5 Kasım 2019 Salı

‘Merhaba Güzel Vatanım’ ve hayal kırıklığım - H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Bu sezonun beklediğim filmlerinden biriydi.
İyi niyetle yola çıkıldığına inansam da, filmde hikayesi anlatılan her iki yazar; Nazım Hikmet ve Ahmet Ümit’e yazık eden bir film olmuş.
Önce filmle ilgili genel algımı söyleyeyim. Filmi izlerken ve filmden çıktığımda dramatize edilmiş bir belgesel izlediğim düşüncesine kapıldım. Bir film senaryosu değil, dokümanter senaryosu yazmış Ahmet Ümit, izleyene yeni bir şey katmayan bir dokümanter.
Nazım’ın zaten çok iyi bildiğimiz yaşam öyküsü ve ona koşut olarak anlatılan Gaziantepli bir devrimci gencin öyküsü var filmde…
Ancak büyük beyaz ekranda akmayan, insanı içine çekmeyen, dramatik bir merak, bir duygu uyandırmayan, yer yer şablonlara teslim olan bir öykü izledik. Her iki yazar arasındaki politik görüşleri dışındaki tek benzerlik ise, hayatlarının bir döneminde kaçak olarak Moskova’ya gidip KUTV’da eğitim almış olmaları.
Bilmeyenler için KUTV konusunda bir parantez açalım. Tam adı ‘Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ olan okul, uzun yıllar dünyadan birçok komünist aydının ve Türkiye’den de Nazım Hikmet ve benzeri birçok ismin eğitim gördüğü bir okul. İlk rektörünün Sultan Galiyev olduğunu bilmek belki meraklısı için ilginç olabilir. Kapatalım parantezi…
Çünkü filme hiçbir katkısı yok. Hem Nazım’ın hem de Ahmet Ümit’in Moskova’da yaşadıkları hayal kırıklıkları ve iç/dış sorgulamaları şematik bir biçimde anlatılmış.
Nazım’ın şiirlerindeki güçlü sesin kurulmasında başlangıç ilhamını veren Mayakovski ile karşılıklı konuştuğu sahne ise meseleyi bilmeyenlere bir şey söylemiyor. Ahmet Ümit’in yaşam öyküsü ve Moskova yolculuğu ile kurulan paralellikler ve bunları anlatan dış ses, bir yerden sonra epeyce zorlama geliyor.
Ayrıca Nazım neden hem kendisini hem de Ahmet Ümit’in hayatını anlatıyor, pek anlamlandıramadım…
Ahmet Ümit’in kişisel öyküsünün geçtiği mekânları ve yerleri filme katarken ekranda görünüp bunlarla ilgili bilgi vermesi filmi iyiden iyiye belgesel/biyografik bir biçime dönüştürmüş.
Nazım’ın annesi Celile hanım ise bir Anadolu kadını gibi resmedilmiş. Oysa eğitimi, yaşam kültürü ve giyim kuşamı, eldeki fotoğraflardan biliyoruz ki, tamamen farklıdır.
Gelelim oyunculuklara… Yetkin Dikinciler her zamanki doğal, samimi ve hakiki oyunculuğu ile filmi izlenebilir kılıyor. Berna Laçin ve Levent Üzümcü kısa rollerinin hakkını veren temiz bir oyunculuk sergilemişler.
Diğer oyuncular içinse gerek kamera önündeki duruşları, gerekse ses ve diyaloglarındaki performansları açısından bekleneni veremediklerini söylemekle yetinelim.
Bu arada o günlerde neredeyse 24 saat evi ve kendisi polis tarafından izlenen Nazım’ın kendisini kaçıracak motora doğru elinde kocaman bir tatil bavuluyla gelmesi de ilginç (!) olmuş.
Filmin yönetmeni Cengiz Özkarabekir başarılı bir belgeselci kimliğine sahip. Dolayısıyla bu kimliğe ihtiyaç duyulan çekimlerde yine aynı başarıyı tekrar ederken, dramatik sahnelerin çoğunda aynı performansı tekrar etmediğini gördük.
Filmin sonlarına doğru Ahmet Ümit’in bugününü ve kitap fuarındaki imza kuyruklarını gösteren sahneye neden ihtiyaç duyulduğu ise muamma…
Sonda yer alan “sanat uzun, hayat kısa” söylevi ise parmağı göze sokan öğreticilik içeriyor. Öyle ki “Ey seyirci, bak buraya kadar anlamadıysan, tekrar anlatayım” der gibi…
Sonuçta emek harcanmış fakat derdini tam alarak anlatamamış bir film var elimizde. Ahmet Ümit’i seven ve saygı duyan bir okuru olarak üzüldüm.
Ancak edebiyattaki kararlı tavrını sinemada da sürdürürse, bu filmi çok daha aşan senaryolar üreteceğine inancım yüksek.
Nazım’ın mısralarıyla bitirelim o halde: 
“Kabahat sende demeye dilim varmıyor ama / 
Kabahatin çoğu sende canım kardeşim”
H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder