5 Nisan 2019 Cuma

Seçim sonrasında birkaç tespit - KORKUT BORATAV

İttifakların ağır bastığı 31 Mart seçimleri, partiler-arası oy dağılımının hesaplanmasında güçlükler getiriyor. Önemli dağılım, bence, faşist ittifakın oy oranıdır.  İktidarın bekası açısından kritik olan eşiğin yüzde 52 olduğunu önce Bahçeli, seçimi izleyen balkon konuşmasında da Cumhurbaşkanı ilan etmişti.  Kesin olmayan sonuçlara göre, bu hedefin bir çentik altında kalmış görünüyorlar:  Yüzde 51,6…

İttifakın bu “eşiğe” nasıl yaklaştığını herkes biliyor: Hayalî bir “beka” sorunu; devletin tüm olanaklarının seferberliği;  Nazi-türü propaganda teknikleri; Cumhurbaşkanı’ndan ölçüsüz tehditler, ağır suçlamalar…

Yine de seçmenlerin yüzde 48,4ü faşist ittifaka “hayır” dedi. Sembolik önem taşıyan tüm büyükşehirlerde; işçi sınıfının yoğunlaştığı, sanayileşmiş, eğitimli bölgelerde muhalefetin   galibiyeti dikkat çekti.

1 Nisan sabahı, sıradan insanlarımızın pek çoğu rahat bir soluk aldı. “Bu karanlık, adaletsiz gidişe son vermek mümkünmüş” algılaması doğdu.

İktidar yerindedir; sınıflar-arası denge değişmemiştir; ama 31 Mart seçimleri İslamcı faşizme gidişi frenlemiştir. Bu nedenle küçümsenemez; önemlidir. İki büyük kentte belediye başkanlığını kazananların siyasî, ideolojik özellikleri güncel sorun değildir.

CHP’nin yeni belediye başkanlarını kutluyoruz; başarılar diliyoruz. Seçim başarılarına katkı yapan; seçim sonuçlarını nöbetleşe koruyan CHP örgütlerine, militanlarına, milletvekillerine de şükran borçluyuz.

CHP’nin özünde yer alan halkçı, Kemalist, devrimci, sol eğilimleri bu insanlar temsil etti; 1 Nisan’da “rahat soluklanmamızı” mümkün kıldı. Türkiye’nin geleceğine ilişkin iyimserliğimize de katkı yaptı.

“Merkez siyaset” gündemde mi?
Nisan 2017 Anayasa Referandumu   da benzer (%51,2 / %48,8’lik ) evet / hayır  dökümü ile sonuçlanmıştı. Böylece, son yıllarda İslamcı faşizme karşı Türkiye toplumunun kabaca yarısını temsil eden bir muhalefet bloku  oluşmuş görünüyor. Bu blok, Cumhuriyetçi, sosyalist, liberal akımlardan ve  HDP’den oluşmuştur.
“Kendiliğinden” oluşan bir muhalefet blokudur; bu nedenle ortak bir siyasî platformdan yoksundur. Ama, faşizme karşı direnme potansiyelini de içermektedir.
İktidar bloku yüzde 52’lik kritik oy hedefine yaklaştı; yine de bir moral sarsıntısı içindedir. Siyasî yansımalar mümkündür.

Seçim arifesinde AKP içindeki gerilimleri, “ılımlı / demokrat İslamcı” (veya “muhafazakâr”) bir partiye dönüştürme tasarımından ve (Abdullah Gül, Ali Babacan gibi) “eski tüfekler”in liderliğinden söz edilmekteydi. Bu girişim, büyük bir “merkez sağ / sol ittifak” tasarımının ilk aşamasını oluşturamaz mı? Büyük, “kozmopolit” sermaye çevrelerinin ve  Batı’nın Türkiye için ideal çözümü bu değil midir?

    Liberal akım, muhalefet blokunu doğal olarak merkeze çekme doğrultusunda etkilidir. Siyasî İslam’da “demokrasi” arayışı, Türkiye liberalizminin kalıcı bir özelliğidir. Bu “arayış”ın, 31 Mart sonrasında siyasete yansıması, olsa olsa CHP aracılığıyla gerçekleşebilir.

     CHP’nin egemen siyaset dilinin “Kemalizm”den arındırılıp “sosyal demokrasi”ye dönüştürülmesi liberal akımın etkisini yansıtıyor. Bu dönüşümün doğal bir uzantısı siyasî İslam ile uzlaşma, mümkünse ittifak arayışlarıdır. Örnekler çoktur. Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kılıçdaroğlu’nun CHP adaylığı için Abdullah Gül’ü ikna çabalarını hatırlatmakla yetinelim.

Bu türden bir “merkez siyaset” arayışı, 31 Mart seçimlerinde Ankara ve İstanbul’da belediye başkan adaylarının seçiminde uygun ve yararlı olmuştur. Ancak, Türkiye siyasetine taşınırsa iki konuda farklı sorunlar içerecektir.
Birinci güçlük, “ılımlı siyasî İslam” ile CHP tabanının sola dönük, özünde Kemalist olan eğilimleri arasında laiklik konusundaki kan uyuşmazlığı ile ilgilidir.
İkinci güçlük, “merkez siyaset”in ekonomik krize karşı neo-liberal reçetelere teslimiyet tehlikesi ile ilgilidir.

Laiklik, CHP liderliği  ve sosyalistler
        Hukuk devletine ve parlamenter rejime dönüş, merkez siyasetin “ılımlı İslam” kanadı ile de uyumlu talepler olabilir. Ancak, 2019 Türkiye’si koşullarında merkez-sol, AKP rejimine “İslamcı faşizm” teşhisini koymazsa demokratikleşme gündemi eksik kalır. CHP liderliği ise, AKP rejimine “İslamcı” teşhisini koymamakta ısrarlıdır; zira, (onlara göre) “Türkiye’de laiklik tehditte değildir.”

    Referandum sonrasında AKP’nin İslamcı rejime geçiş stratejisinde bir değişiklik olduğunu düşünüyorum. Rejim değişikliğinin küçük, iddiasız adımlarla (adeta “çaktırmadan”) gerçekleşmesi daha güvenli görülmüş gibidir. Müftülere nikah yetkisi, okullara mescit, yeni eğitim müfredatı, Cuma namazına uyarlanan mesai, kadınlara ayrı otobüs gibi kimi uygulamalar örnektir.

    Bunlara resmî çevreler tarafından açıkça sahiplenilmeyen sembolik (heykel kırma, Ramazan yasakları, “dekolte” kadınları taciz gibi) saldırılar eklenmelidir. İktidar ile “muteber” cemaat / tarikat çevreleri arasında örtülü-açık işbölümü, eşgüdüm akla geliyor.

    Mevzuatta, yargının  içtihat ve uygulamalarında  küçük revizyonlar, hukuk sistemini fiilen  şeriata yaklaştıracaktır. Sokaklardaki yobaz baskıları, insanlarımızı “belâya bulaşmamak” için İslâmî hayat tarzına sürükleyecektir.

    Bunları iki-üç  yıl sonrasına taşıyın; İslamcı düzene yumuşak (“çaktırmadan”) geçiş kendiliğinden gerçekleşmiş olacaktır. Yeni bir anayasaya gerek kalmayacaktır.
    
    Laiklik gündemi ve mücadelesi, böylece, sadece dinî kuralların devletten, kamu yönetiminden, eğitimden uzak tutmayı kapsamaz. Günlük yaşamdaki özgürlük alanlarımızı, dinsel yobazlığa karşı korumayı da içerir. CHP tüm seçmen ve üye tabanı ile bu gereksinimlerin farkındadır. Ama bu farkındalık lider kadrosu tarafından siyasete taşınmamaktadır.

Buna karşılık, Haziran 2013 kalkışmasından bu yana Türkiye’de aydınlanmacı, cumhuriyetçi değerleri, kazanımları savunan ana akım Türkiye sosyalizmi oldu. Laiklik konusundaki somut mücadelelerin öncülüğünü de sosyalistler üstlendi. Dört yıl önce bilimsel-laik eğitim boykotu ve kampanyasının Birleşik Haziran Hareketi ve Eğitim-Sen tarafından örgütlendiğini; Halkevlerinin katkılarının da büyük önem taşıdığını hatırlatalım.

Siyasetin merkezindeki aymazlık sürdükçe, İslamcı düzene “yumuşak geçiş”i teşhir etmek, frenlemek de büyük ölçüde sosyalistlere düşecektir.

Krizde emeğin savunulması kime düşecek?
Kılıçdaroğlu’nun AKP’ye,  “krize karşı ortak çalışma” önerdiğini biliyoruz. Ancak, CHP’nin yayımladığıTürkiye’nin Krizi belgesi, AKP’nin ekonomik krize katkı yapan hatalarının doğru bir dökümünü yapmakta; çözüm önerileri ise, kriz konjonktürünü kapsamamaktadır.

Bu belirsizlik, neo-liberal şablonun iktisadî sağduyu önlemleri biçiminde sunulması ile sonuçlanabilir: Merkez Bankası bağımsızlığı, sıkı para - maliye politikaları ve yapısal reformlar… Geleneksel bir IMF programının  da ana öğeleri…
    
Türkiye’yi bu tür bir programa yönlendirmek için “finans kapitalin   ayak takımı” (çeşitli “yatırım uzmanları” kimlikleri ile) devreye girmiştir. Seçimi izleyen üç-dört gün içinde bu kampanyadan derlediğim bazı örnekleri (“tetikçi uzmanlar” yerine şirketlerinin  adları ile) aşağıya alıyorum:

    Rabobank: “Türkiye yöneticileri yerel seçimlerden hemen önce döviz piyasasının çalışmasını önlemeye ve böylece TL’nin istikrarını sağlamaya kalkıştılar. Maliyetine değer miydi?”
    ABN Ambro: “Bugünkü hükümet reform heveslisi görünmüyor; ekonomiyi daha fazla ucuz krediye boğmak gibi numaralara yönelecektir.”
Blue Bay Assets: “Hükümet hızla güven tazeleyen kapsamlı bir program sunmalıdır; aksi halde işler kötüleşecek ve başları derde girecek.”
    Commerzbank: “Bu seçim Cumhurbaşkanı için bir güvenoyu olarak görüldü; ama Erdoğan’ın politikalarına anlamlı bir değişiklik getireceğini sanmıyorum.”
    TS Lombard: “Arjantin de finansal güçlüklere sürüklendi; ama IMF’yi çağırdı. Bu sayede verileri herkese açıldı; zira IMF saydamlık getirir. Tamamen zıt bir durum yaşadığı için bugünkü Türkiye’ye  yatırım yapılamaz.”
    Oxford Economics: “Küresel finansa ihtiyacın varsa, onun kurallarına   göre oynayacaksın. Türkler, bu kuralları çok hafife aldı; Türk-usulü iktisadın uygulanabileceğini zannetti. Yeniden itibar kazanmak için çok zaman gerekecek.”

    Türkiye’nin bu tür “uzmanlara” muhatap hale gelmesi utanç vericidir.
IMF, finans kapital tarafından yaratılan bir bunalımın maliyetini sert kemer sıkma ve yapısal uyum reçeteleri ile emekçilere yıkar. Reddedilmelidir; çünkü finansal krizlerin yükü, borçlulara (yoksullara) değil, riskleri peşinen kredi maliyetlerine yüklemiş olan alacaklılara yansıtılmalıdır. Bu tür sağlıklı tepkilerin (sermaye hareketlerini sınırlayarak gerçekleşen) yöntemleri yıllardan beri geliştirilmiş; uygulanmıştır.

Şu anda Arjantin, bir IMF programını, krizi daha da derinleştirerek yaşamaktadır. CHP’nin “merkez siyaset” güzergâhı ise Arjantin’e yönelir.

Türkiye’nin finans kapitale, IMF’ye teslimiyet eğilimlerine karşı direnmesi için de sosyalistlerin, solcuların   devreye girmesi gerekecektir.

Korkut Boratav / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder