Bu yılki 15 Temmuz anmaları geçen yıldakinin çok üzerinde bir seferberlikle yürütüldü. Bunun yakın nedeni, 2019’un yerel seçimlerindeki hezimetlerdi.
Seçmen, 15 Temmuz 2016 sonrasındaki sivil darbe sürecine tepkisini Nisan 2017 ve Haziran 2018 oylamalarındaki seferberliğiyle kısmen ortaya oymuştu gerçi; ama değişen anayasa hükümlerinin tümüyle yürürlüğe girdiği 9 Temmuz 2018 sonrasında gerçekler daha bir billurlaşmış olarak yurttaş bilincine yansımaya başlamıştı: İstediği her yetki kendisine verilen tek adam durmak bilmeyecekti. Merkezi iktidarın tüm yetkilerini elinde toplayan otokrat, yerel yetkileri de istiyordu. Orada dahi duracağı şüpheliydi. Millet 23 Haziran’da buna “dur” demişti.
23 Haziran’dan üç hafta sonra anılan 15 Temmuz’un üçüncü yıldönümünün bu kadar parlatılmasının asıl nedeni, dolayısıyla, bu hezimeti unutturacak güçlü bir mesaja duyulan ihtiyaçtı. İktidarın dimdik ayakta durduğunun, “dava”nın bütün görkemiyle sürdüğünün, Türkiye üzerine oynanan oyunlara karşı teyakkuzda olunmasına ihtiyacın devam ettiğinin, yenilenen bir coşkuyla cümle âleme gösterilmesi gerekliydi. S-400’lerin sevkıyatının 15 Temmuz öncesine yetiştirilmesi de esasen içeriye ve dışarıya mesaj vermenin görkemli bir aracı olarak seçilmişti.
Halkın bir süreliğine de olsa bir yıldır derinleşen ekonomik krizin gölgesinden çıkarılması, geleceğe ilişkin umutsuzluklarının daha yüce amaçlar (gene beka sorunu) için seferber edilebilmesinin yeniden denenmesi gerekiyordu. Bunun derde deva olamayacağı ayrı meseleydi; ekonomik/sosyal hak taleplerinin hangi gerekçelerle savuşturulacağının/durdurulacağının kitlesel bir yandaş gösterisiyle akıllara kazınması şarttı. İyi ama bu yandaşların dahi ekonomik talepleri vardı, onlar nasıl karşılanacaktı?
Tabii daha derinden süren birikimli nedenler de vardı: FETÖ denilen örgütün gerçek siyasi sorumluları ortaya çıkarılamamıştı; esasen çıkarılması da olanaksızdı. Çünkü uçları iktidara çıkan yaygın bir ilişkiler yumağı söz konusuydu; Fethullahçılar siyasi iktidarın ortağı olarak onunla uzun süre birlikte yürümüşler, orduya ve cumhuriyet kurumlarına birlikte kumpas kurmuşlardı; genelkurmay başkanı ile ordu komutanlarının istifası bile sonradan darbeci olacak FETÖ’cü subayların generalliğe terfi ettirilmelerini durduramamıştı. Bu sorumluluklardan “aldatıldık” savunmasıyla kurtulma olanağı yoktu. Bu yüzden TBMM’de kurulan “15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu” çalıştırılmamış ve “araştırmaları” üç ayda sonlandırılmıştı. Şehit yakınlarını ve gazileri daha fazla üzen ve gözlerinin gerçekleri görmesine neden olan diğer olaylar ise, FETÖ’cülüğü tescilli birtakım işadamlarının ve siyaset erbabının el üstünde tutulmaya devam edilmesiydi. İkiyüzlülüğün teşhir olmadığı gün geçmiyordu.
Darbe girişiminin “Allah’ın lütfu” olarak kabul edilerek hem iktidarın eski siyasi ortaklarını / şimdiki siyasi karşıtlarını ayıklama vesilesi yapılması hem de otokratik bir tek adam rejiminin son hızla inşasının gerekçesinin oluşturulması, çok fazla göze batan bir “devlete el koyma” operasyonuna dönüştürülmüştü. Toplumun önemli bir bölümünün buna rızasının alınamadığı, özellikle de rejim değişikliğinin görünür olduğu Temmuz 2018 sonrasında giderek açığa çıkmaktaydı.
***
Bütün bu belirtilerin somutlaşması için herhalde dün akşam İstanbul’da Atatürk Havalimanında yapılan toplantının izlenimleri kadar öğretici işaretler bir arada zor bulunurdu. Neredeyse tüm görsel ve yazılı basının günlerdir duyurup kitleleri seferber etmeye çalıştığı 15 Temmuz’un üçüncü yıldönümü buluşması beklenenden sönüktü. İmamoğlu’nun 23 Haziran akşamı spontane olarak topladığı kalabalıklarla mukayese edildiğinde, dün akşamki toplama kalabalık pek yetersiz ve coşkusuz kalıyordu. Bunu zaten Tayyip Erdoğan’ın moralsiz ifadelerinden, kalabalığı eskiden yapabildiği gibi kolayca coşturamamasından, konuşması bitmeden toplantı alanından kopmaların hızlanmasından, nihayet konuşmasını 50 dakikayı bulmadan bitirmesinden anlamak mümkündü. Konuşmasının daha ikinci dakikasında Kılıçdaroğlu’nu yuhalatmaktan medet umması, aslında bir çaresizliğin yansımasıydı. (Tam karşıt konumda ise, 15 Temmuz’a yol açanları suçlu sandalyesine oturtmak yerine Yenikapı’ya sürüklenmenin bitmeyen bir bedeli ödenmekteydi).
Aynı çaresizlik, 15 Temmuz şehitleri için kurulan vakfın işlemlerinin tamamlandığı müjdesi verilirken ortaya dökülüyordu. İki yıl önce yasası çıkarılan bir vakfın harekete geçirilmesi kararı ancak bu konudaki eleştirilerin iktidarı yıpratması üzerine verilebilmişti. Bundan sonrasında, şehitler ve gaziler için toplanan paraların gerçek hedefine ne ölçüde ulaşacağı da bir muammaydı.
Erdoğan’ın Türkiye’ye söyleyeceği yeni bir şey kalmamıştı ama artık aynı şey giderek kendi kitlesi için de geçerli oluyordu. Bu, iniş çizgisindeki bir iktidar partisinin, tükeniş haline giren bir liderin resmiydi. Simgesel olarak seçilen İstanbul daha üç hafta önce bütün zorlamalara/bindirmelere rağmen RTE’ye ikinci hezimetini tattırmıştı. Konuşmasında, darbecilere gönderme yaparak, “milli iradenin önünde hiçbir güç duramaz” diyordu ama 31 Mart’ta İstanbul için oluşan seçmen iradesi yok sayılmıştı. Şimdi de 23 Haziran’da perçinlenen bu irade, başka illerde de denendiği gibi, adaletsiz bir temsilin sonucu olarak oluşan belediye meclisi çoğunluğu ve belediye şirketleri üzerinden çiğnenmek istenmekteydi. Halkın 23 Haziran tepkisinin bütün dersleri alınmış gözükmüyordu; belki de hiçbir zaman alın(a)mayacaktı.
Erdoğan’ın dün akşamki moralsizliğinin bir kaynağı da kuşkusuz AB’nin Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmaları konusunda Yunanistan ve G. Kıbrıs’ın talebi üzerine yaptırım kararı almasıydı. 15 Temmuz anma törenleri bitene kadar AB’den bu kararın duyurulmasını ertelemesi talebi bile, yeni dış politika restleşmelerinin çetin geçeceği ve bunun zaten bozuk olan ekonomik göstergelere hızla yansıyacağıydı. Sırada S-400 yaptırımları da olacaksa, ekonomi üzerinde “mükemmel bir fırtına” oluşuyor demekti. AB ve ABD’nin kararlarının ikiyüzlü olarak nitelenmesi (ki bize göre de öyle), durumu kurtaracak bir etki yaratmayacaktı. Hem ekonominin nesnel gerçekleri milliyetçi hamasete duyarsızdı, hem de milliyetçi tepkileri harekete geçirmenin de zaman aşımları vardı.
***
İktidar partisi, yerel seçimlerin gösterdiğinin ötesinde bir gerileme sürecine girmiş gibidir. İdeolojik hegemonyasını kurmakta artık ciddi zaafları vardır ve bunu onarabilecek araçlara da artık sahip gözükmemektedir.
Böyle bir durumda yapılabilecek en kötü muhalefet biçimi, iktidarın dini siyasete alet etme yolunu hoş görerek veya iktidarın dinci söylemiyle örtülü bir ittifak içindeymiş gibi yaparak onun tabanını kendine çekmeye çalışmak olacaktır. Bu yol, inandırıcı bir siyaset oluşturmanın önünde en büyük engel olduğu gibi kendi laik/cumhuriyetçi tabanını da peşinden sürükleyemez. Yerel seçimlerden bu sayede başarılı çıkıldığı izlenimine sahip olmak büyük bir yanılgı olacaktır.
İktidar yolunu açmak için kendi cumhuriyetçi tabanına muhafazakâr kesimleri eklemek hayalinden vazgeçmek gerekir. Yapılması gereken, cumhuriyetçi kitleler ile emekçi kitleleri buluşturmaktır ki bu kesimler arasında zaten (kamu emekçileri üzerinden) önemli bir kesişme alanı vardır; asıl hedef bu kesişme alanını büyütmekten ve işçi sınıfını da içermekten geçmektedir. İktidarın emek karşıtı sert bir sermaye programını uygulamaya hazırlandığı günlerde, bütün mesele sermaye kesimini karşıya almayı göze alıp almamaya gelip dayanmaktadır.
Oğuz Oyan / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder