
Bolşeviklere gelmeden önce Rusya’da kilise ve birey arasındaki antagonizmanın en önemli numunelerinden biri de Tolstoy’a yönelik “anathemaydı.” Dünyaca ünlü edebiyatçıyı “pis kokulu bir ceset” olarak telakki eden Kutsal Sinod, Tolstoy’u dinî akidelere göre yargılamış ve aforoz etme kararı almıştı. Yani onu kilise komünyonundan dışlayıp “şeytanın ellerine” teslim etmek istemişti. Aforoz kararını Şubat 1901’de bir mektupla deklare eden Kutsal Sinod, Tolstoy’u “yalancı öğretmen (: ljeuçitel)” olarak itham etmiş, Tanrı’nın kendisine bağışladığı yeteneği Tanrı’ya karşı kullandığını, İsa’ya ve Tanrı’ya başkaldırdığını dile getirmişti. Tolstoy ise birkaç ay sonra verdiği cevapta geri adım atmamış, Ortodoks ritüellerin hepsinin birer boş inan (: sueveriye) olduğunu belirtmiş, Ortodoksluğu büyücülük ve üfürükçülük yapmakla suçlamıştı. Yazar en sonunda kendi dinî öğretisini (: evangeliye Lva Tolstogo) oluşturmuş ve kilisenin hegemonyasını metanetle reddetmişti. Lenin tarafından “Rus devriminin aynası” olarak addedilen Tolstoy, günümüzde Putin Rusyası ve Moskova Kilisesi tarafından telin edilmeye devam etmektedir.
Ezcümle, tek başına Bolşevikleri şeytanın havarileri olarak kriminalize etmek ve itibarsızlaştırmanın bir kıymet-ı harbiyesi yoktur. Din, mülk sahibi sınıflar tarafından bir “itaat dizgini” olarak kullanıldıkça din karşıtlığı da sürecektir. Ali Şeriati’nin deyimiyle “mazlumları kıyama kaldırmayan bir din afyondur.”
İSMET KONAK / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder