(I)
Zihniyet değişmedi: Depremler değil rant hırsı yakacak
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Nusret Suna ve 70’li yıllarda yöneticisi olan Mete Akalın, Türkiye’nin değişen inşaat algısını anlattılar. 1975’te yayımlanan “Beton Teknolojisi ve Sorunları” raporundan daha geride olduğumuzun altını çiziyorlar. Raporda Türkiye’de yapılan binalardan sadece yüzde 2’sinin uygun nitelikte üretildiğini aktaran Suna ve Akalın, günümüzde inşaat teknolojisinde gelişim sağlandığını ancak, rant ve vurgun odaklı inşaat algısı, bunun siyasi yansıması ile zihniyetin aynı kaldığını vurguladı.
1975’teki raporun bile gerisindeyiz
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Nusret Suna ve 70’li yıllar sonrasında hem şube hem genel merkez başkanlığı, yönetim kurulu üyeliklerinde dönüşümlü görev yapan Mete Akalın ile ortak söyleşimizde, güncel sorunlar yumağı içinde, hem sürpriz dev proje yatırımları üzerinden birbirinden çarpıcı değişimler, maliyetler, hem de son dakika pazarlıkları, en ileri teknoloji ile çelişen küçük gibi görünen çok büyük çelişkilerin, çarpıklıkların ürünü, göçük, su akması, duvar çökmesi, çukur oluşması gibi sorunlarının anlamlarını sorgularken vardıkları ortak sonuç değerlendirme çok önemli ve de anlamlı olduğu için...
Arıoğlu’nun araştırması
Yurttaş olarak gerek depremsiz çöken binaların öldürücü sorunlarıyla giderek artan örneklerle yüzleşmemiz gerçeği, gerekse deprem bölgesi ülkemizde sık sık geri dönüşü kaçınılmaz 7 üstü depremlere hazırlıksız olmamız, Sakarya büyük depremi sonuçlarının dersleriyle giderek ürkütücülüğü artan, beklenen İstanbul depremine hazırlıksız yakalanmak. Siyasi erkin inşaatla büyüyen saltanat uğruna, rant tutkunu proje, icraatlarıyla yüzleşilen gerçekleri kavrayabilmek için, 1972 yılında İstanbul’da yapılamış beton araştırması çalışmalarının sonuçlarına geri dönmek zorundayız.
Türkiye’de deprem ülkesi olduğu gerçeğini 17 Ağustos depreminden sonra anlayabildi. Depremin ardından birçok yapısal düzenleme yapılsa da, rant odaklı kentsel dönüşüm anlayışı nedeniyle göz yumulan binalarda insanlar can vermeye devam ediyor.
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin dönem sekreteri Ersin Arıoğlu’nun başkanlığında hazırlanan 1976’da açıklanan “Beton Teknolojisi ve Sorunları” raporunda, 1972’de üretilen binaların beton olarak dayanıklılıklarının ölçüldüğü ürtütücü verileri “Teknik Güç” dergisinde yayımlamıştı. Raporda, TS 500 kayıtlarına göre beton üretmek isteyen şantiyelerin ancak yüzde 2’sinin bu üretimi sağlayabildiği, B.225 üretmek isteyen şantiyelerin ise bu üretimi başaramadıkları ortaya çıkmıştı. Bizim için en anlaşılır verileriyle, Ersin Arıoğlu’nun genel sekreter olarak yürüttüğü araştırmanın sonuçlarını, 1975’te Oda adına yayımlanmış raporundan birkaç çarpıcı alıntı ile paylaşalım...
Yüzde 98 uyumsuz
1972 yılı içinde 76 bin 149 inşaat ruhsatı verilmiştir. İnşaatların yüzde 80’i betonarme betonu ile üretilmiştir. Üretimin yüzde 24’ü İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. Araştırma kapsamında olan, beton üretmek isteyen şantiyelerin TS 500 kayıtlarına uygun olarak gayelerine ulaşma ihtimali ancak yüzde 2’dir. Diğer kelimelerle İstanbul şantiyeleri yüzde 98 ihtimalle yönetmelik kayıtlarının dışında beton üretmektedirler. B.225 üretmek isteyen şantiyelerden gayelerine ulaşana rastlanmamıştır. Arıoğlu, söz konusu raporun içinde, bir de 1976 verileri üzerinden değerlendirmeler yapmış, aşağıdaki sonuçları çıkarmıştır:
- İstanbul’da TS 500 standardına göre üretilenler ancak B.30 olarak anılabilir. B.160 üretebilme olasılığı yüzde 2.6’dır.
- TS 500 standardına uygun betona rastlamak tesadüfidir. İstanbul’daki betonarme yapıların yüzde 18’inde yapı güvenliği katsayısı 1’den küçüktür.
- İstanbul’daki betonarme karkas yapıların göçme riski yüzde 14.47’dir.
- Araştırma sürecinden, rapor yazılım sürecine beton niteliklerinde farklılık beklentisini getirecek hiçbir olumlu adım atılmamıştır. Betonarme inşaatın üretimi, betonarme üretim artışı yaşanmıştır.
Arıoğlu raporunun sonuç bölümünde, kamuya karşı sorumluluğu olan beton üretiminde, mühendis denetiminde üretimin koşullarının yaratılması zorunluluğunun altını çizmiştir.
Doğrusu, uzmanlık meslek örgütlenmeleri, inşaat mühendisleri yanında, yapılaşmada yerin doğru seçilmesinden başlanarak, mühendislik alanlarının ilgili bütün birimlerinin uzmanlık alanlarıyla doğru orantılı ortak çalışmalar için yapılmış çok anlamlı uzmanlık çalışmalarıyla Türkiye şanslı sayılabilir. Aslında deprem kuşağı içinde olması, ortaya çıkan acılar, yıkımlar bir yanları ile de Türkiye’ye dönük sorunların bilimsel açıklarının ortaya çıkmasını, bilimsel dönemeç taşı çalışmaların yapılabilmesini de sağlamıştır.
Donanımımız var, ancak...
Türkiye dünya odaklı teknik bilgi donanımlarının üstüne, ülke koşullarının, ülke yapılaşmasının yarattığı sorunlara karşı önlem alabilme yolunda da yıkımlar, depremsiz çökmeler ile depremler sonrası katlanan yıkımların açık laboratuvar sonuçlarıyla kendi öznel koşullarının çözüm reçetelerini üretmede bilgi donanımı, araştırma sonuçlarıyla eksiksiz donanımlıdır. Ancak yüz yüze gelinen günümüz sorunlarının çarpıcı, ürkütücü gerçekleriyle yüzleştikçe, bir yanımızla dev adımlar attığımız gibi, diğer yanımızla sorunlar yumağında çıkmaza sürüklenmeyle yüzleşmekteyiz.
Balık baştan kokar ruhuyla, yukarıdan inşaat sektörüne, ranta, vurguna eğilimli inşaat sektörü ağırlıklı siyaset gücünün çekiciliği, en yoksullar, seçmenler, biat ilişkileri bağlamında kendi çaplarına göre pay alma kültürüne katlanarak yansımış oluyor. Kişiye dönük imar affı ile uyumlu birkaç kaçak kat, İstanbul çapında vahim boyutlara varıyor. Cumhur İttifakı’nın Meclis Başkanlığı forsundan yeni ayrılmış adayı, afla tapusunu isteyen seçmene, seçimin ertesi sabahı için tapu dağıtımı müjdesini veriyordu...
12 Mart 1971’de, Cumhuriyet gazetesinin aile yönetimi içinde organize edilen bir operasyonla, Cumhuriyet’in Atatürk, Yunus Nadi çizgisinde yayınının devamından sorumlu Nadir Nadi, yazarlarını ve çalışanlarını koruyamayacak noktaya düşürülünce istifa etmişti. İlhan Selçuk’un Ziverbey Köşkü’nde tutuklu, işkenceden geçirildiği süreçlerde, ülkenin çok sayıda önde aydını, gazetecisi, yazarı, eğitimci, meslek örgütleri temsilcileri, Madanoğlu davası olarak bilinen yargılama sanıkları olarak Ankara ve İstanbul’da tutuklu yargılanmayı bekliyorlardı. Dönemin İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı İzzettin Silier’in, yayın yaşamına sokmak istedikleri “Teknik Güç” dergisi için iş önerisi ile, mühendislik dünyasını içinden de tanımak şansını yakalamıştım. Cumhuriyetin sata sata bitirilemeyen kuruluş döneminin sanayileşme, kalkınma ruhuna uzanan bir yapının üretici değerlerine uzanan bir yolculuğa ilişkin bilgim yoktu.
‘İnşaat’ın Reis’i
İzzettin Silier ilk röportajımızı ‘Reis’le yapacağımızı özenli, heyecanlı duyurduğunda kavrayamamıştım. Yolda kısaca meslek duayenlerinin taktıkları, ‘Reis’in sevgi, saygı odaklı lakabını, hayranlığı nasıl kazandığını özetledi. Cumhuriyetin kuruluş yıllarının akla gelebilecek en önemli yatırımlarının, inşaatçılık ağırlıklı büyük ihalelerinden, birçok örnek saydı. ‘Reis’, gerçek kimliği ile Fevzi Akkaya, ortağı Sezai Türkeş ile birlikte kazandığı büyük inşaat ihalelerinin hepsini, ihalede belirlenen ücretlerin üstüne asla çıkmamış, birçoğunda altında bile maliyetlerle, teslim tarihinden önce bitirmekle ünlenmişti. Röportajın içinde yeri geldikçe, dev bir üretim yapılanması içinde, günümüze kadar özelleştirmelerle tükete tükete, yağmalaya yağmalaya bitiremediğimiz, hâlâ anlamlı değerleri olan sanayi yatırımlarının bütünlüğünde, kimi zaman üretimin kimi dış kaynaklı, özünde hepsi de maliyetleri, teslim tarihleri geciktirilmemiş yatırımlar bitirilemeden, işlerini erken teslim etmiş olmaları ile bağlantılı zor durumların, açıklama zorunluluklarının doğduğunu güvenli, gülümseyerek aktarıyordu.
İki birbirinin zıddı ‘Reis’
Gündemimiz dışında gibi gözüken bu alıntıyı aslında günümüz dev projeleri yatırımları sürecinde gündeme gelen, her dev projenin açılışında tanıklık ettiğimiz bir sahnenin anımsanması, sonrasında da anlamlarının sorgulanabilmesi için yazımın girişine taşıma gereğini duydum. Canlı yayınlarda tanıklık ettiğimiz üzere, dev projeler açılışlarında, seçmenin sevgi gösterilerinde ‘Reis’ olarak karşılanan Başkan Tayyip Erdoğan, açılışı yapılan dev projenin müteahhidi ile kameralar karşısında bir son dakika pazarlığına girişmeyi gelenek edindi. Çok yüksek maliyetli dev projelerin dış borçlanmalar, yap-işlet-devretle, bizlerden gelir garantileri karşılığı, cebimizden çıkacak vergilerle ödenecekleri, gerçekçi ihale koşullarını çoğunlukla uygulamaları ile yıllar sonrasında ancak tek tek öğrenebiliyoruz. Teslim tarihleri, işletme koşulları, her şey ama her şey durmadan değişim geçiriyor. Gecikmeler, ödenecek bedeller yükseldikçe yükseliyor. Projelerin yerleri, çevreye etkileri, her şey ama her şey durmadan değişime uğruyor. Biz hep sonuç bedelleri üzerinden eksik bilgilere ancak ulaşabiliyoruz.
Kâr marjından indirim yapıyorlar
Suna ve Akalın, dev projelerin açılışı sırasında çoğu zaman Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın inşayı gerçekleştiren müteahhitle yaptığı pazarlık sonucu fiyat indirimini en hafifi ile böylesine bir sonuç hesaplanmış olarak baştan kâr marjlarının yüksek tutulması olarak yorumluyor. İkili, asıl devasa sorunun ise birinci el, ikinci el uluslararası müteahhitlik ilişkileri ağında, parça parça üretimler için aşağı doğru indirilen taşeronlaşmalarda hem denetimin, hem de uzmanı olmayan, kaçağın kaçınılmaz olduğu yapılaşma sorunlarının, ucuz işçilik ile birlikte devasa sorunlar olarak karşımıza çıkarılıyor olması olduğunu kaydetti.
(II)
Beklenen İstanbul depreminde 100 bin yıkım ve milli gelirde yüzde 10-12 kayıp bekleniyor
En büyük rant, vurgun kaynağı olarak kullanılan İstanbul’da, süper projeler de içinde 16 yıl boyunca tersine yapılanlar, bırakın şiddetlilerini orta ölçekli olası depremlerde yaşanacak kırım, sadece can mal kayıpları ile değil, ekonomik yıkımlarıyla ürküten ölçeklerde.
Kaderine razı depremi bekleyen kadim kent: İstanbul...
Sadece başlığını değil depreme ilişkin sorgulamalarını çok anlamlı bulduğum için İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin 17 ağustos depreminin her yıldönümünde yapılacağını ilan ettiği İstanbul’a yönelik sorgulamaları ile kısa yanıtlarını sizinle paylaşmalıyım..
- İstanbul depreme hazır mı?
- Mevcut yapı stoku genel olarak güvenlikten uzaktır. En iyimser tahminler, deprem senaryolarında bile hayatını kaybedecek insan sayısı on binlerle ifade edilmektedir.
- İstanbul’un yaşayacağı olası felaketin sorumluları hiç şüphe yok ki, dere yataklarını imara açan, askeri alanlara yapılaşma izni veren, yapı üretim sürecini denetimsizliğe mahkûm eden, mühendisleri üretim sürecinin dışına iten, kentleri insana göre değil ranta göre düzenleyenler olacaktır.
- Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı(JİCA)tarafından belirlenen riskli bölgeler haritasıyla Çevre ve Şehircilik Bakanlığının haritası örtüşmüyor. İki harita arasında riskli bölgeler yüzde 73 oranında farklı. Bakanlığın haritasında rant değeri yüksek bölgelerin riskli gösterilmesinin nedeni nedir?
- Piyasa ilişkilerinde “gayrimenkul değerlendirme” olarak da tanımlanan kentsel dönüşümün, Bakanlığın risk haritasında yer alan ve rant değeri yüksek bölgelerden başlaması manidar değil midir?
- İstanbul içinden çıkılmaz sorunların sıkışıklığındayken ve deprem tehlikesinin sıcaklığını hissediyorken, nüfus yoğunluğunu, sorunlarını iki katına çıkaracak, Kanal İstanbul gibi bir projeye neden ihtiyaç duyulmaktadır?
- Deprem toplanma alanları ve ulaşım güzergâhları sorunu varlığını sürdürmektedir. Önceden belirlenen alanların yapılaşmaya açılması bir yana, parkları, okul bahçelerini, boş alanları toplama alanı ilan etmek sorunu ortadan kaldırmamaktadır.
- Geleceği kazanmanın tılsımlı kavramı, yapı denetim sistemi ne yazık ki sorunlarından arındırılamamış, işlevsel ve sağlıklı bir işleyişe kavuşturulamamıştır.
- İmar affıyla yapı stokunu iyleştirme hedefinden vazgeçilmiş, kaçak ve sağlıksız yapılaşma adeta ödüllendirilmiştir.
Sadece başlığını değil depreme ilişkin sorgulamalarını çok anlamlı bulduğum için İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin 17 ağustos depreminin her yıldönümünde yapılacağını ilan ettiği İstanbul’a yönelik sorgulamaları ile kısa yanıtlarını sizinle paylaşmalıyım..
- İstanbul depreme hazır mı?
- Mevcut yapı stoku genel olarak güvenlikten uzaktır. En iyimser tahminler, deprem senaryolarında bile hayatını kaybedecek insan sayısı on binlerle ifade edilmektedir.
- İstanbul’un yaşayacağı olası felaketin sorumluları hiç şüphe yok ki, dere yataklarını imara açan, askeri alanlara yapılaşma izni veren, yapı üretim sürecini denetimsizliğe mahkûm eden, mühendisleri üretim sürecinin dışına iten, kentleri insana göre değil ranta göre düzenleyenler olacaktır.
- Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı(JİCA)tarafından belirlenen riskli bölgeler haritasıyla Çevre ve Şehircilik Bakanlığının haritası örtüşmüyor. İki harita arasında riskli bölgeler yüzde 73 oranında farklı. Bakanlığın haritasında rant değeri yüksek bölgelerin riskli gösterilmesinin nedeni nedir?
- Piyasa ilişkilerinde “gayrimenkul değerlendirme” olarak da tanımlanan kentsel dönüşümün, Bakanlığın risk haritasında yer alan ve rant değeri yüksek bölgelerden başlaması manidar değil midir?
- İstanbul içinden çıkılmaz sorunların sıkışıklığındayken ve deprem tehlikesinin sıcaklığını hissediyorken, nüfus yoğunluğunu, sorunlarını iki katına çıkaracak, Kanal İstanbul gibi bir projeye neden ihtiyaç duyulmaktadır?
- Deprem toplanma alanları ve ulaşım güzergâhları sorunu varlığını sürdürmektedir. Önceden belirlenen alanların yapılaşmaya açılması bir yana, parkları, okul bahçelerini, boş alanları toplama alanı ilan etmek sorunu ortadan kaldırmamaktadır.
- Geleceği kazanmanın tılsımlı kavramı, yapı denetim sistemi ne yazık ki sorunlarından arındırılamamış, işlevsel ve sağlıklı bir işleyişe kavuşturulamamıştır.
- İmar affıyla yapı stokunu iyleştirme hedefinden vazgeçilmiş, kaçak ve sağlıksız yapılaşma adeta ödüllendirilmiştir.
Ürküten yıkım tablosu Meclis tutanaklarında
Meclis tutanaklarından İstanbul için çarpıcı, ürkütücü deprem uyarısı.
İstanbul için beklenen olası depremde 40 bin ila 100 bin can kaybı olacak. 100 bini aşkın ev yıkılacak, milli gelir kaybı yüzde 10-12’ye ulaşacak.
Ersin Arıoğlu’nun CHP milletvekili olarak konusu yalnız “deprem”olan bir ihtisas ve araştırma komisyonu kurulması gerektiğine ilişkin 8 Ocak 2003’te yaptığı tutanaklara geçmiş konuşmasında, hazırlıksız durumda bulunması nedeniyle İstanbul için olası bir depremde 40 bin ile 100 bin vatandaşımızı kaybedeceğimiz belgelere geçirildi.
En aktif bölgelerden
Arıoğlu, tutanaklardan özetliyeceğimiz Meclisin bilimsel çalışmalara ağırlık verilmesini istediği konuşmasında, 63 yıl 12 gün önce Türkiye’de yaşanmış en büyük, 7.9 olarak ölçülen, 60 saniyede yaklaşık 33 bin yurtaşımızın kaybı, 150 bin yaralı, yüzbinlerle ev ve işyeri hasarlı depremden günümüze gelişmeleri değerlendiriyor.. “Türkiye en aktif deprem bölgelerinden birisidir” diyor.
Meclis tutanaklarından en çarpıcı alıntılarla özetleyelim..
“Türkiye, inşaatlarını, gerekli kalite kavramı içersinde üretemediğinden, deprem bilinci ve yapı denetimi bir türlü yeterince geliştiremediğinden, Türkiye’de olan depremler daima şiddetlerinden daha büyük ölçekte yapısal hasarlara ve can kayıplarına yol açmaktadır.
Nitekim 1999 Marmara depremi, bize üzerinde yaşadığımız toprakların yüzyıllardır süregiden bu gerçeğini, çok acı bir şekilde tekrar hatırlatmıştır. Türkiye, 17 ağustos 1999 depreminde 18 bin yurtaşını ve milli gelirinin yüzde sekizini, 48 saniye içersinde kaybedivermiştir. 2000-2001 yıllarında içine düştüğümüz derin krizlerin muhtemel tetikleyicisidir.
Yapısal hasar doğurur
Türkiye İzmit depremiyle çok acı tecrübeler yaşamıştır. Yeterli araştırma olmamasına rağmen 2001-2002 yıllarında içine düştüğümüz derin krizlerin muhtemel tetikleyici sebeplerinden biridir. Ayrıca Türkiye’nin depremere karşı ne kadar hazırlıksız olduğunu açıkça ortaya çıkarmıştır.
Türkiye depremliliği özetlenirse, deprem doğuran fayların toplam uzunluğu 15 bin kilometredir. 5.5’ten büyük olan depremler yapısal hasar doğururlar. Ölümlere sebep olan depremler, genel olarak 6 ve 6’dan büyük olanlardır.
Türkiye’de 5.5 ile 6 arasında her yıl iki deprem beklenmektedir. 6 ile 7 arası 3 ile 7 yılda bir beklenir. 7’den büyük olan çok şiddetli depremler 10 yılda bir tekrar geri dönerler. Türkiye’nin en aktif deprem bölgesi Kuzey Anadolu fay hattı civarıdır. Batıda Marmara denizinin içine girer ve İstanbul’un hemen güneyinden geçer. İstanbul’u etkileyecek bir depremin olası olduğunu göstermektedir. İstanbul tüm vergilerimizin yüzde 47’sini ödeyen, en gelişmiş kentimizdir. Senelerin ihmaliyle, tüm diğer şehirlerimiz gibi hazırlıksız durumda bulunan İstanbul için olası bir depremde 40 bin ile 100 bin vatandaşımızı kaybedeceğiz.
İstanbul için beklenen olası depremde 40 bin ila 100 bin can kaybı olacak. 100 bini aşkın ev yıkılacak, milli gelir kaybı yüzde 10-12’ye ulaşacak.
Ersin Arıoğlu’nun CHP milletvekili olarak konusu yalnız “deprem”olan bir ihtisas ve araştırma komisyonu kurulması gerektiğine ilişkin 8 Ocak 2003’te yaptığı tutanaklara geçmiş konuşmasında, hazırlıksız durumda bulunması nedeniyle İstanbul için olası bir depremde 40 bin ile 100 bin vatandaşımızı kaybedeceğimiz belgelere geçirildi.
En aktif bölgelerden
Arıoğlu, tutanaklardan özetliyeceğimiz Meclisin bilimsel çalışmalara ağırlık verilmesini istediği konuşmasında, 63 yıl 12 gün önce Türkiye’de yaşanmış en büyük, 7.9 olarak ölçülen, 60 saniyede yaklaşık 33 bin yurtaşımızın kaybı, 150 bin yaralı, yüzbinlerle ev ve işyeri hasarlı depremden günümüze gelişmeleri değerlendiriyor.. “Türkiye en aktif deprem bölgelerinden birisidir” diyor.
Meclis tutanaklarından en çarpıcı alıntılarla özetleyelim..
“Türkiye, inşaatlarını, gerekli kalite kavramı içersinde üretemediğinden, deprem bilinci ve yapı denetimi bir türlü yeterince geliştiremediğinden, Türkiye’de olan depremler daima şiddetlerinden daha büyük ölçekte yapısal hasarlara ve can kayıplarına yol açmaktadır.
Nitekim 1999 Marmara depremi, bize üzerinde yaşadığımız toprakların yüzyıllardır süregiden bu gerçeğini, çok acı bir şekilde tekrar hatırlatmıştır. Türkiye, 17 ağustos 1999 depreminde 18 bin yurtaşını ve milli gelirinin yüzde sekizini, 48 saniye içersinde kaybedivermiştir. 2000-2001 yıllarında içine düştüğümüz derin krizlerin muhtemel tetikleyicisidir.
Yapısal hasar doğurur
Türkiye İzmit depremiyle çok acı tecrübeler yaşamıştır. Yeterli araştırma olmamasına rağmen 2001-2002 yıllarında içine düştüğümüz derin krizlerin muhtemel tetikleyici sebeplerinden biridir. Ayrıca Türkiye’nin depremere karşı ne kadar hazırlıksız olduğunu açıkça ortaya çıkarmıştır.
Türkiye depremliliği özetlenirse, deprem doğuran fayların toplam uzunluğu 15 bin kilometredir. 5.5’ten büyük olan depremler yapısal hasar doğururlar. Ölümlere sebep olan depremler, genel olarak 6 ve 6’dan büyük olanlardır.
Türkiye’de 5.5 ile 6 arasında her yıl iki deprem beklenmektedir. 6 ile 7 arası 3 ile 7 yılda bir beklenir. 7’den büyük olan çok şiddetli depremler 10 yılda bir tekrar geri dönerler. Türkiye’nin en aktif deprem bölgesi Kuzey Anadolu fay hattı civarıdır. Batıda Marmara denizinin içine girer ve İstanbul’un hemen güneyinden geçer. İstanbul’u etkileyecek bir depremin olası olduğunu göstermektedir. İstanbul tüm vergilerimizin yüzde 47’sini ödeyen, en gelişmiş kentimizdir. Senelerin ihmaliyle, tüm diğer şehirlerimiz gibi hazırlıksız durumda bulunan İstanbul için olası bir depremde 40 bin ile 100 bin vatandaşımızı kaybedeceğiz.
100 BİN EV YIKILACAK 100 bini aşkın ev yıkılacak. 800 bin ile 1 milyon aile depremden zarar görecek.. Maddi kayıplarımız, milli gelirimizin yüzde 10 ile 12’sine ulaşacak. İzmir kentimiz için de hasar boyutu sayısal olarak daha küçük, fakat benzer senaryolar bulunuyor...”
Eyüpsultan’da evler boşaltıldı
İstanbul’un ranta en açık bölgelerinden Eyüpsultan da, kuralsız yapılaşmanın olumsuz sonuçlarından nasibini aldı. Toprak kaymasında zarar gören evler boşaltıldı. Eyüpsultan’da iki hafta önce toprak kayması sonucu hasar gördüğü için mühürlenen evler boşaltıldı. İslambey Mahallesi Nigari Sokak’ta yaklaşık iki hafta önce toprak kayması nedeniyle evleri zarar gören vatandaşlar, eşyalarını dışarı çıkardı.
Osmanlı döneminin en yakın tarihli, göreceli ahşap mimari, kentleşmenin bugüne göre yoğun olmaması bağlantılı depremler için yıkıcı olmayan yapılaşma koşullarında bile büyük depremler İstanbul’u yıkmış.Aynı yerde önceki gece tekrar yaşanan toprak kaymasının bina sakinlerini tedirgin ettiği öğrenildi. Yaklaşık 20 yıl arayla, ikisincisi çok da daha ağır İstanbul’u yıkmış iki büyük depremin ayrıntılı raporları, bugün olacaklar için ders verici... 1968 kuşağının bir tık öncesi, İTÜ’de Harun Karadeniz’in Öğrenci Birliği Başkanı olduğu dönemden, 68 kuşağına, günümüzde Haziran hareketine uzanan halkada, her dönem toplumsal olaylar içindeki ağırlığı ile tanınan Mete Akalın, tanımayanlar için yönetici kimliği ile 70’li yıllar ağırlıklı İnşaat Mühendisleri Odası’nın hem İstanbul Şubesi hem de genel merkezinde dönüşümlü yönetim kurulu üyeliği, başkanlık yapmış bir isim. Teknik uzmanlığında, uzun sürelerde İstanbul’un metro çalışmalarında görev almış, büyük depremin enkazı üzerinden hazırlanan inşaat mühendisliği ve TMMOB raporlarına, enkazları inceleme heyetlerinde görev almış olarak imza atanlar içinde. Yakın tarihimizde, yapılarımızın hali pürmelali, depremsiz yıkımlar ile, depremde olacaklara ilişkin tanıklıklarıyla söz sahibi olduğu için, altını çizeceği gerçekler değerli. Mete Akalın ortak söyleşimize elinde sürpriz bir raporla geldi. Kirli çıkınında getireceği önemli raporları ararken, nereden ne zaman edindiğini anımsayamadığı bu tarihi raporu da bulmuş. Hazine bulmuş gibi bir kopyasını Oda’nın, diğerini Cumhuriyet arşivi için çektirerek sayfalarını karıştırdık. 1894 İstanbul depremi hakkında bir rapor üzerine inceleme başlıklı kapağında. Dr. Hamiyet Sezer imzası var. Arapça kopyalarının üzerine Türkçesinin çeviri sayfaları eklemlenmiş. Dilin aksanı da tarihte kaldığı için, ilginç bir o kadar anlaşılması zor. Sayfaları karşıtırırken, adalardaki tek tek ev yıkımlarının teknik ayrıntılarını okudukça insan hayranlık duyuyor. Uzatmadan Mete Akalın’dan elindeki raporun özet anlamını öğrenmeye çalışalım.. 20 yılda bir mi? “İnceleme kapsamında yer almış İstanbul’un ilk büyük depremi 16 Ocak 1489 olarak tanımlanıyor. ikinci büyük deprem ise 22 Ağustos 1509’da olmuş. Binin üzerinde ev yıkılmış, 4-5 bin insanın öldüğü, sarsıntıların 45 gün sürdüğü kayıtlara geçmiş. (Oysa 325 yılında başlayıp 1894’e kadar devam eden 12 büyük deprem var.) Şimdi bu raporu okuyanlar, bu iki yakıcı deprem arasında 20 yıl olduğuna dikkat çekip (aman 1999 depreminden bu yana da 20 yıl geçti. Yoksa???) kehanetleri yapmaya kalkmasınlar..) Neyse bu rapordan anlaşılacağı üzere 2. Abdülhamit’in isteği üzerine Atina Rasathanesi Müdürü Eserinisti (D.Eginitis) ile İstanbul Rasathanesi Müdürü Coumbary ve yardımcısı Emil Lacoin yaptıkları incelemeler sonucunda bu ayrıntılı raporu 15 Ağustos 1894 tarihinde Sultan’a sunmuşlar. Raporun beşinci sayfasında “...Bu mıntıka-i merkeziye ber-mu’tad uzun bir hatt-ı münahi şeklini almıştır. Bunun büyük mihveri Çatalca’dan Adapazarı’na kadar ve İzmit Körfezi boyunca yüz yetmişbeş kilometre tulunde imtidad ider..”ifadesi de ilginç. Okunması gerekli bir rapor diye düşünüyorum.
(III)
Türkiye’de yüzyılın son afeti: Körfez Depremi
Deprem toplanma alanları AVM’lere, yıkım tehdidi olan yerler ‘kentsel dönüşüm’e peşkeş çekildi.
Deprem sonrası, beton kalitesinin düşüklüğü, kazanç uğruna iç içe yapılaşmalar dikkat çekiyordu. Binalardaki yan çıkmalar, binaların dengesini bozmuştu. Depremin olacağı ve zararın büyüklüğü bilinmesine karşın bir dizi yapılaşma suçu işlenmişti.
Tüm bu kuralsız yapılara imar aflarıyla yenileri ekleniyor. Denetimsiz, projesiz, sorumlusu bulunamayan deprem ve doğal afetlere dayanıksız kaçak yapılaşma adeta teşvik ediliyor. Oysa, ülke genelinde kentleşme hedefinin belirlenmesi en öncelikli konu.
Bilinen fay hatları üzerinde, kaçınılmaz geri dönüşlerle beklenen süreçler içinde, sürpriz olmayan şiddetteydi. Gelin görün ki yapılaşmanın belirlenmesinde odak siyasi erkler başta, yerel yönetimler, sermaye çıkarları, rant vurgunu düzeni üzerinden yapılaşmayla, depreme öylesine hazırlıksız yakalanmıştık ki... Can, mal, ekonomik, sosyal, siyasal yıkım sonuçlarıyla ülkemiz için geri dönüşleri çok zor yaralar açtı.
Korkunun resmi
Belleği çok zayıf, derslerden ders alamayan, aynı yanlışlar, aynı suçların ortaklığını yapma eğilimi yüksek, uygarlıkların çatışmaları arasında geçiş yollarında, gelgitlerimizle, bir uçtan diğer uca savrulmalarımızla, birikimlerimizle, asla söz konusu olmaması gereken depreme hazırlıksız yapı stoklarımızla, 20. yüzyılın en büyük afetinin yaşandığı ülke olmayı da becerdik... Şanssız bir zamanlama çatışması belki ama, büyük depreme çok yakın bir zaman diliminde, dönemin çok popüler bir televizyon açık oturumunda “uygarlaşmanın neresinde olduğumuzu” tartışıyorduk. Ülkemizin en güçlü işadamlarından biri, Adapazarı’nda yaptıkları dev, uluslararası şirket ortaklığı içindeki marka fabrika yatırımını en ileri örneklerden biri olarak göstermiş, “Patates tarlasına fabrika yaptık. İşçilerimiz tarla ekerek kazanabilecekleri paranın katları ücretle çalışıyorlar...” cümleleri ile övünmüştü.
Ekonomik yarar ölçümlemesinin doğru olmadığı, o topraklarda patates yetişmemesi ile ülkenin çoğunluğu yoksul ve işsiz insanın kayıplarını göz önüne alınarak, ekonomik getiri hesapları yapılabileceği itirazıma da çok kızmıştı. Depremden kendi işçileri içinde çok fazla can ve mal kaybı, fabrikanın ağır hasarı ile çıkmalarından sonra ise... Deprem deneyimi daha fazla olduğu için ev ve sanayi yatırımları daha güvenlikli inşa edilen Adapazarı’nda depremin büyük yıkımını görünce, fikrini hemen değiştirmişti. Üstelik büyük depremin fay kırılmaları tablosunda daha şanslı bölgede “Tövbe bir daha patates tarlasına fabrika yapmaya kalkışmam. Ama onarımla açılabilecek fabrikamızı yeniden üretime geçirmeliyiz” demişti.
Sanayi yerleşimi artırır
Yeri gelmişken okuduğum bilimsel görüşler ve raporların bileşkesinde bu yaklaşımın da çok yanlış olduğunun altını çizmeliyim. Çünkü dev fabrika yatırımı, zorunlu olarak yan sanayii ve çevresinde kaçınılmaz yoğun yerleşimi de getirir. Fabrikanın temellerinde teknoloji sayesinde sağlam zemine oturmanın maliyeti, getirisine göre pahalı sayılmayabilir. Ancak konut yatırımında katlanılamaz maliyetler, hele de tarıma elverişli topraklar üzerinde, rant gözlüklü yatırımlar ülkenin geleceğine ihanet halkalarıyla kötülükler yapılmasını içerir.
Sonuç olarak 17 Ağustos Körfez Depremi ile bu ülkenin insanları olarak korkunun resmini çekmiştik. İlk günün akşamına kadar havadan çekilmiş fotoğraflara bakarken, en çok Harb-İş Sendikası’nın işçi eğitimlerinde kullandığımız Değirmendere Çınaraltı kahvesinin çınarının yarıdan fazlası ile suya gömüldüğünü hüzünle izlemiştim.
Ertesi sabah TMMOB’nin acil oluşturduğu, ilgili meslek odalarının katılımlarıyla oluşturduğu uzmanlık mühendislerinin birlikte tüm deprem bölgelerini tarayarak, hazırlayacakları bilimsel raporlar heyetinin çalışmalarını izlemek üzere peşlerine düşmüştüm. Depremin ağır yıkımında odak noktalardan başlayan tarama çalışmalarında Çınaraltı kahvesinin olması gereken sahil kıyısında, bir kısmı da doldurulmuş alanlardaki dibe vuruş derinliği kör karanlıktı. Askeri tersane bile izini görememiş, kim bilir kaç kez gittiğim SEKA özelleştirilmesi kavgasında, yapımında yol alınmış dev inşaatların da içlerindeki insanların, tüm yatırım araçları ile görünmez diplerde ve derinliklerde kaldıklarını öğrenmiştim.
Korku ağır basıyordu
Her yerde depremde sokaklarda kalmış insanların yerleştirildikleri incecik çadırlardan, en küçük bir sarsıntıda, yaşadıklarının travmasında nasıl kaçışıp korktuklarının sayısız tanıkları nedeniyle de, tarama gezisi gözlemlerimin odağında insanların çaresizlikle kazılmış korkularının resimleri ağır basıyordu...
Dolaşa dolaşa, ilgili bilim dallarından mühendislerin çökmüş yapıların önünde, yıkım nedenleri ile bağlantılı bulguları tartışmaları, depremin felaketi bir yana, geleceğe dönük çıkarılacak somut sonuçlarıyla çok değerliydi... Elbette yapılaşmaların dibe vurduğu, görünmez oldukları alanlar dışında kalanlar da.
İlk çarpıcı şaşkınlık, geçmişte toprak doldurulmamış alan içinde, Değirmendere’nin daha içine doğru, geçmişte kıyı olan şeritteki ahşap yapıların yıkılmamış olmalarıydı. Onlarla aynı fay hatları üzerinde sonradan yapılmış, yıkımdan sonra bile kaliteli gibi görünen yüksek yapılar ise öldürücü sonuçlarla, ağır hasarlıydılar. Temelden beton kalitesine, kazanç uğruna iç içe yapılaşmalarla, temelden yukarıya yan çıkmalarla yapı dengesi altüst edilmişti. O kadar çok yapılaşma kusuru, suçu sıralanıyordu ki. Depremin olacağı, geri dönüşleri biline biline yapılanların hepsi yapılaşma suçları kapsamı alanına giriyordu.
Bir musibet
Körfez Depremi, bir yanı ile de deprem fay hatları üzerindeki Türkiye’nin, depreme dayanıklı yapılar yapmak zorunda olduğu yüzleşmesine yaradı. İnşaat mühendisleri, TMMOB çatısı altında ilgili tüm mühendislik alanlarının katkılarıyla deprem yıkımları üzerinden yapılan araştırmalar, yapılaşmadaki çarpıklıklarda, -bile bile lades işlenmiş- ağır suçların tümünün açığa çıkarılmalarında bir tür açık laboratuvar işlevi yaptı. En büyük tehdit oluşturma boyutlarıyla İstanbul da içinde, acil alınması gerekli önlemlerin öncelikleri ortaya çıktı. Ödenmiş bedellerin ağırlığından ders alınmış, açık labaratuvar sonuçlarıyla yapılması gerekenlerin öncelikleri sayısız bilimsel, meslek örgütü raporlarında, üniversitelerle de ortak çalışmalarda, tuğla gibi kalın raporların üretimini getirmişken... Bu kadar yıl nasıl boşuna geçirilmiş, hazırlıkların tamamlanması noktasına gelmiş olmamız gerekirken, nasıl da bu kadar geriye, kaosa sürüklenmiş olabiliriz ki...
Kaçak teşvik edildi
Hiç değilse İnşaat Mühendisleri Odası’nın 1999 taramasının raporu içinde altı çizilmiş “Bu deprem 20. yüzyılın son büyük afetidir” saptamasından yola çıkarak, ortaya çıkmış çarpıklıkların odağı, alınması gerekenden çok azı alınmış gibi yapılıp, çoğunluğun kaçınılması ağır suç oluşturan önlemlerin tersine işler yapılarak, inşaatla büyüyen saltanatın iflasa sürüklenişinde, öncelik alınmış olumsuzluklardan somut verilerle, elbette raporlarla alıntılı yürümeliyiz...
İmar afları, olumsuzluklara yenisi eklendiğinde daha büyük gedikler açtıran boyutlarıyla kentlerimizde denetimsiz, projesi olmayan, sorumlusu bulunamayan deprem ve doğal afetlere dayanıksız kaçak yapılaşmayı teşvik etmektedir. İstanbul özelinde ülke genelinde nasıl bir kentleşmenin hedeflendiğinin belirlenmesi öncelik almalıdır.
İstanbul tarihinden gelen yapısıyla, geçmiş tarihinde çokça örneği görülmemiş, depremsiz yıkımlar patlamasıyla alarm veren, öncelik alan kentlerimizin başını çekmektedir. Kuşkusuz en acil öncelik, depremsiz çökmeler gerçeğinden yola çıkılarak, depreme dönük en acil alınacak önlemlerin, yapı envanterlerinin çıkarılması üzerine, gizlilik içinde değil, kamuya açık planlamalarla koşar adım yola çıkılması olacaktır.
Trajik olanı, yerel seçim kampanyaları, kaygılarına dönük olarak, hâlâ kaçak yapım suçlarının ağırlığını oluşturan yapılar için, yapı denetimsiz tapu vaatlerinin reklamlarının kamu spotlarının bile kaldırılmamış olması, Saray ittifakının adına seçimin ertesi günü için tapu vaadinin kampanyalarının odağında yer alması değil mi?
2000’li yılların başında riskli bina sayısı 1.6 milyondu, şimdi sayısını bile bilmiyoruz
Ülkede, hakiki anlamda ilk yerleşim için kurallı nâzım planları, iklimin 1961-63 anayasası ile demokrasiden yana estiği günlere rastlamıştı. O gün yapılan planlarda ne Karadeniz sahillerinde yapılaşma izni vardı ne de özellikle İstanbul’da tarihi ve doğal yapıyı bozacak yapılaşmaya...
Liberalzimde kutsanan serbest piyasa düzeni, demokrasiye, insan haklarına, uygarlığa açılabildiği ölçeklerde, insanı ve çevreyi katletmeyecek bu alanda ödün verilmeyecek nâzım planlar yapmış. Ancak ülkede, 2000’li yılların başında 1.6 milyon olan riskli bina sayısını bugün bilmiyoruz bile.
İstanbul için de ne rastlantıdır değil mi? Cumhuriyet kuruluş yılları sonrası, ilkeli nâzım planların hazırlanması 1961-63 demokrasiye açılım anayasası ile yasaların yürürlüğe girme süreçlerinin sonrasında gündeme girmiş. Cumhuriyet’te profesyonel gazeteciliğe başlamamın ilk yıllarında, İstanbul Nâzım Planı çalışmalarının yapıldığı merkezde, İstanbul’un nâzım plan haritalarını haberleştirme şansını yakalamıştım..
Özetle İstanbul’un, sadece güzelim doğa yapısının, o zaman için zengin ormanlarının, kıyılarının korunması için değil.. Binalara, temel olacak toprak yapısı, hava akımları, tüm doğal karakteristik nitelikleri, korunması zorunlu tarihi yapıları, kültürel birikimlerinin de korunması için çaba sarfedilecekti. Asla ve de katiyen Karadeniz kıyılarının açık sahillerinde yapılaşma akıldan bile geçirilmeyecekti. Şehir kaçınılmaz büyümesi, kentleşmesinde bir yanı ile Kocaeli’ne, diger yanı ile Tekirdağ’a doğru yatay büyüyecekti.
Yık-yap tutkunları Elbette nâzım plana göre, dünyanın gelişmiş bütün uygarlıklarının ürünü kentleşmelerde olduğu üzere, kent merkezlerinin tarihi yapılaşmasına dokunulmayacaktı. Görgüsüzce kentlerin uygarlaşmasını görenler, göremeyenlere de “rant, kısa dönemli vurgun olarak, yık-yap” tutkularının uzun dönemde kendilerinin kısa dönemli kazançlarını da öğretmekle yükümlüydüler. Oysa gelişmiş uygar hem de liberalizmi kutsayan siyasetler, Viyana’nın, Londra’nın merkezlerini oldukları gibi korumuşlardı. Dönemin nâzım plan bürosu kadroları, elbette rant, vurgunla çekici siyasetin büyüsünden kurtulamayan kamu yönetimi erklerinden odaklanarak, planlamanın ilkelerini bozan uygulamalardan dertliydiler. Örneğin kıyıların kamuya açık olması ilkesi İstanbul’da çok yerde, en çok da Kumburgaz gibi örneklerde kıyıya apartman dikilmeleriyle ayaklar altındaydı. Kum yeniden ürer O tarihlerde geçerli tek tesellilerini, “Üzülme Marmara kıyıları, şiddetli lodosların katkılarıyla, kıyı şeridinin derin olmaması sayesinde de, yakın zaman dilimleri içinde yeniden güzelim ince kumsallarını üreteceklerdir. Yeter ki çarpık siyasi rant, vurun, kıyı kapatma kültürünü aşalım..” olarak açıklamışlardı. Olmadı, olamadı en ağır, en çarpık boyutlarıyla, siyasal kimliğinin güçlenmesini inşaatla büyüyen saltanata bağlamış 16 yıllık iktidarlarındaki İstanbul kentleşmesinin ürkütücü büyümesindeki yapılaşmalarda yüzleşildi.. Nelerin olup bittiğine yeni tehditlerin boyutlarına zum yapan, meslek örgütlerinin bilimsel verilere dayalı raporlarını elbette paylaşacak yerimiz yok. Ancak kendiliğinden çöken yapılar gerçeği ile yüzleşmenin de utancı içinde, yaklaşan İstanbul depremlerindeki yıkımlara da en hazırlıksız yakalanma koşullarında.. Mete Akalın ile Nüsret Suna’nın sorgulamalara verdikleri kimi kısa anlamlı yanıtlarla nokta koymak istedik...
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder