Türkiye siyasetinde yeni bir arayış ve tasarım niyeti olduğunu herkes fark ediyor. Düzenin pasif aktörleri olarak görülen emekçi sınıflar yeni tasarımda taraf olmaya itiliyorlar.
Bir yanda demokrasi, uzlaşma, Anayasa’nın parlamentonun ağırlığını artıracak şekilde düzenlenmesi, diğer tarafta ABD’ye karşı milli duruş.
Hangisini seçelim?
İki tarafta da ilk bakışta cazip gelen şeyler var.
Oysa emekçi sınıfların gücü örgütlülüklerinden, aklı ise tarihi doğru yöntemle okumasından gelir. Çok kısaca yakın tarih için bu taraflaşmayı yerleştirmeye çalışalım.
İkinci Dünya Savaşı sonu ile Sovyetler Birliği’nin çözüldüğü 1990 arasında Türkiye sermaye sınıfı oldukça netti. Sınıfsal özellikleri nedeniyle ABD’nin tartışılmaz hegemonyasında ikinci sınıf bir sanayi ülkesi olarak emperyalist sistemden yana ve sosyalist sisteme karşı tavır aldı.
Ancak bu net tavra karşın, Sovyetler Birliği’nin olduğu bir dünyada ulusal bağımsızlık, kalkınmacılık, işçi hakları ve örgütlülüğü, sosyal devletçilik Türkiye kapitalizminin unsurları olarak kısmen korunabildi.
1990’dan sonra dünyada dengeler hızla değişti. ABD emperyalizminin liderliğinde bütün dünyanın bütünleşmesi hız kazandı. Bu dünyada bağımsızlığa, işçi haklarına ve örgütlü emeğe, sosyal devlete, kamuyu sermayeden koruyan yargıya, aydınlanmacılığa yer yoktu. Sosyalizmli dünyanın Türkiye’deki bütün kazanımları geri alınmalı, emperyalist sistem bir bütün olarak bir saatin dişlileri gibi çalışmalıydı.
Bu düzleme işi için AKP tasarlandı. Başından itibaren emperyalizmin ve sermaye sınıfının ortak hedefleri için hareket etti. Sosyal devleti, aydınlanmacılığı ve sermaye önündeki bütün engelleri temizlemek üzere yola koyuldu.
Öte yandan emperyalist sistem hiç de ABD sermayesinin hayal ettiği gibi pürüzsüz gelişmedi. Çin ve Rusya’daki sermaye birikimi güçlü devlet geleneği ile birleşince emperyalist rekabet dünyayı sarsmaya ve belirlemeye başladı.
Türkiye sermayesi ABD politikalarının çıkarlarıyla örtüşmediğini ve hatta zarar vermeye başladığını fark etti. İlk çıkış bir burjuva siyasi kliği olarak ordunun içinden geldi. Örneğin, donanma Karadeniz’de Rusya ile karşılıklı işbirliği yapıyor, emperyalist rekabet içinde ABD’ye olan koşulsuz bağlılık sorgulanıyordu.
AKP üstlendiği görev gereği, ülkenin tüm zenginliklerini sermayeye devrederken bütün direnç noktalarını temizlemeliydi. Ergenekon, Balyoz vb. davalar bu temizlik adına yapıldı. Türkiye’nin ulusal bir silah sanayisi geliştirmesi istenmiyordu. Arka arkaya intihar ettiği bildirilen Aselsan mühendisleri, silah sanayisindeki tasfiyeler de aynı doğrultuda okunmalı.
Öte yandan AKP’nin başardığı görev –emekçi halkın soyulması olarak alın- hızlı ve mükemmel bir sermaye birikimine yol açtı. Türkiye çok fazla doğrudan yabancı yatırım aldı. Gerçekten emperyalist sistemle bütünleşilmiş, emekçilerin direnemediği bir sermaye cenneti yaratılmıştı. Çeliğini, aşısını üretemeyen Türkiye bir pazar ve yabancı sermayenin üretim ilişkilerine dâhil olduğu bir coğrafya haline gelirken, Türkiye sermayesi giderek artarak yurtdışına sermaye ihraç etmeye başladı.
Bir kez daha denklem değişti, özellikle 2008 krizinden sonra Türkiye sermeye sınıfı sermaye ihraç ettiği her coğrafyaya devleti aracıyla müdahale etmek istedi. Bazen diplomatik, bazen örtülü operasyonlarla ve bazen askeri olarak… Türkiye sermayesi kendi çıkarını temsil etmeyen ABD’ye karşı bir bağımsızlık alanı kazanmaya ve yayılmacı bir politika izlemeye çalıştı. Yurtdışı askeri üsler, yerli silah sanayinin gelişmesi, AKP’nin 2011 sonrası eğilimleri, Cemaat’in kalkışması ve tasfiyesi bu bağlamda ele alınmalı.
Bu açılımın nasıl tıkandığını kısa bir süre önce bu köşede ele almıştık. Bu tıkanmayı aşmak üzere Türkiye siyaseti yeniden oluşturuluyor.
Şimdi emekçi sınıfların taraf oluşuna bakabiliriz.
Bir kere Türkiye emekçi sınıfları dünya halklarına karşı tarifsiz cinayetler işlemiş ve işlemeye devam eden, dünyanın en çürümüş sistemini temsil eden ABD’den yana olamaz. Emekçi sınıflar için bu seçenek, idare etmek bağlamında bile denklem dışıdır.
Ya ABD’ye karşı milli duruş? Beka sorunu?
Bir kere Türkiye emekçi sınıfları, kendisini soymuş ve sömürmekte olan sermaye sınıfı ile birlikte hareket edemez. Hele diğer ülkelerdeki emekçi sınıfların Türkiye sermayesi tarafından sömürülmesini kabul etmesi, bunun reel bir politika olarak görülmesi mümkün değildir.
Yayılmacılık, bu anlamda rekabet, sermayenin çıkarları için ülkenin yoksul çocuklarının yurtdışına ölüme gönderilmeleri kategorik olarak emekçi dünyasının dışında kalır.
Ayrıca bu köşede çok işliyoruz, emperyalist dünyanın diğer tarafına yaslanılmasının bedelleri bugün hemen anlaşılmaz ama yakın gelecekte ortaya çıkacaktır.
Türkiye emekçi sınıfları ve siyasetinin tek ilkeli ve ahlaklı duruş olması buna dayanır.
Emekçi sınıfların tutabileceği tek taraf kendi tarafıdır.
Erhan Nalçacı / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder