26 Aralık 2019 Perşembe

İngiltere seçimlerinde sürpriz ve ironi + İngiltere dersleri - (I-II) / Ergin Yıldızoğlu

İngiltere seçimlerinde sürpriz ve ironi

İngiltere genel seçimlerinin sonuçları bir sürpriz oldu; bir de ironi var!
Sürpriz: Muhafazakâr Parti “Brexit’i halledelim sonra işimize bakalım” sloganıyla yürüttüğü seçim kampanyasıyla Kuzey İngiltere, Galler ve Midlands bölgelerinde, 1930’lardan beri yalnızca İşçi Partisi’ne oy vermiş enerji, maden, imalat sanayi sektörlerindeki işçilerinin büyük kesiminin oylarını almayı başardı; mecliste 80 iskemleli bir çoğunluk elde etti.

İroni: Muhafazakâr Parti’nin seçimlerden sonra açıklamaya başladığı ekonomik program, ilginç bir biçimde, İşçi Partisi’nin “kemer sıkmaya son” temalı, neo-liberal modele son vermeyi amaçlayan ekonomik programına çok benziyor. Kısacası, Muhafazakâr Parti, İngiltere’nin siyasetini, İşçi Partisi’nin hem oy tabanından, hem de ekonomik programından aldıklarıyla değiştirmeye başlıyor.

Yeni siyasi manzara

Böylece. Wall Street Journal’a göre, “ABD ve Avrupa’da mavi yakalı işçilerin geleneksel partilerini terk ederek sağa kayma süreci” İngiltere’yi de etkisi altına alıyor. “Trump’ın yanı sıra Boris Johnson, ‘Reagan - Thatcher muhafazakârlığını’ yeniden tanımlıyor”.

İngiltere’de yeni Muhafazakâr hükümet, “mavi yakalı” işçilerin desteğini konsolide ederek Wall Street Journal’ın betimlediği siyasi manzarayı kalıcılaştırmak için hemen kolları sıvadı: Johnson kendisine oy vermiş olan işçi sınıfı kesimlerinin yaşadığı bölgeleri ziyaret ederek “şükranlarını” ifade etti ve düş kırıklığı yaratmamaya söz verdi.

Ertesi gün, bu bölgeleri canlandıracak altyapı yatırımlarına 100 milyar sterlin ayrıldığı, “anlaşmasız Brexit” olasılığını dışlamayan bir hızlı pazarlık sürecinin başlayacağı açıklandı. Ulusal Sağlık Hizmetleri servisine de yılda ek olarak 33.9 milyar sterlin ayrılacak. Yeni hükümet, neo-liberalizmin denk bütçe düşüncesini terk ediyor, yatırım amaçlı borçlanmaktan kaçınmayacağını vurguluyor.

Johnson (ve başdanışmanı Cummings) amaçladığı “büyük dönüşüm” açısından bu yeni oy tabanının sadakatine çok büyük önem veriyor, onların ekonomik gereksinimlerine, ulusalcı, yerlici kültürel arzularını karşılayarak desteklerini kalıcılaştırmayı amaçlıyor.

Büyük dönüşüm

Büyük dönüşüm” yalnızca ekonomik model ile sınırlı değil. Daha da önemlisi, devletin yapısının merkezileştirilmesi, yürütmenin güçlendirilmesi amaçlanıyor.

Bu bağlamda, bakanlıklarda da önemli değişiklikler söz konusu. Dış Ticaret Bakanlığı’nı da içine alacak yeni bir süper bakanlık, “İş (Business) Bakanlığı” kurulacak. Uluslararası Gelişme Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı’na bağlanıyor. Avrupa Birliği ile ilgili bakanlıklar kapatılıyor.

Muhafazakâr Parti’nin bu başarısının arkasındaki önemli beyin olan Dominic Cummings, yaklaşık 5-6 yıldır kişisel bloğunda devlet bürokrasinin hantallığından, cahilliğinden, yenilikler karşındaki direncinden yakınıyordu. Şimdi Johnson hükümetinin, devlet bürokrasisini Cummings’in önerileri doğrultusunda, elden geçirmeye hazırlandığı anlaşılıyor. Böylece hükümetin, güçler ayrılığını yürütmeden yana yeniden düzenleme projesinin bir parçası olarak  “devletin”  hükümet karşında göreli bağımsızlığının azalacağı, hükümetlere kendi kadrolarını da beraberlerinde getirme (kadrolaşma) olanağının sağlanacağı anlaşılıyor.

Böylece, Kraliçe Victoria döneminden bu yana rejimin sürekliliğini güvence altına alan “ikili (pratik/bürokratik ve seçilmiş) yönetim” modeli, seçimle gelen hükümetlere rejim değiştirme olanağı verebilecek biçimde geride kalmaya başlıyor.

Kimi zaman hükümetlerin kararlarını sorgulayarak yürütmeyi yavaşlatan Lortlar Kamarası’nın ve daha da önemlisi yargının yetkilerini yeniden düzenlemesi de gündemde. Ceza yasasında “teröristlere” yönelik cezaların ağırlaştırılması, sendikalar yasasında, grev hakkının, grev sırasında asgari bir hizmetin sunulmasını mecburi kılacak biçimde daraltılması da gündemde. Kimi gözlemciler, bu yeniden yapılandırma sürecinde BBC ve Kanal 4 gibi görece bağımsız haber kanalları üzerindeki baskının daha da artacağını düşünüyor. Böylece, bir demokratik ülkede daha, “sağ popülist” bir liderlik yürütmeyi güçlendirmeye, yargıyı, medyayı disiplin altına almaya başlıyor.

                                                            ***

İngiltere dersleri - I

İngiltere seçimlerinin sonuçlarından çıkarılacak önemli dersler olabilir. Bunun için, seçim sonuçlarını kapitalizmin ve işçi sınıfının tarihinde yeni bir durumun semptomu olarak da değerlendirmek gerekiyor…
N’oldu şimdi? 
İngiltere’de, İşçi Partisi 2017 genel seçimlerine giderken Corbyn yönetiminde büyük bir atılım yaptı, üye sayısını yüzde 100 artırarak 600 bine çıkardı. Çoğu gençlerden oluşan bu “yeni parti” seçimlerde, 30 yeni milletvekili kazandı, oylarını da yüzde 30’dan yüzde 40’a yükseltti. Bu sonuçlar, seçimlerden önce mecliste çoğunluğa sahip olan Muhafazakâr Parti’yi, seçimlerden sonra ancak bir azınlık hükümeti kurabilecek konuma düşürdü. O zaman Corbyn, “otantik, samimi, dürüst adam”, “siyasette yeni bir rüzgâr” olarak algılanıyordu. İşçi Partisi belirgin bir canlanma yaşıyordu. Peki, ne oldu da İşçi Partisi, 12 Aralık 2019 seçimlerinde hezimete uğradı, derin bir kriz içine girdi? 
Şimdi, Muhafazakâr Parti’ye, her istediği yasayı meclisten geçirme gücü veren sürpriz seçim sonuçları yoğun biçimde tartışılıyor. İşçi Partisi ve liderliği sert eleştirilere hedef oluyor. Bu eleştiriler partinin sağ, liberal kanadında, parti içinde azınlık olmalarının da acısıyla, partinin sol kesimini özellikle Corbyn’i hedef alan, hakaretlerle dolu histeri krizlerine dönüşüyor. 
Tony Blair bile geçmişte yediği haltların unutulduğunu, bunlardan kazandığı milyonlarca dolarlık servetin gözlerden kaçtığını sanarak yeniden piyasaya çıkmaya çalışıyor. İşçi Partisi’ne akıl veriyor, verirken dili sürçüyor, “ilerici de olmayan (pardon ilerici diyecektim) muhafazakâr da olmayan rekabetçi merkeze dönmek gerekir”… Bu sırada İşçi Partisi bir kaos görüntüsü sergilemeye başlıyor.
İşçi Partisi neyi yanlış yapmıştı? Ne yapsaydı seçimleri kazanabilirdi? Sorun liderlikte miydi? Yoksa Corbyn’e acımasızca ve çoğu kez ahlaksızca saldıran medyanın, partinin içindeki Blair kalıntısı liberallerin açıkça ihanete varan (“Corbyn’den başbakan olmaz”) söylemlerinin, partiyi terk ederek liberallere katılmalarının etkisi mi belirleyici olmuştu?
Hata mı? Yoksa…
İşçi Partisi’nin sağ kanadı, partinin çok sol bir programla yarıştığını, Brexit’e karşı kesin bir tavır almaktan kaçındığını, işçi sınıfından koptuğunu, aşırı solcu sekter entelijansiyanın elinde tutsak olduğunu iddia ediyor. Bu kesim, partinin şimdi yeni, tercihen kendilerinden bir liderle “merkeze” dönmesi gerektiğini savunuyor. Buna karşılık partinin yeni üyelerden oluşan sol kanadı hâlâ çoğunluğu oluşturuyor. 
Partinin sol kanadı, “bu kadar mükemmel, halkın gereksinimlerine cevap veren bir manifesto” açıkladıktan sonra seçimleri kaybetmiş olmayı anlamlandırmakta zorlanıyorlar. Haksız da değiller. Financial Times bile, muhafazakârların Thatcher’dan bu yana yeni bir fikir üretemediğini, Corbyn’in yeni fikirlerle tartışmayı kazandığını, ekonomi yönetimi anlayışını değiştirdiğini düşünüyor. Eğer gerçekten böyleyse Corbyn, adeta bir değişimin katalizörü, işi bittikten sonra “kaybolan aracı” olmuşa benziyor.
Partinin sol kanadı, tartışmayı kazanıp da seçimleri kaybetmiş olmalarının faturasını, liberallere, medyanın düşmanca tavrına çıkarıyor, Brexit tartışmasının resmi daha da bulanıklaştırdığını düşünüyor. Bu kesimde, Corbyn’in, seçim kampanyaları boyunca medyada adeta bir şarlatan olarak sunulan Boris karşısında yeterince sert tutum almadığını, güçlü bir lider imajı sunamadığını düşünenler de var. 
Partinin sol kanadı, Corbyn istifa ettikten sonra, bugünkü çizgiyi değiştirmeden, bu çizgiye uygun bir liderle devam etmek istiyor. İşçi Partisi’nin dışındaki solun bir kesimi ise partiyi yeterince sola kayamamış olmakla suçlayarak “zaten orta yolculardan bir şey olmaz” gibi klasik bir eleştiri hattı izliyor. 
Tony Blair’in saçmalıkları bir yana, bu açıklamaların hemen hepsinde, az çok bir haklılık payı var. Ancak, gereken dersleri çıkarabilmek için -ki, bu yalnızca bir olasılıktır- ben bakış açısını biraz değiştirmek istiyorum: “Ya, verili durumun yapısal belirleyicilerinin altında, İP’nin bu seçimleri kazanması zaten olanaksız idiyse?” Bence üzerinde düşünmeye değer.
                                                            ***

İngiltere dersleri-II

Pazartesi yazımı, İşçi Partisi’nin seçim yenilgisinden “gereken dersleri çıkarabilmek için -ki, bu yalnızca bir olasılıktır- ben bakış açısını biraz değiştirmek istiyorum: ‘Ya, verili durumun üzerindeki yapısal belirleyicilerin altında, İP’nin bu seçimleri kazanması zaten olanaksız idiyse?’ sorusuyla bitirmiştim.” Şimdi oradan devam edeceğim.
Bazı ‘durumlarda’ bazı engeller aşılamayabilir
Bunu, çözümsüz, aşılamayacak çelişkiler de vardır” olarak da ifade edebiliriz. Bu tür çelişkiler en fazla, çelişkinin bir tarafına dayanarak yönetilebilirler. Aşılabilmeleri (aufhebung) için, her iki tarafıyla birlikte tamamen ortadan kaldırılmaları gerekir. Bu seçimlerde İP’nin kendini böyle bir durum içinde bulduğunu, gereken dersleri çıkarabilmek için en azından bu olasılığı göz önüne almamız gerektiğini düşünüyorum.

Bu seçimlerde İP, yapısal belirleyici düzeyine yükselmiş iki aşılamaz çelişkiyle yüz yüzeydi. Birincisi, var olan durum içinde işçi sınıfı bir yeniden şekillenme, ayrışma yaşıyordu; “yaşam dünyaları” geleceği, yaşam alanı, ekonomik, kültürel olarak farklılaşmış ve birbiriyle çelişen, adeta “iki farklı zamanı” yaşayan iki kesimin varlığı söz konusuydu. Bu durumun ekonomi politiğini, bir taraftan geleneksel sanayilerin, bölgelerin ve kitlesel sendikaların üye sayısının ve sendikalaşma oranlarının gerilemesi oluşturuyordu. Diğer taraftan da hizmet sektöründe, yüksek eğitimli işçi gerektiren ileri teknolojiye, küresel tedarik zincirlerine bağımlı sektörlerde, “gig” ekonomisinde çalışanlar, üniversite öğrencileri arasındaki işsizlik oranlarındaki artış oluşturuyordu.

Bir sınıf iki eğilim
İkincisi, egemen sınıf içindeki ayrışma, hızla işçi sınıfı içindeki ayrışmanın simgesine dönüşen “Brexit” olayını tetiklemişti. İşçi sınıfının hızla gerileyen sanayi bölgelerinde yoğunlaşmış ve yok olmakta olan kesimi Brexit yanlısıydı. İşçi sınıfının yeni gelişmekte olan, büyük metropollerde yoğunlaşmış kesimi ise Brexit karşıtıydı.

İşçi sınıfının bir kesimi, kendi yaşam alanlarında geleneksel olarak aşırı sağın / faşizmin tabanını oluşturan “taşra küçük burjuvazisi” ile sıkı bir temas içindeydi. Sağ popülizm “Yeni faşizm” de göçmenler, yabancılar, eğitimli uzmanlar, enteller alerjisini kullanarak bu kesime, sahte bir dayanışma ve adeta bir “milliyetçi-beyaz ütopya” önerisiyle giderek daha fazla yaslanmaya çalışıyordu.
İkinci kesim ise büyük kentlerde çokkültürlü, çeşitli etnik grupları da içeren bir ortamda, bu ortama uygun bir yapıyla, kozmopolit entelijansiya ve yüksek eğitimli orta sınıflarla iç içe yaşıyor, benzer zevkleri, değerleri, tüketim normlarını paylaşıyordu.

İşçi Partisi üye sayısındaki ani ve hızlı artış, bu ikinci kesimden gelenlerle gerçekleşmişti. İşçi Partisi’nin “Sosyalist” tonları olan seçim manifestosu, bu kesimin damgasını taşıyor ve iki kesim arasındaki çelişkiyi, ikinci kesime yaslanarak yönetmeyi amaçlıyordu.

Ancak, Althusser’in bir kavramını ödünç alırsak bu çözülemez çelişkiye ek, bir “üst belirleyici” etken de vardı. Ve bu “üst belirleyici” etken çelişkiyi yönetmeyi daha da zorlaştırıyordu.

Uluslararası alanda yükselmekte olan, küreselleşme karşıtı, milliyetçi ırkçı “Yeni Faşist” dalga, İngiliz egemen sınıfları arasındaki bölünmeyle birleşince, işçi sınıfının içindeki çelişkiyi, medyanın İşçi Partisi düşmanlığının, sosyal medyanı manipülasyonlarının, “deep fake” (yalnızca yazılı değil görsel sahte haberler) propagandanın da katkısıyla daha da keskinleştiriyor, İşçi Partisi açısından yönetilemez kılıyordu. Bu durum daha bir süre en azından gelecek seçimlere kadar devam ederek İP’nin yolunu tıkamaya devam edecek gibi görünüyor.
Şimdi, karcımızda, çok önemli, ancak cevapları henüz belirsiz sorular var. İP, işçi sınıfı içindeki çelişkiyi aşamayacağına göre, o “üst belirleyici” etkenin altında, salt parlamenter araçlarla, salt ekonomik taleplere dayanarak yönetebilir mi? 

Yönetmek için nasıl bir çalışma tarzı izlemesi gerekir? Popülist milliyetçi “Yeni faşist” liderler bir kez hükümete gelince devleti, iktidarlarını kalıcılaştıracak yönde değiştirmeye başlıyorlar. Bu değişim süreci yalnızca parlamento içi direnişle bloke edilebilir mi?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder