30 Haziran 2019 Pazar

30 yıl önce böyle bir parti olsaydı - Mehmet Kuzulugil


32 yıl öncesinden başlayayım. Pangaltı civarında bir sinema salonu: İnci Sineması. Sosyalistlerin yaptığı toplantılarla ünlü.

Metin Üstündağ'ın "panel karikatürleri" vardır. Pipolu at kuyruklu, atkılı sakallı ve gözlüklü tiplemesi çok standart olan, "Sosyalizmin sorunları" panelleri...
Elbette, İnci Sineması'nda yapılan toplantılar (en azından bu yazıda anılacak türde olanları) daha gerçek, daha hararetli ve daha devrimci oluyordu.

1987 ve 1989'da seçimlere bir platform oluşturup bağımsız adaylarla giren sosyalistlerin toplantıları da burada yapılmış olmalı.

BURJUVAZİDEN ÇALINMIŞ AYDIN
1987'de yapılan toplantıda, İstanbul'un bölgelerinden birinde milletvekili adayı olan troçkist Sungur Savran'a "siz burjuva kökenlisiniz, niye sosyalist aday oluyorsunuz ki" sorusu sorulmuştu. Savran, "işçi sınıfı devrimcileri burjuvaziden bir kişi daha çaldıkları için yalnızca sevinç duyabilir" demişti.

Bir sınıfın, bir başka sınıftan insan çalması! Tam da patronların, işçi sınıfına hortumu bağlayıp insan çaldıkları bir zamanda... Bu çok aydınlatıcı tanımlamayı not ederken, işin bu tarafı üzerinde çok düşünmemişim sanırım. Ne de olsa burjuvazinin işçi sınıfından çaldıkları henüz çalındıklarını bu kadar belli etmemişlerdi. 

Sendikacılar, akademisyenler, yazarlar, giderek partililer, komünist partililer... Bir kısmı aslında geri alınıyordu diye düşünemeyiz. Patronlardan çalınarak işçi sınıfı saflarına çekilmiş olanlar, isterse şu klişedeki Suadiye gençlerinden olsunlar, ancak geri çalınmış sayılabilirler.

1989 VE 'ÖZAL'A ATILAN TOKAT!'
1989'da aynı yerde yapılan toplantıda İstanbul Büyükşehir Bağımsız Belediye Başkan adayı vardı bu sefer sahnede...  Emek dergisi çevresinden. Teslim Töre'nin liderliği ile bilinen Türkiye Komünist Emek Partisi. Yılmaz Ekşi, 1967'den beri işçilik eden marksist bir sendika aktivistiydi. İşçi sınıfından çalınamamışlardan yani.

1989 yerel seçimleri Özal'ın ağır bir tokat yediği seçimlerdir. Ankara'da Mehmet Altınsoy'un yerine Murat Karayalçın, İstanbul'da Bedrettin Dalan'ın yerine Nurettin Sözen, İzmir'de Burhan Özfatura'nın yerine Yüksel Çakmur seçildi. Öncekilerin hepsi ANAP'lıydı, sonrakilerin hepsi SHP'li.

İşçi hareketinin yeniden ısındığı, özellikle devlet işletmelerinde sendikaların hareketlendiği ünlü 89'dan söz ediyoruz.

1989 seçimlerinde "bağımsız sosyalist tavır" diyenlerin sesi pek duyulmadı.
Oldukça geniş bir ideolojik yelpazeden sosyalistler oluşturuyordu bağımsız aday kampanyasını ama etkisi (sadece oyu kastetmiyorum) çok sınırlı oldu. Öyle ki, SHP dalgasının gazıyla coşmuş solculardan "ANAP'ın ekmeğine yağ sürüyorsunuz" diyen çıkmamıştı.

Etkisizliğin asıl nedeninin sayıca azlık olduğunu pek düşünmüyorum. Kimi Troçkist dergi çevrelerini dahi içine alan platformun sosyalist sol adına "yetkili" görülmemesi belki daha önemli bir nedendir. TİP ve TKP (TBKP olarak birleşmiş durumdaydılar) bu platformun dışındaydı ve zaten bu cenahta Behice Boran'ın ölümünden kısa süre önce söylediği sözlerin varabileceği absürt noktaya götürüldüğü bir zihniyet hakimdi: Türkiye'ye lazım olan sosyalizm mücadelesi verecek bir parti değil demokratik mücadele verecek radikal sol bir partiydi onlara göre. Komünist partiyi legalleştirme mücadelesi bile esasen Türk demokrasisinin sınırlarını genişletmek için şart görülüyordu. Sosyal demokrat rüzgardan etkilenmek bir yana pek çok unsuruyla SHP'nin içindeydiler. Devrimci demokrat kesimlerinse bağımsız sosyalist platforma değen unsurları olsa da burayı "halka uzaklık" gibi bir yerden küçümsediklerini tahmin etmek zor olmamalı. "SHP'nin içinde olma" konusunda da artık açıkça legal marksist adlandırmasını hakeden eski bilimsel sosyalistlerden geri durmuyorlardı.

Bir diğer önemli nokta, bu platformun siyasal önermesinin oldukça soyut kalması olabilir. Bağımsız sosyalist bir hattın inşası, sosyalistlerin partileşmesi... Bu gibi önermeler öne çıkıyordu ve "peki ülke nereye gidiyor" konusunda söylenenlerin en azından çarpıcı, keskin unsurlar taşımadığını söyleyebilirim.

Burda bir gariplik de yok. Ülkenin gidişatına ilişkin "önemli" tespitler yapıp, keskin görüş sergilemek için, bağımsız sosyalist hattın inşası değil varlığı gerekiyor! (Metüst'lük bir panel adı olabilir: Özne nesne diyalektiği)

Aradan 30 yıl geçmiş.

Sosyalist soldan ne kalmış geriye derseniz... Yıkılması gereken yıkılmış, dayanması gerekenin bir kısmı dayanamamış, bir kısmı direnmiş. Ve bazı şeyler yeniden kurulmuş!

En önemli fark Türkiye Komünist Partisi'dir.

"Bağımsız sosyalist bir hattın inşası için ayrı durmak, sosyalizmin bağımsız sesini yükseltmek gerekir" 30 yıl önce, bugün TKP'ye evrilmiş siyasal hattın da katıldığı sesti.

Bugünse ortada bağımsız hattın inşası için değil, büyütülüp örgütlenmesi için hamle yapıyor komünistler.

30 YIL SONRA KOMÜNİSTLER SES GETİRİYOR, CAN YAKIYOR
Bu yüzden 30 yıl önce duyulmayan ses duyuluyor. Hatta can yakıyor.
Bunun için geçiştirmek mümkün değil. Üzerine çullanmak gerekiyor. 
30 yıl önce "bir umut dalgası daha" diyerek seçilmiş olanlara ne olduğunu da hatırlatmadan geçmeyelim.

Üç büyük kentin üç sosyal demokrat başkanı, 5 yıl sonra yapılan seçimlerle yerlerini ikisi Refah Partisi'nden, birisi DYP'den (Çiller'in partisi) seçilmiş başkanlara bıraktılar.

Bu yenilginin solun ortak yenilgisi olarak kaydedildiğini söylemeye gerek yok.
Aynı suda iki kez yıkanılmaz.

Ve hiçbir şey bir başka şeyle aynı değildir.

Ve elbette teşbihte hata çok olur: Çünkü benzeyen ve benzetilenin özelikleri bir yana içinde var oldukları koşullar çok farklıdır.

Yine de 30 yıl önce böyle bir parti olsaydı... diyebilirim. Gerisini getiremem belki, Kim bilir? Neyi ne kadar değiştirirdi bu? Değiştirdikleri o yılların sert kuzey rüzgarına dayanabilir miydi? Çok kesin bir iddiada bulunamayız.

Ama şu kesin. Rahatça söyleyebiliriz: 30 yıl sonra artık böyle bir parti var!

Mehmet Kuzulugil / SOL

Barış Terkoğlu ile İstanbul'un tarikat haritasını konuştuk - Mehmet Kuzulugil

Barış Terkoğlu tarikatlerin 23 Haziran'da nasıl hareket ettikleri yolundaki sorumuza şöyle yanıt verdi: Oy kayması oldu mu oldu. En tipik kısmı Süleymancılar. Genel eğilimi merkez sağı desteklemek olan bu Cemaat son dönemde AKP ile pamuk ipliğine bağlı ilişkiler kurmuştu. 24 Haziran’da millet ittifakını desteklediklerini biliyorduk. Ama bu seçimde açıkça Ekrem İmamoğlu tarafında kaldılar. Bunun en bilinen nedeni İmamoğlu’nun da Süleymancıların içinden yetişmiş olması.

Gazeteci yazar Barış Terkoğlu ile İstanbul'un tarikat haritasını, tarikat ve cemaatlerin politik tercihlerini, seçimlere etkilerini ve siyasette tuttukları yeri konuştuk. Terkoğlu, cemaatlerin kontrol ettikleri oy büyüklüğünün abartılmaması gerektiğini, asıl etkilerinin bundan kaynaklanmadığını vurgularken de "toplasan yüzde 10'u geçmez" diyor ki aslında bu da küçümsenebilir bir sayı değil. 
Terkoğlu, siyasal islamla tarikatler arasında bir örtüşmenin AKP ile birlikte gerçekleştiğinin altını çiziyor ve bunu pragmatist olmalarına, "devleti yöneten tarafa yakın durma" ilkelerine bağlıyor.
-----------------------------------------------------------------------------
İstanbul'un tarikat haritasıyla başlamak istiyorum. Kimler var İstanbul'da? Bir de İstanbul'da etkili olan bir tarikatin merkezinin de İstanbul'da olması gibi bir kural var mı?
İstanbul’da hangi tarikat var derseniz, ben “hepsi var” derim. Tarikat ve Cemaat dediğimiz oluşumlar kuşkusuz dini bir programa sahipler, dünyanın her yerinden üye kabul ediyorlar. Ancak asıl güçlerini siyasete, ekonomiye, güç odaklarına hükmetmelerinden alıyorlar. Haliyle hemen hepsinin odaklandığı yer İstanbul. Nakşibendiliğin tüm kolları İstanbul’da etkin faaliyet yürütüyor. İstanbul’da etkili olan tarikatların merkezinin de İstanbul’da etkili olması gerekmez. Buna en önemli örnek Menzilciler. Adıyaman’ın bir köyündeki yapılanma İstanbul’da ciddi bir sermayeyi ve örgütlenmeyi kontrol ediyor.
-----------------------------------------------------------------------
TARİKAT VE CEMAATLERİN ASIL GÜCÜ KİTLESELLİKTEN GELMİYOR
Bunun ölçüsü çok değişgen olmalı ama etki alanları hakkında bir şey söyleyebilir misin? Mesela seçimlerde oylarını belirleyebildikleri bir cemaate sahip olduklarını varsayabiliyor muyuz? 
Cemaatler siyasette blok oy kullanma eğilimi gösteriyor. Bu da bugüne kadar sağ partiler için onları bir çekim merkezi haline getirdi. Nihayetinde binlerce kişi bir şeyhin, hocanın sözüyle aynı oyu veriyor. Ama ben İstanbul gibi bir yerde seçimleri ne kadar belirliyorlar sorusuna “hepsini toplasanız yüzde 10 olur mu emin değilim” yanıtını veririm. Bunların asıl gücü kitlesellikten değil. FETÖ bile Cemaat olarak seçime girse baraj altı kalacağını bildiği için başka partilere tutunarak yaşadı. Bu eğilim tüm cemaatlerde var. Mesela İsmailağa, Menzil gibi kalabalık Cemaatler tavırlarını AKP’den yana koydu. Ama bu kaybı engelleyemedi.
----------------------------------------------------------------------------
Tarikat ya da cemaat denildiğinde biz çoğunlukla bir şeyhin liderliğinde toplanmış bir topluluk olarak düşünüyoruz. Hep böyle mi? Yani bir tür dinsel monark mı belirleyici yoksa heyetlerden, belki bir tarikat oligarşisinden mi söz etmek doğru olur?
İkisi de var. Yani mesela İsmailağa’nın bugün lideri Mahmut Ustaosmanoğlu. Mahmut Hoca oldukça hasta. Bu konuda Cemaat içinde yaşlı hocaların oluşturduğu bir kurul var. Bunlar istişare ile tutum belirliyor. Ama buna rağmen aralarında çatlak sesler çıkabiliyor. Öte yandan genel Cemaat kültüründe lider bir tür “seçilmiş kişi” olduğu ve kararlarını bir anlamda “Allah için” verdiği için çoğunlukla tek kişilik yönetim söz konusu.
---------------------------------------------------------------------------- 
Tarikat - cemaat ayrımı ne kadar önemli? Büyük harfle Cemaat'ten söz etmiyoruz tabii! Yani bu sunni islam topluluklarını kesin bir biçimde tarikatler ve cemaatler olarak ayırabiliyor muyuz? 
Bu iki kavram birbirine çok karıştırılıyor. Aslında Nakşibendilik ana bir nehir gibi. Buna tarikat deniyor. Mesela Erenköy Grubu bir Cemaat. Bu nehrin bir kolu gibi. Ama iki kavram artık birbirinin yerine kullanılıyor. Ben bu ayrımı o kadar önemli görmüyorum. Nihayetinde 5 hem bir rakamdır hem de tek basamaklı sayıdır. Devamında şunu söyleyeyim, tarikat ve cemaatler İslam nüfusun içinde azınlığı temsil ediyor olsalar dahi aralarında kategorize edilebilecek kadar kalın çizgiler var. Hatta birçoğu birbirini hiç sevmez. Kendi grubunu en rafine İslam yorumu olarak tanıtır. Ayrımları ise dini yorumlayışlarından kılık kıyafetlere hatta zikir çekme usullerine kadar pek çok şey belirler. Sakal traşı olup olmayacağınız dahi mensup olduğunuz Cemaate göre değişir.
------------------------------------------------------------------------------
TARİKAT VE CEMAATLER OLDUKÇA PRAGMATİSTTİR
İstanbul seçimlerine gelmek istiyorum. Öncelikle bu seçimlerde tarikatlar cephesinde de bir "kesimsel oy kayması" oldu mu sence? Bunu somut olarak gözleyebiliyor muyuz? Ya da gözlenen, açıklanan tavırlara bakarak ne söyleyebiliriz?
Burada bence en kritik şey şu. Bakın AKP’den önce siyasal İslamı Erbakan’ın geleneği temsil ediyordu. Ama Erbakan’ın siyasi ömrü tarikat ve Cemaatleri kendisinde toplamaya yetmedi. Zira bu gruplar tercihlerini öncelikle devleti yönetme konusunda süreklilik arzeden merkez sağdan yana kullanıyorlardı. Siyasal İslamcılığın tarikatlarla asıl buluşması AKP döneminde oldu. Çünkü AKP devlet olmuştu ya da devlet AKP olmuştu. Bu anlamda tarikat ve Cemaatlar oldukça pragmatisttir.

Oy kayması oldu mu oldu. En tipik kısmı Süleymancılar. Genel eğilimi merkez sağı desteklemek olan bu Cemaat son dönemde AKP ile pamuk ipliğine bağlı ilişkiler kurmuştu. 24 Haziran’da millet ittifakını desteklediklerini biliyorduk. Ama bu seçimde açıkça Ekrem İmamoğlu tarafında kaldılar. Bunun en bilinen nedeni İmamoğlu’nun da Süleymancıların içinden yetişmiş olması. Süleymancıların İmamoğlu’nu desteklediğine ilişkin birçok emare sızdı. Bunu açıkça söylemeseler de biliyoruz ki son seçimde CHP’ye oy verdiler. Bunun dışında Mustafa İslamoğlu’nu lideri kabul eden Akabe Vakfı, Nurcu Yeni Asya, Furkancılar gibi iktidar ile sorunlu olan Cemaatler çoğunlukla İmamoğlu’na oy verdiler.
-----------------------------------------------------------------------------
Tarikat ve cemaatlerde siyasal tercihler, en azından seçmen tavrı konusunda bir serbestlik söz konusu olabiliyor mu? Yani birden çok partiye dağılmak gibi şeyler dışında, bireysel olarak da bir cemaat mensubu, cemaatin belirlenmiş kararı dışında hareket edebiliyor mu sence?
Bu konuda zamana ve tercihlere bağlı derim. Örneğin İsmailağa’da en çok etkili olan 3 parti var: AKP, Saadet, BBP. Ama İsmailağa Hocaları yayınladıkları bildiriyle Binali Yıldırım’a oy verme çağrısı yaptı. Yetmedi, Cübbeli Ahmet gibi hocalar neredeyse AKP dışındaki adaylara oy vermeyi İslami açıdan sakıncalı saydı.

AKP ÇÖZÜLÜRSE BU GRUPLAR DA YENİ SEÇİMLER YAPMAYA ZORLANIR
Sonuçta tuvaletinizi nasıl yapacağınızı bile katı kurallara bağlayan bir oluşumdan söz ediyoruz. Şuna oy ver dediğinde tüm müridlerine bunu kesin olarak vaaz ediyor. Kimi zaman önünde birden fazla joker görürse çok ata oynuyor ya da mensuplarını serbest bırakıyor. Bunun örneğine Refah, ANAP, DYP, BBP aynı anda seçime girdiğinde rastladık. Ama bu grupların zaten albenisi iktidara kazanacakları ayrıcalık karşılığında kitlelerinin oylarını vaad etmeleri. Bu nedenle eğer bir grubu destekleme kararı verdilerse pek de esnek davranmıyorlar. Hele bazı mensupları bu partilerden aday gösterilmişse.

Gelecek adına sorarsanız, AKP çözülürse emin olun bu gruplar da yeni seçimler yapmaya zorlanacak. Hem 23 Haziran hem AKP içindeki kırılmalar bunun sinyallerini veriyor.

Mehmet Kuzulugil / SOL

29 Haziran 2019 Cumartesi

‘Şehir Düştü’ - Miyase İlknur

Bizanslı tarihçi Yeorgios Françis’in İstanbul’un fethine ilişkin tanık olduğu olayları gün gün yazdığı ve Dr. Kriton Dinçmen’in eski Yunanca’dan dilimize çevirdiği “Şehir Düştü” kitabını geçmişte okumuş olmama rağmen, geçen ay kitaplıkta elime gelince yeniden okuyup gülmüştüm. Françis, II. Murat ölüp de yerine oğlu Sultan Mehmet’in geçtiğini öğrenince, “Hay aksi, tahta çıkan Mehmet şimdi bize savaş açacaktır. Bizans’ın ekonomik kriz ve borçlarla debelendiği bu dönemde bu savaşın hiç de sırası değil” diyor. “Keşke biraz ekonomimizi toparlayıp ihtiyaçlarımızı giderebilseydik de öyle savaş çıksaydı” temmenisinden sonra Françis, saray içinde birbirleriyle kıyasıya rekabet eden ve birbirlerinin felaketi üzerinden ikbal arayan saray eşrafına eleştiriler yöneltiyor. Son bölümde ise Bizans’ın korunaklı surlarında savaşanlara karşılık açık arazide savaşan Türklerin zırh ve top başta olmak üzere savaş teçhizatlarının kendilerine oranla çok zayıf olmasına rağmen nasıl olup da başarı kazanabildiklerine olan şaşkınlığını belirtiyor. 

Bu satırları okuyunca “aynı suda ikinci kez yıkanılmaz” diyen Herakliatos’a gel de kızma. Yöneticileri farklı olsa da şehir aynı şehir. Ve bu şehir aynı olayı ikinci kez yaşıyor.

RP, İstanbul Belediyesi’ni kazanmasına “İstanbul Fethi” gibi bir anlam yüklemişti. Bugünlerde şehri kaybeden AKP yandaşları da İstanbul, sanki düşmanın eline geçmiş gibi kahrolmakta. Ne 1994 Martı’nda İstanbul fethedildi ne de 23 Haziran’da şehir düşmanın eline geçti. Her iki düşünce de patalojik bir ruh hali. Bu seçim sadece şehrin hangi siyasal anlayış tarafından yönetileceğini tercihten ibarettir. Daha doğrusu öyleydi. Ancak, gerek 31 Mart gerekse 23 Haziran seçimleri bunun ötesine geçti. Bu iki seçime bir yerel yönetim seçiminin ötesinde anlam yükleyen bizatihi iktidarın kendisiydi. O nedenle uğradıkları seçim yenilgisinin ardından, “Canım sadece bir belediye 
kaybettik” ya da yandaş medyanın 24 Haziran günü manşetlerine attığı “İstanbul tercihini yaptı” türünden basit ve sıradan bir olay da değil.
Zira seçim öncesinde muhalefetin adayı kazanırsa “devletin bekası tehlikeye 
girer”“Kandil ve Pensilvanya kazanır”“Sisi kazanır”“İstanbul’u Pontuslu biri yönetir”“Mekke ve Kudüs de kaybeder” söylemleriyle seçimi kendileri ve temsil ettikleri siyasal İslam için bir referanduma dönüştürdüler. Madem bir yerel seçime bu kadar geniş bir anlam yüklemesi yapıldı, o halde sonuçlarını da öyle okumak gerekir. 

Kaybeden sadece AKP adayı Binali Yıldırım değildir elbet. Kaybeden tek adam yönetimiydi, yürütmenin tek adama bağlanmasıydı, yargının talimatla karar vermesiydi, iktidarın ekonomi ve dış politikasıydı, saray eşrafıydı, eş dost kayırmasıydı, israf yönetimiydi, kamu kaynaklarının aile üyelerinin kurduğu vakfılara peşkeş çekilmesiydi, günlük yaşamımız ve eğitim sistemimizin bir siyasi görüşe aktarılmasıydı. 

Sonuçlarda farkın açılması da zaten bunu gösteriyor. Bu sonuçlar sadece YSK’nin talimatla verdiği seçim yenilenmesi kararı ile açıklanamayacak kadar farklı mesajlar içeriyor. Siz bu seçimi sadece belediye seçimi mi sandınız?

***

Gezi olayları patladığında iktidar, “mesele üç beş ağaç meselesi değildir”demişti. Zaten Gezi’de sokağa çıkan on binler de “elbette değildir, üç beş ağacın kesilmesine itirazımız olarak başladı ancak asıl itirazımız dayatmacı bir yönetim anlayışınadır”  diyerek iktidarı teyit etmişti. 

Seçimin ertesi günü Gezi olayları ile ilgili davanın da duruşması vardı. Gezi’de daha önce yargılanmış ve haklarında beraat kararı verilmiş isimler yeniden “Türkiye Cumhuriyeti iktidarını ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamasıyla hâkim karşısına çıktı. 

Bir iktidar neyle ortadan kaldırılır? Darbe ya da silahlı mukavemetle. Peki Gezi’de silah kullanıldığına dair bir kanıt var mı? Yok... Güvenlik güçlerinden yaralanan ya da ölen var mı? Göstericilerin saldırısı sonucu ölen yok. İnşaattan düşen ve gaz bombası panzerin içinde patladığı için gazdan etkilenerek yaşamını yitiren iki polis var...
Göstericilerden ölen var mı? Evet 7 kişi. 

Kavala, Gezi olaylarını nasıl finanse etmiş? İddaya göre göstericilere gaz maskesi alınması için para vermiş. Varsayalım ki öyle. Gaz maskesi bir saldırı değil savunma aracıdır. Savunma aracı ile iktidar devirmeye kalkışmak Gezi’de eylemcilerinin zekâsına hakarettir.

 Siz seçimi millettin zekâsıyla dalga geçen argümanlarla kaybettiğinizi hâlâ anlamadınız mı?

Miyase İlknur / CUMHURİYET

28 Haziran 2019 Cuma

Seçime Sultanbeyli’den bakmak - ÖZLEM YÜZAK

Sultanbeyli AKP’nin en önemli kalelerinden biri. AVM’leri ile, gecekonduları ile, yuvalanan tarikat evleri, dar sokaklara konuşlanmış sübyan okulları ile... Ama yanı sıra mülteci mahallesi, Alevi mahallesi ile bir nevi mozaik... Yoksulluğun derin ama aynı zamanda rantın yüksek olduğu...Tipik bir AKP ekseninde kalmış köy-kent dinamiği anlayacağınız. Çoğu mahallede sokakta, o kapalı fanus içinde yaşayan evlerin, ailelerin içine girmek ise hiç kolay değil. 

Ama kırılma Sultanbeyli’de de başladı. 

Önce bir iki rakam: 31 Mart seçimlerinde 51 bin 379 oy aldı Ekrem İmamoğlu. Toplam oyların yüzde 29’u. 23 Haziran’da yüzde 32.95’e çıkardı 56 bin 995 oy alarak. Biraz daha geri gidelim 2014 seçimlerinde CHP’nin oyu yalnızca yüzde 7 idi. Muharrem İnce rüzgârı ile yüzde 11.6’ya çıkmıştı.
Bunda, İmamoğlu’nun kişiliğinin, barışçı dilinin, azminin payı büyük. Bir o kadar pay da, başta Canan Kaftancıoğlu olmak üzere CHP il yönetimine, CHP merkez yönetimine... Derinleşen ekonomik kriz, İmamoğlu’na 31 Mart’ta yapılan haksızlığın insanların vicdanlarında yarattığı duygu, AKP üst yönetiminin kendi tabanından kopması... Ve tabii Tayyip Erdoğan’ın öfke dolu, kutuplaştırıcı söyleminden, bağırtısından artık birçok insanın bıkmış olması... İYİ Parti ve HDP’nin sağduyulu yaklaşımlarını da unutmayalım.
Ama... Evet işin bir de “ama”sı var...

Sultanbeyli Gönüllüleri
Tam bu noktada, kar kış, sıcak soğuk gözetmeden, hiçbir mazeret üretmeden Sultanbeyli’de dönüşümün ağlarını ilmek ilmek dokuyan bir avuç insandan bahsetmek istiyorum. Saygı ve hayranlık ile izliyorum onları son 4-5 yıldır. Sultanbeyli’ye Türkiye’nin farklı yerlerinden göç ederek yerleşen insanların yaşama tutunma çabalarının bir ucundan da onlar tutuyorlar kendi güçleri yettiğince... 

Geçen yıl yazmıştım; tekrarlamak istiyorum: Yoksulluk, cehalet, umutsuzluk kıskacındaki bu insanlara el uzatıyorlar. O el, kimi zaman bir küçük çocuğu tedavi etmek için arabayla haftada birkaç kez başka bir semtte bir devlet hastanesine taşıyıp, saatlerce pansumanı bekleyip yine arabayla çocuğu evine götürmek oluyor, kimi zaman okulunu çeşitli nedenlerden yarına bırakmaya hazırlanan bir genci ikna etmek. Kimi zaman iyi öğrencilere okumaları için burs topluyorlar, kimi zaman başka bir ilçede bir okulu kazanan bir öğrencinin yıllık servis parasını karşılıyorlar... 

Bu insanlar Sultanbeyli’de yaşamıyorlar. Hatta çok uzaklardan geliyorlar. Bazen birkaç kişi bir yerde buluşup tek bir arabayla hareket ediyorlar. Profilleri ağırlıklı olarak kadın, eğitimli, çalışan ya da emekli. Kimi bir sınıfın masal anlatıcısı oluyor; çocuklar öyle büyük ilgi gösteriyorlar ki başka okullardaki öğretmenlerden talep geliyor; kimleri kendi dost çevresini harekete geçiriyor ve bir anasınıfının kurulması için paralar toplanıyor, malzemeler alınıyor. Kimileri gönüllü matematik, İngilizce dersleri veriyor ihtiyacı olan çocuklara, kimileri ders verecek olan gönüllüleri Sultanbeyli’ye getirip götürmeyi üstleniyor. Kısacası dokunuyorlar karınca kararınca oradaki hayatlara. Hiçbir karşılık beklemeden... Hiçbir siyasi beklenti içine bile girmeden... Buram buram yoksulluk kokan sokaklarda, derme çatma evlerin içine giriyorlar. Kadınlarla sohbet ediyor, dertlerini dinliyor. 

Tüm bu sokaklar, bu evlere bugüne kadar sadece AKP’nin mahalle teşkilatları girmiş. Kadınların önlerine tek seçenek sunulmuş: Evlerde dini sohbetler, dualar... Erzaklar dağıtılmış. Çocukların önlerine de tatil dönemleri için tek seçenek çıkarılmış: Kuran kursları... Bu yüzden Sultanbeyli gönüllüleri bir yandan bu insanlara dokunurken bir yandan da o mahallelerde yerleşik bir imajı yıkıyorlar: Kendilerine yardım eli uzatan, bunu sadece para vererek yapmayan, ilgilenen ve bu ilgiyi sürekli kılan bu kişilerin çağdaş, aydınlık yüzlü kadınlar olduğu, onların da kendileri gibi ilgilenmek zorunda oldukları bir ailelerinin olduğu gerçeğinin farkına varıyorlar... 

Bu ülkedeki çağdaşlaşmayı; yakınan ya da oturduğu yerden ahkâm kesenler değil, bu yazıda anlattığım Sultanbeyli gönüllüleri gibi özverili insanlar gerçekleştirebilir ancak. Ve ne yazık ki bu insanların sayısı çok az. Güçlerini ve enerjilerini bir araya getirince ve de tabii ki isteyince nelerin başarılabileceğini ben bu insanlarda gördüm. 

İşte o güzel insanlar seçim bitip sonuçlar açıklanır açıklanmaz ne dediler biliyor musunuz: Daha yeni başlıyoruz ve daha yapacak çok şey var. Bence, Ekrem İmamoğlu matbatasını alıp göreve başladıktan sonra bir ara, Sultanbeyli’yi bir de bu gönüllülerden dinlemeli...

ÖZLEM YÜZAK / CUMHURİYET

Ne olacak şimdi? - ÖZDEMİR İNCE

Çok şey olacak! Çok şey olacak ama Ahmet Davutoğlu’nun, Abdullah Gül’ün, Ali Babacan’ın kuracakları partiler beni kesinlikle ilgilendirmiyor. 25 Haziran tarihli yazımda yer alan beş cümleyi fiil zamanını değiştirerek tekrarlayacağım:
“Arkalarına İslamı aldılar, aksırıncaya, tıksırıncaya kadar, çatlayıncaya kadar yediler. Mafya yasası gereği sonra amip gibi bölünüp birbirlerini yiyecekler ve birlikte çürüyecekler (çürüdüler). Benim bu tür mafyalardan korkum yok. Çünkü, kural gereği, İslamcı Al Capone’u, gene İslamcı Al Capon’e temizleyecek.”


Parti kurarlarsa Gül, Babacan ve Davutoğlu yeni Al Capon’e adayı olacaklar. Ama iktidara gelmelerinin artık olanağı yok. R.T. Erdoğan ve adamları gibi ve onlarla birlikte yok olacaklar. Nedenini biraz sonra yazacağım.

***

Oyumuzu verdikten sonra uçaktan inip köyümüze dönerken, seçim sonuçlarını büyük resam Muzaffer Aksoy telefonla haber verdi. Yüzde onluk farka hiç şaşırmadım. Son mürekkep damlası, demek ki, bardaktaki suyu kendi rengine boyamıştı. Evde, seçim sonuçlarını Tele1 ve Halk TV’den izlemeye başladık. Sonra NTV, Haber Türk ve yandaş kanallara baktım. 24 saat önce R.T. Erdoğan ağzıyla konuşan “Ben dediydimci” besleme tayfası halkın AKP’yi uyardığını söylüyorlardı. R.T. Erdoğan bu uyarıyı ciddiye almalıymış. 

Zavallılar, R.T. Erdoğan kendini biraz düzeltirse, Ekrem İmamoğlu’na oy veren muhafazakârların gelecek seçimde ona oy vereceğini sanıyorlardı. İmamoğlu’na oy verenlerin tamamı elbette CHP’ye oy vermeyecekler ama R.T. Erdoğan ve AKP’ye, ayrılıkçıların kuracağı partilere de asla oy vermeyecekler. İYİ Partililer, iyi bir merkez sağ parti olmaya başlayan partilerine oy verecekler. Bazıları CHP’de kalacak.
İyi bir merkez sağ parti şu anlama geliyor: Laik ve demokratik Cumhuriyetle, onun devrimleriyle hiçbir sorunu olamayan, dini siyasi referans yapmayan bir parti!

***

Laik ve demokratik karakterli HDP ise demokrasi ittifakının adayını destekleyerek bir bilinç sıçraması yaptı. Çok iyi! Kutlanmalı! PKK ile organik bir bağları var mı? Bilmiyorum. Ayrılıkçı bir parti mi? Sanmıyorum. Sol bir parti mi? Galiba. Bir Kürt ya da Kürdistan partisi mi? Sanmıyorum! Ama gelişmeye, demokratik açılıma açık bir parti. Türkiye’ye ve Cumhuriyete hasım bir parti değil. AKP hasım ama HDP hasım değil.

***

Gelelim Vehbi’nin kerrakesine: AKP’nin siyasal serüveni, 21. yüzyılda din referanslı bir partinin uzun süre ayakta kalamayacağını, tersine dönmesi olanaksız bir biçimde kanıtladı. İnancın başladığı yerde akıl durur. İnancımın olduğu yerde özgür akıl yaşayamaz. AKP bir inanç ve biat partisidir. R.T. Erdoğan’ın AKP kurulurken dediği gibi bu parti bir “Ortak Akıl” partisidir ve ortak aklı Erdoğan gibi bir tek adam temsil ediyor. Kendi yapısı içinde bir antidemokratik bir partidir. Aslında bir parti değil, şeyhin Erdoğan olduğu bir tarikattır. Üstelik İslam Kardeşliği ideolojisinin dünya lideri olmaya özenen bir selefi parti. 

Günah çıkarıp Cumhuriyete biat eder mi? Günah çıkarsa bile buna inanacak bir budala çıkar mı? Çıkmaz ama AKP’nin çanak yalayıcıları var. Onlar inanıyor.

***

CHP, 1950 yılında, iktidardan düştü. Arada bir kısa süreli hükümetler kurdu ama şöyle 70 yıldır gerçekten iktidara gelemedi. Bu 70 yıl içinde nice parti kuruldu ve yok oldu. Nihayet ülkenin en önemli üretici kentlerinin belediyelerinde iktidarda. Laik, demokrat Cumhuriyete inanıp savunduğu için ölmedi, çağının çağdaşı bir ideolojiye sahip olduğu için yok olmadı. Ama AKP’nin böyle bir kök hücresi ve DNA’sı yok; din ve inancı kullanarak ele geçirdikleri iktidarı bir “ganimet” olarak talan eden “harami” topluluğu. 70 yıl değil 70 ay bile muhalafette yaşayamaz!

***

Mehmet Atay bir sosyal medya mesajı göndermiş: “Seçimle gelen seçimle gider ama imamla gidenin geri geldiği görülmemiştir.”

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Mansur Bey, önce AŞTİ'yi temizleyin!. - Ahmet TAKAN

Çağdaş, insanca yaşanabilir, temiz ferah ve refah bir Ankara özlemimizde değişiklik olmadı!.. İlk günden Mansur Yavaş'ı  acımasızca eleştirecek değilim. Daha süresi var. Şunun şurasında Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturalı -Haziran ayı sonu itibarıyla- 3 ay olacak. Ancak çok özledik; tertemiz, pırıl pırıl, her yeri mis gibi kokan bir Ankara'yı...

Geride bırakmak üzere olduğumuz ayda Ankara'ya mevsim normallerinin üstünde yağmur yağdı. Sokakları caddeleri sel götürdü, evleri su bastı, "battı çıktı" diye tabir edilen geçitler felç oldu, arabalar mahsur kaldı. Eskiden kalan kötü miras yüzünden yeni göreve gelen bir belediye başkanını bu yüzden "beceremedin", "çözüm bulamadın" diye eleştirmek haksızlık olur. Daha vakit var!.. "Vay seçim öncesinde vaat ettiğini şu projeleri neden yerine getirmedin" diye sual edecek de değiliz. Onlar için de vakit var!.. Mansur Yavaş'ın görevi devraldıktan sonra nasıl bir cehenneme düştüğünü, Melih Gökçek ve AKP'den kalan kadroların ne tezgahlar çevirdiğini, nasıl ayak dirediğini, Yavaş'ın hizmetlerine engel olmak için ne fırıldaklar çevirdiklerini uzaktan da olsa izliyoruz. Hala kadro kurmakla uğraşıyor Mansur Yavaş... Kendi  ekibini kuracak ki hizmetlerine yoğunluk verebilsin. Ancak bazı işler vardır, mazeret kabul etmez, ekip kurulmasını falan beklemez. Meramı mı anlatmaya çalışayım;

Başkentimize hizmet veren kısa adı AŞTİ olan Ankara Şehirlerarası Terminal İşletmesi'ni herhalde yolu Ankara'ya düşen hemen hemen herkes bilir. Melih Gökçek döneminde buranın yerine Mamak'a yeni bir terminal işletmesi yapılacağı konuşuluyordu. Gökçek görevden alındıktan sonra yerine gelen Mustafa Tuna, şehirler arası yolculuklarda otobüs yerine hızlı tren ve uçak kullanımının yaygınlaşmasıyla Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali'nin yükünün azaldığını, bu nedenle Mamak ilçesinde yeni otobüs terminali yapılmasının artık söz konusu olmadığını söylemişti. Geçenlerde, hatunu, İstanbul'a yolcu ederken yolum AŞTİ'ye düştü. Aman Allah'ım, gördüğüm manzarayı size tarif edemem!.. Ortalığı pislik götürüyor. Ya o değnekçi  terörüne ne demezsiniz... Adım atmakta zorlanıyorsunuz. "İstanbul... İstanbul... Hemen kalkıyoor...", "Abi Adana'ya mı?.. Hemen gönderilim abi... Ucuza bilet var abi...", "Abi nereye Edirneye mi?"...

Adım atmakta zorlanıyorsunuz. Güç bela yürüyorsunuz. Yanınızda bayan var falan demiyorlar. Üstünüze üstünüze bağrış çağrış geliyorlar.Birinden kutuluyorsunuz, diğeri saldırıyor... Akıl alacak gibi değil. Tam bir rezalet!. Ortalığa öyle bir pis koku yayılmış ki temizlik hak  getire... Burnunuzu sıka sıka yürüyorsunuz. Bir de gidin, "güvenlik" diye oraya konulan personelin halini görün. Terörist başı Abdullah Öcalan kapıdan geçse haberleri olmaz. Kimi cep telefonu ile oyun oynuyor kimi başka bir yerde bir arkadaşı ile muhabbet ediyor. Gelene gidene baktıkları bile yok... Zamanında kalkması gereken yolcu otobüsleri en az 15-20 dakika gecikiyor. Denetleyen yok... Bekleme koltukları Suriyeli mültecilerin ikameti olmuş. Aileleri ile birlikte sere serpe  yatıp uyuyorlar. Şöyle bir soluklanıp da dinleneyim demeye korkarsınız. Adım başı dilenciler, nefes aldırmıyorlar.. Başkent'e hiç de yakışmayan görüntüler!..

Mansur Bey, sizden vatandaş olarak ricam, AŞTİ'yi bir an önce denetlemeniz ve Başkent'e yakışır hale getirmeniz...  Siz, "gidip de bir bakayım" demeyin, tanırlar. Güvendiğiniz bir elemanınızı habersiz gönderin de gördüklerini size anlatsın. AŞTİ'yi temizletmek, değnekçi terörünü bitirmek, Suriyeli mültecilerin ikamet adresi olmaktan kurtarmak için yeni bir kadro da gerekmiyor üstelik!.. Orada vatandaşa hizmet veren büfelerin,lokanta ve diğer benzerlerinin pespayeliğine bakın lütfen!.. Yakışmıyor... Yakışmıyor Türkiye Cumhuriyeti'nin  Başkent'i  Ankara'ya...

Mansur bey, 10 tane proje gerçekleştirseniz, ülkenin en iyi kadrolarını şan olsun diye görevlendirseniz,inanın bana AŞTİ'deki o kötü görüntüleri örtmez. Vatandaş, günlük yaşadıklarını bilir ve ona göre notunu verir... Bir de, yine güvendiğiniz birinden rica edin, AŞTİ'ye gitsin, taksiye binsin, ve şoförle muhabbet edip orada hala döndürülen tezgahları anlattırsın. Benim duyduklarımdan eksik bir şey olursa gerisini  tamamlarım!.. Vatandaşın öncelikleri sizin öncelikleriniz beklemez!..

Lütfen sabırsızlığımız da doğal karşılayın. Ankara'ya deniz getirmenizi beklemiyoruz. Temiz,çağdaş bir Başkent'te yaşamak istiyoruz. Ve bu özlemle kavruluyoruz!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

27 Haziran 2019 Perşembe

Öldükten sonra sosyal medya...- Elçin Poyrazlar

Teknolojik distopyayı anlatan bilim kurgu Black Mirror dizisinin beşinci sezonunda bir anne beklenmedik intiharı karşısında kızının sosyal medya hesaplarına girmek için çaresizce uğraşır.

Şirket, özel hayatın gizliliği ilkesi çerçevesinde kızının hesaplarına girmesini engellediği için kadın olası tüm şifreleri kalın bir deftere yazar ve neredeyse dini bir ayin gibi şifreleri her gün tek tek dener. Mutlu olduğunu sandığı kızının intiharını anlamak isteyen kadının günde üç deneme hakkı vardır.

Bunun sadece kurmaca bir eser olduğunu düşünüp gerçek olamayacağını sanmayın. Çünkü günümüz teknoloji şirketleri tam da bunu yapıyor. Sevdiklerimiz öbür dünyaya göçtükten sonra sosyal medya hesaplarındaki tüm bilgilere, fotoğraflara, yorumlara, yazılara kısacası tüm verilere şirket el koyuyor ve yakınlarına erişim hakkı sağlamıyor.


Yasalar gereği ölümle birlikte sosyal medya şirketiyle yapılan anlaşmanın da son buluyor olması gerekir. Ancak pratikte işleyiş böyle değil.

Ölülerin yaşamlarının gizliliği
Eğer bir yakınız vefat ettiyse, siz de Facebook, Google, Instagram gibi hesaplarına erişmek istiyorsanız büyük olasılıkla “Size yardım etmek isterdik ancak ölen kişinin hayatının gizliliğini korumak zorundayız” türünden bir mesajla karşılaşacaksınız. Bazı durumlarda konu mahkemelere kadar gidebiliyor.

İngiltere’de klinik psikolog Elaine Kasket All the Ghosts in the Machine (Makine'deki Tüm Hayaletler) isimli kitabında dijital çağda ölümsüzlük yanılsamasını inceliyor.

Kısa süre önce Facebook ölü kullanıcıları için yaş günü bildirileri gönderilmesini engellemek amacıyla yapay zekâ kullanmaya başladığını açıkladı. Yas tutmanın herkes için farklı bir anlamı olduğunu söyleyen Kasket, bir aile bundan üzüntü duyarken başka bir ailenin kaybını bu tür bildirilerle anmak isteyebileceğini söylüyor.

Elbette bu kadar kişisel bir meselenin Facebook gibi sadece kâr odaklı bir şirketin inisiyatifine kalmaması görüşünü de ekliyor.

İnternetteki hayaletler
Peki Facebook ya da diğer platformlar ölülerin hesaplarını geride kalanlara neden teslim etmiyor?

Bunun birkaç nedeni olabilir. Bazı insanlar sadece kaybettiği kişilerin anısı için sosyal medyadaki hesaplarını tutuyor. Hesabını kapatırsa ölü kişiyle temasın sonsuza kadar kopacağı endişesi taşıyorlar.

Öte yandan ölü biri Facebook’taki reklamlardan etkilenmeyecek bile olsa bu kullanıcının verileri analizler gibi şirketin kendi kullanımı için işe yarayabiliyor.

Son olarak hiçbir şey yapmamak Facebook gibi teknoloji devleri için en ucuz hamle de olabilir.

Bu arada yakınlarının sanal izlerine ulaşmak için pek çok kişi ya şifreleri kırıyor ya da ölü kişiymiş gibi davranarak bilgilere erişmeye çalışıyor.

İnternet sayesinde makinelerin içinde yaşamaya devam eden milyonlarca hayalet var bugün.

Ölülerin internette alışveriş yaptıkları ürün için yorumları, tatil tavsiyeleri, forumlardaki soruları ve gülümseyen yüzleri karşınıza çıkabiliyor.

Hatta ölülerle internet sayesinde iletişimde kalacağını düşünenler de azınlıkta değil.

Ölümden sonraki hayatın aslında internet üzerinden bir şekilde sürdüğü, mesajların “internet melekleri” sayesinde öbür dünyadaki sevdiklerimize ulaşacağına inananların sayısını görmek için ölü kişilerin hesaplarına gönderilen mesajlara bakmak yeterli.

Oxford İnternet Enstitüsü bu yüzyılın sonunda Facebook’ta 2 milyar hesabın ölülere ait olacağını tahmin ediyor. Sınırsız hırsın ve iktidarın temsilcisi çağımızın teknoloji şirketlerinin gerçek ile sanal arasında sıkışıp kalmış hayaletlere ve hiç bitmeyen yaslarını tutan kişilere bakarak ellerini ovuşturduğunu görmek nedense beni hiç şaşırtmıyor.

Elçin Poyrazlar / CUMHURİYET

26 Haziran 2019 Çarşamba

İran’a karşı yaptırımlar ve gönüllüler koalisyonu- Mustafa Türkeş

ABD yönetimi İran’a karşı uygulamakta olduğu iktisadi ve mali yaptırımlara dün yenilerini ekledi; bu kez doğrudan İran’ın üst yönetimi hedef alınmış. Gerekçe olarak geçen hafta İran’ın ABD’ye ait insansız hava aracının düşürülmüş olması gösteriliyor. İran kendi hava sahasında ABD’ye ait İHA’yı vurduğunu, insanlı olanını bilerek vurmadığını açıklarken, ABD yönetimi düşürülen İHA’nın uluslararası hava sahasında vurulduğunu ileri sürmekte. Son olarak Rusya yönetimi de İran’ın söylediğini destekler bir açıklama yaptı.


Bu olay yaşandığında acaba kazara savaş çıkar mı endişesi kısa süre yaşandı, fakat Trump saldırı emri vermeyeceğini ilan edince tuhaf bir görüntü oluştu. Acaba hegemon geri adım mı atıyor? 

ABD yönetimi bir taraftan İran’a karşı askeri müdahalede bulunmayacağını, savaş açmayacağını (zaten BM Şartının 2. maddesine göre savaş ilan etmek yasaktır) söylüyor, öte yandan İran’ı kışkırtacak adımlar atmaktan geri durmuyor. 

İran’ın hava sahasına İHA’lar göndermek İran’ı kışkırtmak anlamına gelir. ABD zaten uydu aracılığı ile Hürmüz boğazında neler olduğunu izleyebiliyor, İHA’ların oraya gönderilmesi İran yönetimini kışkırtmaktan başka bir anlama gelmez. 

İran yönetimi de insanlı olana dokunmayıp İnsansız Hava Aracını düşürerek, eğer savaş istiyorsan ‘kaçmam, kendimi korurum ama şimdilik açık çatışmaya girmek istemiyorum’ mesajı verdi.

ABD yönetimi İran’ı kuşatmak istiyor. Bu doğrultuda yaptırımları artırarak İran’a karşı azami baskı uygulamak istiyor.

Medya bunu şöyle tartışıyor: Bazıları iktisadi ve mali yaptırımların İran’ı dize getireceğini, böylece ABD dışişleri bakanı Pompeo’nun diliyle ‘İran’ın nükleer silah üretmekten vazgeçip normal ulus’ statüsüne geçeceğini ileri sürmekte. Başkaları ise yaptırımların işe yaramayacağını, İran’ı daha çok kışkırtacağını, köşeye sıkıştırıldıkça İran’ın karşı saldırıda bulunacağını, bu nedenlerle yaptırımların işe yaramayacağını ileri sürüyorlar.

ABD yönetimi İran’ı kuşatmak istiyor. Bunu yapabilmek için Mayıs 2018’de nükleer uzlaşıdan çekildi, ardından bölgeyi istikrarsızlaştıracak adımlar atmaya başladı. ‘Yüzyılın Barış Projesi’ adıyla sunulan proje (Bkz: Orta Doğu’da sürtüşme alanları: Filistin üzerinden) esasen bölgeyi uzun süre istikrarsızlaştıracak maharette hazırlanmış ve dün itibarıyla projenin mali yönü Bahreyn’de toplanan bir konferansta görücüye çıkarıldı. Filistin yönetimi bu toplantıya katılmayıp projeyi bütünüyle protesto etti. Bu projenin siyasi ayağı ötelendi. Bunun nedeni İsrail’de hükümetin kurulamaması ve seçimlerin yenilenecek olması.

ABD yönetiminin temkinli davranmasının bir nedeni İsrail’de hükümetin kurulamamış olmasıdır. Seçimin yenilenmesini beklediklerini söylemek mümkündür.  

Bu arada ABD dışişleri bakanı Pompeo şu günlerde bölgede, İran’a karşı uygulayacakları azami baskı politikasını ABD’nin bölgedeki ortaklarına anlatıyor ve bölgede yeni bir koalisyon oluşturmaya çalışıyor. Uluslararası politikada 1997’den beri sıkça dillendirilen ‘gönüllüler koalisyonu’ oluşturmak istiyor. Bölge dışından İngiltere dışişleri bakanı Jeremy Hunt (kendisi Muhafazakâr Parti yönetimi için yarışta) askeri bir çatışma olursa İngiltere’nin ABD’nin yanında yer alacağının mesajını açıkça verdi. 

ABD yönetimi kısa süre içinde bir savaş istemiyor. Öte yandan bölgede İran, Filistin (daha önce Irak, Suriye ve Yemen’de olduğu gibi) üzerinden krizi büyütüp, bir taşla iki kuş vurmak istiyor. Bölgede kendine karşı pozisyon alanlara karşı iktisadi ve mali yaptırımlar uygulayarak, onları istikrarsızlığa sürükleyip İsrail’in daha çok rahatlamasına imkân sağlamak amaçlarından biri olabilir. Diğer amacı ise Rusya’yı bu süreçte daha çok yer almaya sevk ederek Rusya’nın imkân ve kapasitesini aşındırarak onu Orta Doğu’da kifayetsiz duruma düşürerek kendi gücünü tazelemek, bu arada bölgeye mebzul miktarda silah satarak Amerikan silah tekellerini beslemek istiyor olabilir.

Bir hegemon için öncelikli amaç kendi hegemonyasına karşı bölgede oluşmakta olan koalisyonu yıkmaktır. Bugünlerde Trump yönetimi kendi oluşturacağı ‘gönüllüler koalisyonu’ ile bunu gerçekleştirmek istiyor. Buna hazırlık adımı olarak İran’a karşı yaptırımları uygulamaya sokarak İran’ı yapısızlaştırmak istemektedir. 
Türkiye bu resmin neresinde? Bu koalisyonda Türkiye var mı, yok mu yakında netleşecek. Muhtemelen Osaka’da G20 toplantısında gerçekleşecek görüşmeler bazı ipuçlarını verebilir.

Mustafa Türkeş /SOL

25 Haziran 2019 Salı

Ne Sisi, ne de Mursi!.. - Ali Sirmen

23 Haziran İstanbul seçimleri, Ekrem İmamoğlu ve demokrasinin zaferiyle sonuçlandı. 
31 Mart’tan bu yana geçen kısa süre içinde, İstanbul’un oy dengesinde böylesine büyük değişiklik olması fevkalade önemlidir.
 
Bu büyük değişim, bir sürü etkenin bir araya gelmesiyle doğmuş, istisnai bir olaydır. 
İstanbul’da Beylikdüzü sakinlerinin ve CHP’li siyasetçilerin dışında, kimsenin adını bile duymadığı Ekrem İmamoğlu, daha kampanyasının ilk gününden başlayarak tutarlı ve doğru bir yolda sarsılmadan yürüyerek çok kısa sürede ülkenin en popüler adamı ve “her şeyi çok güzel” kılacak ümidi haline gelirken, karşı cephe de inanılmaz bir biçimde, büyük bir şaşkınlık içinde yanlışlarına yanlışlar ekleyerek kendi hezimetine giden yolun taşlarını döşedi. 

AKP cephesinde yaşanan bu kadar çok yanlışın bu kadar kısa süre içinde üst üste gelme olgusu ender rastlanan bir olaydır. 

Sonunda, karşısındakileri terörle işbirliği yapmakla suçlayan AKP, bir zamanlar terörist başı ilan ettiği Öcalan’ın desteğine sığınmak aymazlığına bile saplandı. 
Havsala almaz potlardan biri de, İmamoğlu’nu Sisi’ye benzeterek,  Binali Yıldırım’dan  Mursi örneği bir Müslüman mağdur yaratma girişimiydi. 

Tayyip Bey’in bu girişimi, iç olduğu kadar dış politikasını da damgalamış olan İhvancı saplantısının tepkimesinin ürünüdür ve yakıştırma elbette tutmamıştır.

***

Yakıştırma tutmamıştır; çünkü, uzlaşmacı, kucaklayıcı bir politikanın savunucusu, demokrasinin kurallarına bağlı, milli iradeye saygılı Ekrem İmamoğlu’ndan General Abdülfettah Sisi benzeri bir diktatör imajı çıkarmak mümkün değildi.
Aynı şekilde, emperyalizmin çıkarlarıyla uzlaşan İslamcılık olan Müslüman Kardeşler’in lideri olan Mursi’den de bir demokrasi kahramanı yaratmanın imkânı yoktu.
20 ve 21. yüzyıl Mısır gerici cephesine damgasını basmış olan Müslüman Kardeşler’in lideri olarak, 2011 Arap Baharı hareketinden sonra, 2012’de, demokratik güçlerin boykot ettiği seçimlerde, kayıtlı seçmenlerin yalnızca dörtte birinin oylarını alarak seçildiği Mısır Cumhurbaşkanlığı makamında sivil bir darbe ile anayasa değişikliklerini de zorlayarak dinci bir azınlık diktasını egemen kılmaya çalışırken, ABD’nin tercih ettiği Abdülfettah Sisi tarafından, halkın kendisine karşı tepkisinin de yarattığı koşulların sonucu darbe ile devrilmiş bulunan Mursi’den demokrat oluşturmaya çalışmak, ancak AKP’ninki kadar sapkın bir demokrasi kavramına sahip olmakla mümkündür.
Mursi ile AKP’nin 2019 seçimleri İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adayının benzerliği, dinci azınlık diktasını meşru göstermeye çalışan demokrasi kavramlarının ortaklığında odaklanır.
Bu benzerlik yüzünden Türkiye’ye yıllarca, İhvancı hareket, bir özgürlük girişimiymiş gibi takdim edilmiştir. AKP de, lideri de İhvancı saplantılarını ve onlarla ortak amaçlarını hiç gizlememişlerdir.

***

Bu İhvancı saplantıyı anlamadan, AKP’nin aymazlık dolu iç ve dış politikasının gerçek etkenlerini kavramak da mümkün değildi. 

Son zamanlarda AKP’nin İhvancı politikasının da, Müslüman Kardeşler’in de ve bizzat AKP’nin de gerçek yüzleri anlaşıldığından, Mursi’den demokrasi kahramanı yaratmak girişimlerini artık kimse yutmamaya başlamıştır. 

Son olarak 23 Haziran günü İstanbul’un seçmeni bu olgunun canlı bir örneğini sunmuş ve herkese şu açık ve net tercihini sandık yoluyla ilan etmiştir:
- Ne Sisi, ne de Mursi, modelimiz yalnızca gerçek demokrasi!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Seçim sonrası / OĞUZ OYAN - SOL

23 Haziran 2019’da yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı (BBB) seçimleri, iktidar bloğunun adayının bu defa ezici bir farkla yenilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu farkın üç aydan kısa bir zaman aralığında nasıl oluşabildiğini yorumlamadan önce, böyle bir sonucun ortaya çıkmasının önemine vurgu yapmak gerekir. İktidarın bütün baskı ve ideolojik çarpıtma araçlarını devreye sokmasına karşın seçimin yeniden muhalefet adayınca kazanılması yeterince büyük bir öneme sahipken, bir de böylesine büyük bir fark yapılması olayın siyasi önemini daha da büyütmüştür.

Bu sonuç siyasette dengeleri yeniden kuracak boyuttadır. İktidarın “yenilmezlik” kibri üç ay arayla yeni bir darbe almış, adeta “yerle bir” olmuştur. AKP’nin seçimle geldiği (merkezi) iktidardan seçimler yoluyla gitmeyeceğine dair muhalefet saflarındaki teslimiyetçi kabullenmeler son bulmuştur. Muhalefetin ve muhalif seçmenlerin, 31 Mart’ta yükselen sonra kısmen aşınan moralleri yeniden zirve yapmıştır. İktidar bloğu içi dengeler de sarsılma istidadındadır. Yalnızca AKP-MHP ittifakı bakımından değil, bu ittifakı oluşturan partilerin iç dengeleri bakımından da yeni gelişmeler kapıdadır. İstanbul’u kaybetmek, özellikle iktidar partisinin kendi içinden bölünme sürecini hızlandırması bakımından belirleyici gözükmektedir.
AKP yetkilileri şimdilerde “keşke bu seçimi yenilemeseydik” yakınması içinde olabilirler. Çünkü 31 Mart’ta oluşan küçük oy farkı, merkezi iktidarın İstanbul BB kararlarına müdahalelerinin daha az göze batmasına yol açabilirdi. Belki, sadece belki, “topal ördek” yakıştırmasını daha gerinerek kullanabilirlerdi. Üstelik 31 Mart sonuçlarına itirazlarını bir noktada kesip seçim adaletine inanıyormuş gibi yaparak buradan kendilerine bir itibar kırıntısı hasat etmeyi bile umabilirlerdi. Oysa şimdi birinci şamar yetmemiş, üzerine sıkı bir pataklanmayı istemiş ve bunu haketmiş duruma düşmüş oldular. Siyaseti okuma becerilerinin bu denli körelmesi hayırhah bir durumdur diye şimdilik not edelim.

Muhalefet partileri ve seçilmiş başkan İmamoğlu, kuşkusuz seçimlerin yenilenmemesi (yenilenirse de ilçe belediye başkanları ve belediye meclisleri için de gerçekleşmesi) için az çaba göstermediler. Ama şimdi geriye bakınca, “iyi ki bu seçimler yenilendi ve farkın bu ölçüde açılmasıyla bize daha rahat bir başkanlık yapma yolu açılmış oldu” diye düşünüyor olmalılar. AKP’li meclis çoğunluğu üzerinden (bizzat RTE talimatlarıyla) gelebilecek ‘karar süreçlerini tıkama’ hamlelerinin şimdi artık İstanbullulardan çok daha büyük tepki göreceği için geriletilmesi daha kolay olabilecek gözüküyor.

Okulların uzun yaz tatili dönemine girdiği bir dönemde oy kullanma oranının yükselmesi de bu sahiplenmenin lafta kalmayacağını gösteriyor. B. Yıldırım’ın oylarındaki 235 bin civarındaki erimeye E. İmamoğlu’nun oylarındaki 560 bin civarındaki artışın eşlik etmesi, bu sahiplenmenin nasıl bir toplumsal seferberliğe yol açmış olduğunu kanıtlıyor. Bu seferberlik ve dayanışma, iktidarın sınır tanımaz haksızlıklarına karşı yapılmış yeni bir Haziran direnişini oluşturmuştur adeta. Bu bakımdan da otokrasiye karşı toplumsal tepkinin örgütlenmesinde ve dolayısıyla siyasi mücadelede yeni bir eşik anlamına da gelmektedir.

***

Peki, üç ay içinde sonuçları bu denli pekiştiren bir süreç nasıl yaşandı?

Bir kere, İmamoğlu’nu başkanlıktan düşürmek için ileri sürülen uyduruk gerekçeler ve dört oydan sadece birinin geçersiz sayılmasına yönelik YSK kararı, iktidar seçmeninin dahi adalet duygusunu ve vicdanını tatmin edemedi. Haksızlığa/adaletsizliğe uğrama ve mağduriyet bu defa muhalefet tarafına geçmişti.

İkincisi, AKP ve MHP, milletin aklıyla/zekâsıyla alay edercesine üç ay içinde birbirine tamamen zıt siyasi tavırlar geliştirmenin bedelini ödediler. “Beka” söyleminden Öcalan’ı ve Barzani’yi devreye sokmaya varan bir siyasi savrulmaya taraftarlarının uyum sağlamasını beklediler. Bunun, Kürt seçmeni bile ikna etmesinin mümkün olamayacağını, ama Kürt olmayan seçmen üzerinde daha da itici etki yapacağını göremediler. Her dönem farklı kalıplara/farklı ittifaklara girmeyi ve bunu seçmenine kabul ettirmeyi becerebilen siyasal İslamcı hareket, bu zikzakların yarattığı bıkkınlık birikimini hesaba katmadan bu defa üç ay içinde akıl almaz bir siyasi kıvraklık sergilemeye kalkışınca, kendi samimiyetsizliğinin görünür olmasını kendi elleriyle hazırlamış oldu. Seçim kazanmak için her türlü manevraya, “şeytanla” bile ittifak yapmaya açık bir ilkesizlik siyasetini olanca çıplaklığıyla sergilemiş oldu.

Üçüncüsü, bıkkınlık verecek biçimde muhalefetin adayına hakarete varan suçlamalara yöneldi. “Pontuslu” diyerek bütün bir Karadeniz kökenli seçmenin antipatisini göze alabildi. Gerçek-üstü bir yakıştırmayla, üstelik seçmen gözünde bir anlamı olmayacak biçimde muhalefet adayına “Sisi” benzetmesi yaptı. Buna Fetö suçlamalarını da kattı. Bu suçlama ve aşağılamalardaki ifrat düzeyi, iktidarın inandırıcılığını tükettiği gibi kendine ve adayına güveninin olmadığının dolaylı kanıtları olarak da algılandı. 23 Haziran’a kadar rakipleri hakkında her türlü yalana-dolana, hakarete, samimiyetsizliğe başvurup yani “günaha” girip, daha sonra Numan Kurtulmuş’un harika özetlemesiyle “23 Haziran’ı geçelim, ondan sonra gerekirse siyasi bakımdan tövbe-istiğfar ederek yanlışlarımızdan kurtulacağız” samimiyetsizliğine savrulmak, kitlelerin gözünden kaçmadı.

Dördüncüsü, seçmen her iki seçimde de (ikinci seçimde daha fazla olmak üzere) negatif siyaset diline tepkisini gösterdi. “Ayrıştırıcı dil” devrinin bittiğini vurgulamış oldu. Bu dil en çok RTE’yi temsil ettiği için onun kampanyaya aktif katılımı iktidar aleyhindeki sonuçları büyütücü etki yaptı.

Beşincisi, RTE’nin, kendisine ısmarlama elbise gibi biçtiği Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi (CYS) içinde “hâkim-i mutlak” bir konuma gelmesine rağmen siyasi açlığını giderememesi ve İstanbul başta olmak üzere önemli belediye başkanlıklarını da perde arkasından yönetmeye talip olmasının halkta yarattığı infial de önemli bir etkendir. Tarafsız olmasını bekledikleri bir Cumhurbaşkanının fiili İstanbul adayı gibi ortalığa çıkmasına tepki duyulmuştur. Bu, CYS’ne dolaylı bir tepki olarak da düşünülmelidir. 

Altıncısı, 25 yıllık yıpranmışlığın etkilerini, İmamoğlu’nun kitlelere ulaşabilme potansiyelini hesaba katmadan gelişmeler doğru değerlendirilemez. Burada hatırlanması gereken, 18 günlük İmamoğlu icraatının İstanbulluya hizmette içerdiği olumluluklar kadar geçmiş dönemin israf ve yolsuzluklarını açığa çıkarmasının (ve iktidarın bunları engelleme teşebbüslerinin) kitlelerde yarattığı etkilerdir. 

***

Bunların hepsinin toplamı olarak, Cumhur İttifakı ve ortak adayları, yeni seçmen neslinin çok gerisinde kaldıklarını anlayamamışlardır. Seçmenlerin yarısından fazlası, siyasal İslam 1994’te İstanbul’u ilk ele geçirdiğinde ya doğmamış ya da 10 yaşını bile bulmamışlardı. Hatta 17 yıl önce AKP merkezi iktidarı ele geçirdiğinde henüz ilkokulda olanlar açısından bile durum çok farklı değildir: AKP dışında bir iktidar yüzü görmemişlerdir. AKP ve müttefiklerinin merkezi ve yerel iktidar pratiklerinin artık genç seçmen nesli için taşıdığı negatif anlamı iyi değerlendirmek gerekir.

AKP’nin değerlendiremediği sadece bu değildir. Yukarıda sıralandığı gibi her şeyi yanlış yapıp sonra olumlu sonuçlar beklemek herhalde bir siyasi zekâ belirtisi değildir. Sonuçta “Pontuslu Sisi” dediğinizi İstanbul BBB kazandığı için kutlamak zorunda kalmak da herhangi bir zekâ pırıltısı içermemektedir.

Şimdi sol siyasete düşen, hangi partinin adayı tarafından yönetilirse yönetilsin yerel yönetimlerin sermayenin ve merkezi iktidarın değil yerel halkın taleplerine uygun programlar uygulamasını denetlemek ve bunun için gerekli toplumsal baskıyı oluşturmaktır.

Oğuz Oyan / SOL