13 Ağustos 2019 Salı

Dayanışma ekonomilerinin felsefesi + Kooperatifçiliğin sarkacı - UMUT KOCAGÖZ

Dayanışma ekonomilerinin felsefesi (I)
Sağlıklı gıdaya adil bir şekilde erişmek istiyorsak, bir tüketim kooperatifinin, gıda topluluğunun veya başka türde inisiyatiflerin parçası olmamız, bunların yaşamasına katkı sunmamız bir zorunluluk. Ancak bu çalışmalar kâr amacı gütmediği için, gönüllülük temelinde yapılan çalışmalar oldukları için, bir tür zorunlu-gönüllü olma hali ortaya çıkıyor.


Türkiye’de dayanışma ekonomilerine yönelik ilgi artıyor. Dayanışma ekonomileri, kooperatif tipi örgütlenmelerden kolektiflere, derneklerden enformal topluluklara çeşitlilik gösteriyor. Yerel seçimler sürecinde birçok adayın mahalli meclislere, kooperatiflere, katılımcılığa yönelik söylem geliştirdiğini gözlemledik. Bahsi geçen niteliklerin dayanışma ekonomisi temelli örgütlenme pratiklerinin temel nitelikleri oldukları öne sürülebilir. Bu bile bu örgütlenme deneyimleri üzerine düşünmemizi önemli kılıyor. Yurttaşların yönetim süreçlerine katılımları, bütçe oluşturma ve denetleme pratikleri nasıl gerçekleşecek? Büyük bir ilçenin yerel yönetimi hangi unsurlardan oluşabilir? Dayanışma ekonomisi pratikleri, yerel yönetimlere bir katkı sunabilir mi? Bir tür “kendini yönetme” deneyimi olarak dayanışma ekonomileri halkın kendi kendini yönetme kapasitesini doğrudan arttırıcı etki yaratabilir mi? Bu sorular pratikte cevaplanacak. Ancak, dayanışma ekonomilerinin ortaya çıktığı zemini tartışmakta fayda var.
PARÇALANAN HAYATLAR
Neoliberal politikalar özelleştirme, güvencesizleştirme ve borçlandırma ekseninde ciddi bir sosyal tahribat yarattı ve insanların gündelik yaşam pratiklerini değiştirdi. Bu pratiklerin temelinde, insanın kendisine yatırım yapan “insan sermaye” düşüncesi var. Bugün mevcut gerçeklikte toplumsal ilişkiler, neoliberal iktisadın mantığı tarafından biçimlendiriliyor. Sosyal ilişkiler eski hallerinden çözülürken, yatırımcı-rekabetçi mantık ile yeniden düzenleniyor: İş yeri, ev, arkadaş ortamı, aile ortamı, politik ortam vb. her türlü yaşamsal mekân, her türlü sosyal ilişki bu ekonominin konusu haline gelmiş durumda.
Böylesi bir konjonktür, biyopolitika kavramında ifade edildiği üzere, yaşamın kendisini politika alanının içine çekti. Sosyal, iktisadi ve siyasal arasındaki ayrım ortadan kalkarken, iktisadi olan siyasalı, siyasal olan sosyali karşılıklı belirliyor. Hayat iktisadın daha çok tabi kıldığı bir alan haline geldikçe, hayatın her alanındaki ilişkilerin örgütlenmesi politik bir mesele olarak düşünülebilir.
Böylesi bir durumda, parçalanan hayatların nasıl bir politik organizasyon ile yönetileceği sorusu karşımıza çıkıyor. Dayanışma temelli örgütlenmeler, bu soruya iktisadi ve sosyal olarak dayanışmacı türde organizasyonlar ile cevap bulma niyetinde. Bu örgütlenmeleri yayılabilen, yeniden üretilebilen, farklı bağlamlarda çoğaltılabilen formlar içerisinde düşünmek olası. Katılımcılarının karar alma, inisiyatif alma ve uygulama, yani genel olarak “yapabilme kapasitelerini” geliştiren ve genişleten böylesi formların dayanışma için tabandan bir zemin açtığını söyleyebiliriz. Böylece parçalanan ve atomize olan hayatların, ilişkilerinin tözünde dayanışmanın olduğu yeni tipte örgütlenme modelleri ile yeni hayatlarda bir aradalık inşa ettiğinden bahsedebiliriz.
HAYATIN (YENİDEN) ÜRETİMİ BAĞLAMINDA ÖRGÜTLENME
Neoliberal kapitalizm içerisi-dışarısı ikiliğini piyasa mantığını yeniden üretme bağlamında ortadan kaldırdı. Dolayısıyla neoliberal kapitalizme karşı mücadele, hayatın farklı alanlarında, türlü çeşitte, türlü mücadele yöntemleriyle, bunların birbirlerine bağlanmasıyla, dayanışma ile hayata geçebilir. Üretim zamanı ile (yeniden) üretim zamanı arasındaki ilişkiyi bu bağlamda yeniden düşünmek gerekir. Parçalanan hayatları belirleyen kapitalist kâr mantığı, sadece üretim zamanı içerisinde değil, hayatın tamamında egemenliğini inşa eder. Başka bir ifadeyle, çalışma zamanının dışında kalan zamanının kendisi de metalaşmaya tabi tutulur, piyasa ilişkilerine bağlanır, dolayısıyla üretim-zamanının dışında değildir. Kapitalizm, hayatın üretimidir. Böylece, kapitalizme karşı mücadele hayatın herhangi bir üretim anına müdahale ederek başlayabilir.
Üretim zamanı (çalışma) içindeki mücadele tipleri ile yeniden üretim zamanını “ele geçirme” arasındaki mücadeleler arasında kardeşlik vardır. Bu kardeşlik ilk bakışta hızlıca ve kolayca görülemeyebilir. Mücadele içindeki kişilerin ilgi, beceri ve yeteneklerine bağlı olarak, bu mücadeleyi yaygınlaştırmaları, geliştirmeleri, birleştirmeleri, bu kardeşliği açığa çıkartan pratikleri icra etmesine bağlıdır. İşyerinde sendikal bir deneyim yaşayan işçinin mahallesinde tüketim kooperatifi içinde çalışması birbirini güçlendiren pratiklerdir. İşçinin sendikal deneyimi, örgütlenme becerisini tüketim kooperatifine aktarmasına, tüketim kooperatifindeki gıda egemenliği eğitimi, çalışanın kendi sağlığı ile ilgili süreçleri hak mücadelesine çevirmesine vesile olabilir. Arada kazanılan ölçülemeyecek bilgi, beceri, yapabilme gücü ve işbirliği deneyimini de ekleyelim.
Biyopolitik koşullarda her türlü yaşamsal pratik politikanın olduğu gibi örgütlenmenin de konusudur. Dolayısıyla yaşam bir örgütlenme deneyimi olarak yaşanır. Herhangi bir olguyu (eğitim, sağlık, mühendislik, gıda tedariki) kimin ve nasıl organize ettiği, toplumsal ve kişisel bir deneyim olarak hayatın nasıl organize edildiğini de belirlemektedir. Dolayısıyla hayatın deneyimlenmesi hayatın üretimi ve örgütlenmesi süreçleri ile bir aradadır. Parçalanmış hayatlarımızda bunu bu bütünlükte hissetmeyiz. O bütünlük, farklı dayanışma pratiklerinin bir araya gelmesiyle örülebilir.
HİZMET OLGUSUNUN POLİTİK KRİTİĞİ
Peki, bu farklı hayat pratikleri nasıl örgütlenecek? Kompleks hayat ilişkileri birtakım toplumsal ihtiyaçların ve yaşamsal faaliyetlerin başkaları tarafından yapılmasını getirir. “Hizmet üretimi” olarak ifade edilen bu faaliyetler, çöplerin toplanmasından bulaşıkların yıkanmasına, yemek yapımından gıda tedarikine, hayatın farklı faaliyetlerini kapsar. Hizmetin nasıl tanımlanacağı ve nasıl ölçüleceği birtakım ekonomik tartışmanın önemli konusunu teşkil eder. Gönüllülük esasıyla çalışan bir tüketim kooperatifinin dükkanına geldiğinizde, dükkanda nöbetçi olan gönüllünün size bir tür hizmet ürettiğini söyleyebiliriz.
Hizmet olgusunun politik eleştirisi, hizmet eden ile edilen arasındaki farkı tartışmaya açmakla mümkün. Hizmet, genel algımızda bir devlet mantığı: Birtakım işlerin havale edilmesi, bizim adımıza yapılması. Örneğin, sağlıklı gıdayı tedarik etmek ve denetlemek, bir toplumsal görev olarak devletin sorumluluk kapsamına alınabilir. Devlet bunu yaptığında kamu için ve kamu adına yapar. Faaliyeti yapan kadrolar memurlardır. Toplum bu memurlara bu hizmet üretimi için finansmanlık yapar. Dolayımsız bir şekilde bu ilişkinin koşulu böyledir. Ancak, devletin kamu adına hangi hizmetleri, nasıl yerine getireceği bir “karar alma süreci” sorunudur. Dolayısıyla hizmetin politik eleştirisi aynı zamanda kamunun karar verme sürecinin eleştirisi olarak düşünülebilir.
Ortak sorunları ortaklaşa çözmek için ortaya çıkan dayanışma temelli örgütlenmenin tözü güvendir. Ortada bir kader ortaklığı vardır ve kader ortaklığını paylaşanların birbirlerinden başka güvenecekleri kimseleri yoktur. Hizmet, kader ortaklığının tepeden bir şekilde bölünmesi, bir devlet zihniyeti olarak “kurtarıcıların” başkaları adına karar vermesini de beraberinde getirir. Halbuki, eşitlik yoksa, güven de, dayanışma da mümkün değil.
Gönüllülük ve hizmet üretimi arasındaki ilişki, kimin karar aldığı, kimin karar alma süreçlerinde yer aldığı, bu kararların nasıl uygulandığı gibi sorulara verilecek cevaplar üzerinden okunabilir. Hizmetin politik eleştirisi bizi egemenlik mefhumuna götürüyor.
EGEMENLİĞİN MODALİTESİNDEKİ DEĞİŞİM
Dünyanın bu yeni aklında egemenliğin bir kurulma biçimi var. Birkaç yılda bir yapılan seçimlere oy vermek suretiyle katılan vatandaşlar, bir tür yurttaş olmaktan ziyade, kimlik, kültür, cemaat ve hassasiyetler üzerinden kamplaşan pasif oy vericilere dönüşüyor. Egemenlik de, hangi iktidar blokunun devlete sahip olduğu üzerinden gerçekleşiyor. Devletin şirketsel yönetimi, piramitsel bir yapılanma olarak devlet katmanlarında kimin hakim olduğuna bağlı olarak kimin zenginlikten ne tür bir pay aldığına bağlı.
Bu modalite elbette yurttaşı bu zenginlikten pay alma zorunluluğunda olan – kendi bacağından asılan- bir girişimciye dönüştürme eğiliminde. Piyasanın ihtiyaçlarını, dilini, tekniğini, bürokrasisini, patronaj ilişkilerini bilen yurttaşlar, piyasadan pay alarak birer aktör haline geliyor. Mevut kamplaşmalar içerisinde, egemenlik modalitesini değiştirmenin bir yolu yeni türde ilişkiler üretmek olabilir. Dolayısıyla, bizim başka bir egemenlik modalitesi düşünmemiz, yani egemenliğin icra edileceği farklı ilişkilenme düzlemlerini tartışmamız gerekiyor. Bu durum, dayanışma eksenli örgütlenme deneyimlerine dayanan bir ‘kamu’nun da düşünülmesi anlamına geliyor.
AKTÖR SORUNU
Neoliberal kapitalizmin insanı tek başınalığa ve girişimciliğe mahkum edilir, rekabetçilik yasaları içerisinde başkalarının üzerine basarak adaletsizliğin yeniden üretilmesinin vesilesi olur. Bu insan, piyasasının tam boyunduruğu altında, parçalanmış hayatlar, çözülmüş toplumsal ilişkiler, müşteriliğe indirgenmiş şirket devlet içerisinde yalnız, bir başınadır. Sorunları kendisi çözmek zorundadır. Tercihleri, ilgileri, becerileri, yedikleri, seyahatleri, bu dünyayı duyumsaması ve yapması ancak bu dünya içerisinde bir anlam ve mana düzlemine oturur. Neoliberal insan kendisini üretir, kendisini üretirken neoliberal kapitalizmi üretir. Onun aktörleşmesi, parçalanmış hayatlar ve toplumsal ilişkilerin üretilmesidir.
Neoliberal kapitalizmi üretmek/yapmak ile kapitalizm olmayan bir dünyayı yapmak esasında aynı dünyanın zemininde gerçekleşir. Kelebek aynı kozadan çıkacaktır; ancak mesele nasıl çıkacağı, nasıl uçacağı, nasıl bir hayat yaşayacağı. Kelebek tek başına kozasından çıkmayacak; çıktığı bir dünya olacak ve o dünya çelişkiler ve çatışmalarla dolu olacak. O dünyada hayatta kalma mücadelesi aynı zamanda o dünyayı yapma mücadelesi olacak. Dayanışma ağlarını kurması, geliştirmesi, o dünyanın sorunlarına karşı mücadele edecek gücü ve beraberliği oluşturması bir yöntem olabilir. Dayanışma temelli örgütlenmenin felsefesinin yapı taşı bu kozalakta yatar.
Bunun için, toplumun kuruluşunu ‘yukarıdan aşağıya’ değil, ‘aşağıdan aşağıya’ düşünmek gerekir. Ne yapılacak ise onu yapacak aktör “biz”. Egemenliği yeni bir şekilde düşünmenin bam teli bu ‘biz’. Çünkü “biz” öznesi ile politikayı tahayyül etmek, tüm çalışan sınıfların kamuyu yeniden tanımlaması ve inşa etmesini, bunu yaparken de “kendi” kamu modellerini bir siyasal proje olarak inşa etmesini beraberinde getirir. Dolayısıyla kamu, bizin dışında ve bizim için hizmet üreten bir yapı olarak düşünülmez. Bizim kurduğumuz, bizimle birlikte var olan bir yapıdır.
Dayanışma ekonomileri esas olarak bu egemenlik düzleminde çalışmalarını sürdürüyor. Bir yandan hayatta kalmak ve neoliberal kapitalizmle mücadele etmenin yollarını aramak, bir diğer yandan kendi örgütlenme biçimlerini eşitlikçi, dayanışmacı, katılımcı formlarda hayata geçirerek şirket modelinin dışında yeni bir modalite icat etmek. Esas farkın işte bu modalitenin icat edilmesinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
ZORUNLU GÖNÜLLÜLÜK
İşinden çıkıp evine gitmeyen bir emekçi, nasıl oluyor da vaktini başka bir şey değil bir tüketim kooperatifinde gönüllülük yaparak geçiriyor? Kendisini bu dayanışma ekonomisi ile nasıl özdeşleştiriyor, burada ne türden bir çıkar birliği yahut kader ortaklığı görüyor?
Yukarıda çok kabaca betimlemeye çalıştığım koşullarda, zorunluluk ile gönüllülük arasında ilginç bir bağ ortaya çıkıyor. Eğer ki neoliberal kapitalizme karşı hayatta kalmaya mecbursak, dayanışma ekonomilerini icat etmeye, katılmaya, parçası olmaya da mecburuz. Örneğin, sağlıklı gıdaya adil bir şekilde erişmek istiyorsak, bir tüketim kooperatifinin, gıda topluluğunun veya başka türde inisiyatiflerin parçası olmamız, bunların yaşamasına katkı sunmamız bir zorunluluk. Ancak bu çalışmalar kâr amacı gütmediği için, gönüllülük temelinde yapılan çalışmalar oldukları için, bir tür zorunlu-gönüllü olma hali ortaya çıkıyor. Bu gönüllülük, kişilerin burada kendi emeklerinin karşılığını almak dışında bir kâr amacı beklememeyi ifade ediyor. Dolayısıyla, dayanışma ekonomileri öncelikle kâr olgusunu yerinden etmek suretiyle kapitalist ilişkilere müdahale ediyor. Patronsuz bir işletme, sahibi olmayan bir tüketim kooperatifi, böylesi dinamiklere dayandığı zaman şirket kapitalizminin karşısına konumlanabilir. Bu deneyimler, ‘aşağıdan’, çalışanların bizatihi pratikleri olması sebebiyle, yeni bir kamu inşa edebilir ve kendisinin kamu olarak tanınmasını sağlayabilir.
BİRTAKIM SORULAR VE SONUÇLAR
Dayanışma ekonomilerinin zorunluluk, gönüllülük ve arzu temelli dünyası nasıl kendi dışına açılabilen, toplumun yeniden örgütlenmesinin bir zemini olarak hayata geçebilecek? Ne türden örgütlenme tarzları bu sorulara hakiki cevaplar verebilir? Yurttaşlar eğer “biz” olarak kendi sorunlarını çözmek zorunda ise, inşa edilen örgütlenmelerde – dayanışma ekonomilerinde- ne türden bir kamusallığı da örgütlemek zorundalar? Bu kamusallık, ne tür örgütlenme modelleri ile hayata geçebilir? Bu örgütlerde emeğin değeri nasıl ölçülür, hizmet nasıl anlam kazanır, yurttaşların böyle bir çalışmayı sahiplenmesi, katılması, kendinin kılması nasıl mümkün olur?
Dayanışma ekonomilerinin ne tür bir egemenlik modalitesi üzerinde çalıştığını tartışmaya açarken esas yapmak istediğim şey bu pratiklere ne türden bir gözlükle bakacağımızı da sorunsallaştırmaktı. Değer üretimi ve bu değerin nasıl belirlendiği önemli bir tartışma başlığı. Örgütlenmelerin ne tür bir mekanizma kurduğu, katılımcı, eşitlikçi, demokratik yapıları ne kadar işletebildiği de ayrı bir başlık. Son olarak, bu örgütlenme pratiklerinin ne kadar kendi içine kapalı olduğu, ne kadar sınırlı bir çevre ile ilişkili olduğu, ne kadar toplumsallaşabildiği ve çalışmalarını ne kadar “herkes-için” yapabildikleri de esas kriterlerden biri.
Bu kriterlere bağlı kalarak dayanışma temelli örgütlenme pratiklerine bir politik çerçeve çizmek mümkün. Bu politik çerçevenin modalitesinin “biz” olarak yeni bir kamu icat etmek olduğu açık ve bu kamunun nasıl bir toplumsallık inşa edeceği, toplumun genelinde ne türden etkiler yaratacağı ve daha büyük dönüşüm süreçlerinin ne şekilde parçası olacağı esas sorularımız. Bunları tartışmaya devam edeceğiz.
 Kooperatifçiliğin sarkacı (II)
Kooperatifçilik en çok ezilenlerin kendi özgürleşme kapasitelerini geliştirdiği noktada, kitlesel bir halk hareketi olarak inşa edildiğinde alternatif bir model haline gelebilir. Bunun yolu, bu örgütleri mülk edinmeden, özgürleşmenin patikalarını takip etmek olabilir.
Dayanışma ekonomileri (1) kapsamında ele alınabilecek en popüler örgütlenme tipi kooperatifler. Türkiye tarihinde daha çok “tepeden” kurulan kooperatif tipleri baskın olsa da, tabandan kurulan ve öznelerinin bizzat aktörleşebildiği kooperatif deneyimleri de mevcut. Güncel kapitalist dünyada ise kooperatifler kamu ve özel dışında veya arasında üçüncü bir yol olarak görülüyor. Böylece, kolektif aktörleşme deneyimlerine dayanan, son derece piyasacı deneyimlerden politikayı müşterekleştiren ve kolektif örgütlenmeleri teşvik eden örneklere, geniş bir yelpaze içerisinde kooperatif deneyimleri ortaya çıkıyor.
Kooperatif tipi örgütlenmeler, tanımlı bir insan kümesinin somut sorunlarını çözmesinin bir aracı. Türkiye’de farklı sorun alanları için farklı tipte kooperatifler mevcut: Tarımsal kalkınma, üretim ve işletme, tüketim, araştırma, eğitim vb. Uluslararası Kooperatifler Birliği’nin (ICA) 1995 yılında gözden geçirerek kabul ettiği kooperatifçilik ilkeleri, örgütlenme modeline dair bir çerçeve çizmeye çalışmış: Gönüllü ve herkese açık üyelik, demokratik katılım ve denetim, özerklik ve bağımsızlık, şeffaflık, dayanışma ve işbirliği. Elbette her kooperatif deneyimi kendi bakış açısı ile bu ilkeleri sahipleniyor ve uyguluyor. Kapitalist pazar, kamu sistemi ve insan ilişkileri çerçevesinde, her kooperatif kendince bir yol tutuyor. Dolayısıyla, her kooperatif jenerik olarak dayanışma ekonomisi çerçevesinde değerlendirilse bile farklılaşmaları görmek önemli. Bu farklılaşma bir sarkaç gibi düşünülebilir (2). Sarkacın uçları, çeşitli katmanlarda gidilebilecek sınırları belirler. Kooperatifçilik ilkeleri doğrultusunda, sarkaç metaforu bize yol gösterici olabilir.
1. KAPSAM ALANI EKSENİ
Her kooperatif bir işletme olarak tanımlanır. Bir işletmenin faaliyet gösterdiği somut bir mekân veya sektör vardır. Ölçek olarak bu mekân bir mahalle, kampüs, işyeri, köy, ilçe vb., sektör olarak da yayıncılık, gıda, tarım, mimarlık, bilişim, sanat, ve türlü emek sektörleri olabilir. Bu ölçeklerin hepsi bir kapsam alanını (3) ifade eder. Her kapsam alanı, üretim ve iktidar ilişkilerini ifade eder. Dolayısıyla, kooperatifler belirli bir kapsam alanında, o alanın yönetsel ilişkilerinin kurucu bir unsuru ve parçasıdır.
Kapsam alanı ekseninde, sarkacımızın bir ucu kooperatifi alanın tekil bir aktörü olarak tanımlar. Klasik bir işletme olarak kooperatif, bu kapsam alanındaki diğer işletmelerden bir tanesidir. Mahalle ölçeğindeki bir işletme kooperatifini düşünelim. Temel amacı aracısız ürün tedariki ve sosyal fayda üretmek olan bu kooperatifler, bir kooperatif mekanı vasıtasıyla çalışmalarını sürdürebilir. Bu kooperatifler odağına belirli bir bölgedeki bir grubun sorunlarını çözmek üzere, kolektif bir işletme yapısı kurarak, çeşitli dezavantajlı gruplara destek olmayı da önceleyerek, bir sosyal işletme modeli geliştirebilir. Böylece, kooperatif modeli kullanılarak, kısıtlı bir grup tarafından toplumun çeşitli sorunlarının çözüldüğü bir dayanışma pratiği ortaya çıkar. Sorunu çözenler ile sorunları çözülenler arasında bir açı farkı vardır. Bir araya gelen grup, somut sorunları beraber deneyimleyen kişiler olabileceği gibi ortak fikirlere sahip bir grup da olabilir. Bu işletme, patronsuz bir işletme deneyimi olarak ortaklarına ve başka kişilere istihdam yaratır. Çalışanların işletmenin yönetiminde kontrolü olması sağlanır. Bu tür bir kooperatif, içinde yer aldığı sektör ve mekânsal ölçekte başka türlü yapabilmenin yolunu gösterir. Ürettiği hizmetin niteliği, hizmet ürettiği kişilerin bu işletmeyi tercih etmesini sağlar. Çalışanların özyönetim pratiğini güçlendirir ve farklı sektörlerden çalışanlara da ilham verir. Faaliyet gösterdiği kapsam alanında ise bir işletme olarak sınırlıdır. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde bu tür kooperatiflerin kadın, işletme ve sosyal hizmet kooperatifleri olarak faaliyetler gösterdiğini söyleyebiliriz. Odağına dezavantajlı kesimleri alan bu deneyimler, istihdam yaratarak, adil ücretlendirme ve kolektif çalışma pratiklerini geliştirerek güçlenmeyi mümkün kılıyor.
Sarkacın diğer tarafına uzandığımızda ise işletme ile mahalle sakinleri veya sektör emekçileri arasında daha dolayımsız bir ilişki tarif edilir. Kooperatif bir işletme olarak “Güzel Mahallesi Kooperatifi”, “Güzel Üniversitesi Kooperatifi”, “Güzel İşçileri Kooperatifi” gibi spesifik bir mekana, iş koluna, işçi kesimine, işyerine gönderme yapar. Bunu mümkün kılan şey, kooperatifin katılıma açık, demokratik ve yatay bir ilişkiyi hedeflemesi; kapsam alanındaki yurttaşları aynı düzlemde eşitlemesidir. Kooperatifçilik ilkeleri bağlamında söyleyecek olursak, ortak sorunlar yaşayan insanların ortak çözümler geliştirmesi, eşitlikçi ilişkiler inşa etmesini de mümkün kılar. Burada, sorunu yaşayanlar fikri ortaklıkları yahut arkadaşlık ilişkileri üzerinden değil, sınıfsal pozisyonları ve bu pozisyonların tekabül ettiği mekânsallıkları (sektör veya lokasyon) üzerinden tanımlanır. Bu açıdan, hizmet üretimi bir kendini-yönetme pratiğinin önünü açabilir. Böylece kooperatif, belirli konulara dair bir (yerel-sektörel) yönetim organı (veya bileşeni) olma imkanı sunar. Son dönem ortaya çıkan ve mekânsal göndermesi açık olan tüketim kooperatifleri, tarımsal kalkınma kooperatifleri, çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren eğitim ve işyeri kooperatifleri bu tür bir eğilimin örnekleri olarak düşünülebilir.
2. KAPSAYICILIK EKSENİ
Kooperatifler kolektif oluşumlardır. Her kolektifin bir kapsayıcılık tanımı ve tarzı vardır. Sarkacın bir yanında kısıtlı bir gruba dayanan topluluk tipinde kapsayıcılık modeli yer alırken diğer tarafında ise çalışma yapılan yereli ve sektörü kapsayan bir toplumsal örgütlenme modeli hayal edebiliriz.
Topluluk tipi örgütlenmeler benzer hisleri, arzuları, renk tercihlerini, politik yönelimleri paylaşan, fikir ve gönül birliği türünde oluşumları ifade eder. Bu tür kooperatiflerin daha uzlaşmacı, daha az çatışmacı, daha çok benzer özelliklere sahip, daha iyi anlaşan bir grup olacağı düşünülebilir. Böylesi bir durum kooperatifte bir araya gelen kişilerin aynı zamanda ortak bir sosyallik ve arkadaşlık inşa etmesini de beraberinde getirir. Kooperatifçiliğin temel dinamiklerinden biri olan güven hususu arkadaşlık ilişkilerine de sıkı sıkıya bağlı hale gelir. Bu tür kooperatiflerin iyi bir işletme yönetimi inşa edebildiğini, sürdürülebilirliği daha kolay sağladığını gözlemleriz. Kapsam olarak ise sınırlı kaldıklarını ifade edebiliriz.
Sarkacın diğer ucundaki toplumsal örgütlenme modeli ise daha karmaşık, çatışmalı, renkli bir oluşumu ifade eder. Bu kooperatifçilik modelinde toplumsal sorunlar ve çatışmalar daha açık yaşanır, toplumsal canlılık daha ortadadır. Ortak sorunları yaşayan insanların tanımı geniştir, bu genişlik bir kamusallık oluşturur. Aynı ilçe sınırları içerisinde yer alan çiftçileri kapsayan bir kitlesel kooperatif, çiftçilerin sektörel sorunlarını dayanışmacı bir şekilde çözmeyi hedeflerken ilçe ölçeğindeki bütün çiftçileri kapsamayı amaçlar. Bir araya gelme dinamiği, ortak sorunları paylaşmanın sınıfsal ve mekânsal dinamiğidir. Yahut, bir mahalledeki tüketim kooperatifi, mahallelinin sorunlarını çözmeyi amaçlaması itibariyle o mahallelinin kooperatifi olmayı, yani belirli bir kesime ait olmayan bir kooperatif olmayı önüne koyar.
3. KATILIMCILIK EKSENİ
Kooperatifler, ideal olarak patronsuz örgütlenmelerdir. Gerçekte ise birtakım yatay ve dikey hiyerarşiler, açık, gizli ve örtük iktidar mekanizmaları ortaya çıkabilir. Türkiye’deki kooperatifçilik mevzuatının belirlediği yönetsel yapı da bu durumu pekiştirebilir. Katılımcılık ekseni, kooperatifin nasıl yönetildiğini tanımlar. Sarkacın bir ucunda, katılımı resmi genel kurul ile sınırlayan ve yönetim kuruluna yönetme yetkilerini devreden, başkanları ve yöneticileri olan kooperatifçilik modeli vardır. Bu modelde kooperatif ortaklarının katılımcılık düzeyleri son derece düşüktür. Türkiye’de birçok kooperatifin karar alma süreçlerini klasik modele göre sınırladığını görüyoruz. Bu durum, kooperatiflerde özyönetimin hayata geçme pratiğini sınırlandırıyor.
Dikey veya yatay hiyerarşik örgütlenme modeli kooperatif katılımcılarının kooperatife yabancılaşmasını, karar alma süreçlerinden uzaklaşmayı, iktidar mekanizmalarının ve patronaj ilişkilerinin ortaya çıkmasına vesile olur. Türkiye’de örneğini çokça gördüğümüz bu model, yatay ilişkileri ve dayanışmayı teşvik eden kooperatifçiliğin kötü namının oluşmasına ciddi bir katkı sunmuştur. Patronaj ilişkilerinin yanı sıra, güvensizlik, yolsuzluk ve rekabet gibi unsurların kooperatifler içerisinde ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
Sarkacın öbür ucunda katılımcı mekanizmaları gelişkin ve açık bir model hayal edebiliriz. Resmi yapının dışında başka karar alma süreçlerinin ve kolektivitenin sağlandığı mekanizmalar olabilir. Bu mekanizmalar, kooperatif katılımcılarının karar alma süreçlerinde nasıl yer alacağını organize eder, kooperatif işlerinin gönüllü bölüşümünü mümkün kılar, işbirliğini pekiştirir. Böylece kooperatif sürecinde yer alan kişilerin formel olarak eşitlenmesinin yanında gerçek eşitliğinin sağlanması da mümkün olabilir. Ovacık Kooperatifi’nin fiyat belirlenme süreçlerinde çiftçilerle müzakere süreçleri işletmesi; Hopa Çay Kooperatifi’nin yönetim sürecini bir meclis ile tasarlaması, Kadıköy Kooperatifi’nin haftalık toplantılarla karar alma süreçlerine tam katılımı hedeflemesi iyi ve ilham verici örnekler olarak gösterilebilir. Katılımcılığın gelişmesi, kooperatiflerin özyönetim deneyimini güçlendirmesi açısından elzemdir.
4. ÖRGÜTLENME EKSENİ
Kooperatifler belirli türde ürünlerin dolaşımını yaparlar. Bu ürünler çeşitli tüketim ürünleri, hizmet ürünleri, finans ürünleri olabilir. Dolayısıyla, ürünlerin pazara erişimi kooperatiflerin önemli bir işlevidir. Kapitalist rekabet koşullarında hayatta kalmak için kooperatifler kendi pazarlama stratejilerini geliştirirler. Özellikle üretici temelli kooperatifler için bu elzemdir.
Tarımsal kalkınma ve kadın işletme kooperatifleri bu doğrultuda tefeci-tüccar yapısına, aracılığa, şirketleşmeye alternatif bir model geliştirme potansiyeli taşır. Üreticinin ürününü satmak gibi acil ihtiyacına somut bir çözüm geliştirmek bu kooperatiflerin en temel görevlerinden. Üreticiden ürünleri alma, işleme, depolama, ambalajlama ve sevk etme gücü yüksek olan kooperatiflerin gerek üretici gerek tüketicilere daha fazla güven verdiği, acil sorunlara kalıcı çözümler ürettiğini özellikle Ovacık Kooperatif deneyimi üzerinden gözlemliyoruz.
Acil sorunlara çözüm, zaman baskısını ortaya çıkarır. Yapılması gereken işlerin bir grup emekçinin sırtına yüklenmesi, zaman baskısı ile baş etmede temel stratejidir. Böylece, kooperatif işlerini bir grup emekçinin uzun yıllar üstlendiği, yeni kişilerin yönetsel süreçlerde pek kolay yer alamadığı durumlar ortaya çıkar. Türkiye’de bir çok kooperatifin yönetsel mekanizmaları içerisinde uzun yıllardır başkanlık yapan (10 ila 40 yıl), kooperatifin bir çok işini sırtlanmış emekçi kişiler yer alıyor. Kooperatiflerde özellikle yeni ve genç kooperatifçi kadroların yetişmesi, sorumluluk alması, yönetsel süreçleri üstlenmesi ve devam ettirmesi hususlarında sorunun bir yanı bu işlerin cazibeli olmaması iken bir diğer yanında örgütlenme perspektifinin gelişkin olmaması yer alıyor. Katılımcı, demokratik, yatay mekanizmalar inşa etme ve süreç aktarımları konusunda yaşanan sorunlar da belirleyici. Bu açıdan, sarkacın bir yönü dar kadro işi kooperatifçilik modeline gönderme yaparken bir yönü ise kitle kooperatifçiliğine işaret ediyor.
Bu olguyu hesaba katarak düşündüğümüzde “pazarlama” olgusunun başka dinamikleri açığa çıkıyor. Üretici temelli kooperatiflerde yönetimde sorumluluk alan kadrolar işin pazarlama kısmı ile ilgilenirken diğer üreticiler kooperatifi ürünlerini pazarlayan güvenceli bir kurum olarak görebiliyor. Böylece kooperatiflerin piyasa koşulları, üretici talepleri, tüketici talepleri arasında salınması durumları gözlemleniyor. İyi kooperatif iyi bir işletme olarak üreticilere güvence veren ve ürünlerini iyi pazarlayan, kullanıcılara da ürün konusunda iyi pazarlama yoluyla güvence veren kooperatifler olarak görülüyor. Belirli bir bölgedeki üretim kapasitesini arttırma, daha fazla üreticinin ürününü alma ve pazarlama imkanları böylece gelişebilmektedir.
Benzer bir durum son zamanlarda sayısı artmakta olan tüketim kooperatifleri için de geçerli. Sorun çözme odaklı bir grubun, bütün sorunları üstlenerek çözmeye çalışması, bir süre sonra bu kooperatifleri pazarlama faaliyetine indirgeyebilir. Örneğin, çeşitli tüketim kooperatiflerinin daha fazla üreticiden ürün tedarik etmek, daha fazla ürün kapasitesine sahip dükkanlar işletmek, daha fazla satış yapmak, internetten satış yapmak, tek bir kooperatif kurarak bütün ülke sathına seslenmek, zincir mağazalar açmak gibi pazarlama stratejileri izlediğini görüyoruz. Dolayısıyla pazarlama olgusu kooperatiflerin sorun çözme kapasitelerini geliştirirken “sorunları ben çözerim” yaklaşımını derinleştirerek kitlesel örgütlenme süreçlerinin aksamasına vesile oluyor.
Halbuki, kolektif sorunları çözmenin yanında “sorunları kolektif olarak çözme” gibi bir başka dinamiğin de olduğunu, bunun da sarkacın diğer yakasını oluşturduğunu düşünelim. Ovacık ve Kadıköy Kooperatifi’nde rotasyon uygulaması, Kadıköy Kooperatifi’nde eğitim ve aktarım çalışmaları düzenlenmesi, örgütlenmenin derinleşmesi için iyi ve ilham verici olabilir.
5. DAYANIŞMA EKSENİ
Kooperatiflerin şirketlere döndüğü bir sosyo-tarihsel süreçte, artık ne yazık ki rekabetçi bir kooperatifleşme olgusunun da ortaya çıktığı söylenebilir. Dolayısıyla sarkacın bir yanına bu rekabetçi hissi pekiştiren modeli koyarken bir diğer yanına ise dayanışmacı pratikleri güçlendirmeyi, işbirliklerini pekiştirmeyi önceleyen bir kooperatif anlayışını koyabiliriz.
Kooperatifler dayanışma örgütleridir. Ancak, örneğin, kendi ortakları ve “müşterileri” ile dayanışan kooperatiflerin başka kooperatifler ve kooperatif ortakları ile rekabet etmesi söz konusu olabilir. Yahut hizmet üretme amaçlı çalışan kooperatiflerin başkalarının hizmet üretme olgusunu kendilerine rakip olarak görme durumları olabilir. Pazar olgusunun bu şekilde kooperatifleri sıkıştırması ve birbirleri ile rekabete sokmasına karşı dayanışmacı kooperatifleşme olgusu sarkacın diğer yanını oluşturur. Bu diğer uçta hem kooperatifler arası dayanışma teması pekiştirilirken ortak çalışmalar yapılması, işbirlikleri düzenlenmesi, ortak sorunlara ortak çözümler aranması gibi durumlar söz konusu olabilir. Geçtiğimiz 13. Karaburun Bilim Kongresi’nde (4) görünen işbirliği süreci bunun bir vesilesi olabilir. Bu işbirliğinin sonucu olarak ortaya konulan bir takım somut hedeflerin planlanması ve hayata geçirilmesi, rekabetçi süreçlerin önüne geçmek için panzehir etkisi yaratacaktır.
SONSÖZ
Dayanışma ekonomilerinin gelişmesi ve yaygınlaşması için yukarıda özetlediğimiz farklı tipte örgütlenme biçimleri ortaya çıkmaya devam edecektir. Bu deneyimlerin birbirleriyle konuşması, birbirlerinden ve dünya deneyimlerinden öğrenmesi gelişmeyi mümkün kılacak en temel olgu. Aynı zamanda bu deneyimleri destekleyecek kamu politikalarının oluşturulması, dayanışma ekonomilerinin kanun ve mevzuatlara bağlı olarak desteklenmesi ve teşvik edilmesi Türkiye’de filizlenmeye başlayan bu süreci kolaylaştırma ve yaygınlaştırma için elzem görünüyor. Özyönetim ve özörgütlenme dinamiklerini güçlendiren, dayanışma temelli bir araya gelişleri ve yaşamsal örgütlenmeleri teşvik eden kooperatifçiliğin, önümüzdeki ekonomik ve siyasal krize güçlü bir alternatif oluşturması hayal değil.
Bizim açımızdan kooperatifçilik, emekçi sınıfların yaşadıkları sorunlara kendi çözüm yollarını üretmelerini ifade eder. Halkı kurtarmak için yukarıdan ve devletçi bir model olarak geliştirilen ve Türkiye’de sayısı ve türü çokça bulunan kooperatifçilik modelleri, alternatif kooperatifçilik bağlamında sarkacın dışında yer alır. Kooperatifçilik en çok ezilenlerin kendi özgürleşme kapasitelerini geliştirdiği noktada, kitlesel bir halk hareketi olarak inşa edildiğinde alternatif bir model haline gelebilir. Bunun yolu, bu örgütleri mülk edinmeden, özgürleşmenin patikalarını takip etmek olabilir.
UMUT KOCAGÖZ / duvaR
(1) Bu yazı, bir önceki yazının bir devamı olarak da okunabilir:
(2) Bu konuda bknz: Kadıköy Kooperatifi Postası 
(4)  Ayrıntılı sonuç raporu için bknz: https://kadikoykoop.wordpress.com/2018/10/24/kooperatifcilik-sinirlar-ve-imkanlar/ Ayrıca, benzer bir çalışma grubunun bu yıl da kooperatifçilik, kriz ve dayanışma ekonomileri üzerine Karaburun’da oturum düzenleyeceğini belirtelim.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder