8 Şubat 2020 Cumartesi

Siyasal İslamcı Teodise - Deniz Yıldırım

Kötülük sorunu eskiden beri felsefi tartışmaların odağında yer alır. Hatta kötülüğün kaynağını açıklama mücadelesi, dünyevileşme ile uhrevileşme geriliminin de merkezindedir. Batı düşüncesinde bu gerilim uzun sürmüş, Aydınlanma devrimleriyle birlikte belirli oranda çözüme kavuşturulmuştur. 
Tartışmanın kaynağında, yaşanan olumsuzlukların ya da kötülüklerin kaynağını açıklama mücadelesi yatar. Belki de bu anlamda fitili ateşleyen eser, 17. yüzyılda filozof Leibniz tarafından kaleme alınan Teodise’dir. 
Tanrı ve adalet sözcüklerinin birleşiminden oluşan bu sözcüğü, “İlahi Adalet” olarak anlayabiliriz. Leibniz, mevcut dünyanın tüm kötülüklerine rağmen, mümkün dünyaların en iyisi olduğu düşüncesinden hareket etmişti.  
Ancak Leibniz’in bu düşüncesinin gerçek anlamda tartışma konusu olması, 1755’te Lizbon’u vuran depremle birliktedir. Binlerce insanın yaşamını yitirdiği, şehrin neredeyse yok olduğu bu depremden sonra, başta Voltaire gibi Aydınlanmacı düşünürler tarafından olmak üzere, Leibniz’in yaklaşımına eleştiriler yoğunlaşır.
Burada Aydınlanmacı eleştirinin merkezinde özetle şu sorgulama yatar: “Madem Tanrı her türlü kudrete sahiptir; dünya yüzeyinde bunca kötülüğün gerçekleşmesine niye izin vermekte, neden engellememektedir? Mesele ahlaki çöküntü ya da iman yoksunluğu karşısında bir imtihan ya da uyarı ise ahlaki çöküntü ya da iman yoksunluğu bakımından Lizbon’dan çok daha kötü yerler yok mudur?”
İslam fikir dünyasında da Teodise ya da “mümkün dünyaların en iyisi” tartışması yaşanmıştır. En bilineni, Gazali ile İbn-i Rüşd arasındadır. Bu aslında daha genel anlamıyla, “iman ile felsefe birbiriyle çelişir mi?” tartışmasıdır. Endülüslü İbn-i Rüşd, bu noktada İslami teodise anlayışına felsefe savunusuyla yanıt üretir. Öyleyse İslam geleneğinde teodise karşıtı tartışma, Batı’daki canlanıştan epey önce başlamış, yazık ki sürdürülememiştir.
Şimdi yeni bir tür teodise ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu, Siyasal İslamcı teodisedir. Batı’daki teodise, dünyadaki kötülüklere bakarak Tanrı fikrini sorgulamaya kalkanlara karşı bir savunma mekanizmasıydı. Emekleme halindeki demokratik çağ öncesinin, egemenliğin hâlâ ilahi olarak meşrulaştırıldığı dönemin ürünüydü. Bizdeki yeni teodise ise, demokrasi ve halk egemenliği çağında dünyadaki kötülükleri, fenalıkları bu dünyayla açıklamama, ihmali olan yönetici sınıf mensuplarının dünyevi sorumluluğunu ilahi otoriteye atma arayışıyla inşa ediliyor. Bu açıdan Batı’daki teodise tartışmasından farklıdır.
Bizdeki Siyasal İslamcı teodise, uhrevi görünmekle birlikte oldukça dünyevi bir nitelik taşıyor. Zira bu dünyadaki iyilikleri, güzellikleri yöneticilere; fenalıkları, kötülükleri ise dine, ilahi otoriteye yüklüyor. Esenyurt’ta AVM inşaatında çadırda kalan, ısınmak için soba yakarken can veren 11 işçi için “Kader mi? Evet, kader” diyorlar. Soma’da 301 işçi ihmalle, kâr hırsıyla, denetimsizlikle göz göre göre yerin altında can veriyor; “Bu işin fıtratında var” diyorlar. Mecidiyeköy’de rezidans inşaatında 10 işçi can veriyor; “şehit” diyorlar. Tıpkı Elazığ depreminden sonra yaptıkları gibi. Diyanet de “Deprem kıyametin bir örneğidir, alıştırmasıdır” sözüyle tamamlıyor tabloyu.

Farklar

Batı’daki teodise, dinden uzaklaşmayı önlemek içindi. Bizdeki siyasal İslamcı teodise ise halkın iktidardan uzaklaşmasını önlemek için kuruluyor. İktidarın hataları, yanlışları nedeniyle dünyevi siyaset konusunda eleştirileri artan inançlı kesimleri; insan hatalarını, yanlışlarını kadermiş, ilahi bir emirmiş gibi göstererek iktidar çizgisinde, denetiminde tutma görevinin uzantısı bu yeni teodise. Bu yüzden de her Müslüman, siyasal İslamcı değildir. Ayırmak gerek.
Bir fark daha var: Batı’da teodise tartışmasının tarafları da filozoftu. Bizdeki teodise, felsefeyi doğrudan dışarıda bırakıyor, neredeyse yasaklıyor. İlahiyat fakültelerinin programlarından dışlanıyor, ilk ve ortaöğretim programlarında varla yok arası bir ezber dersine indirgeniyor felsefe. Bilinçli elbette. Öyleyse siyasal İslamcı Teodise, İbn-i Rüşd gibi İslam aydınlarının izinde olmayan, düşünmeyi yasaklayan bir anlayışı yerleştirmek istiyor.
Siyasal İslam bunu yaparak dine mi iyilik yapıyor, kendisine mi? İyilikleri bu dünyadaki yöneticilerle, kötülükleri ilahi kararla açıklayanlar, insanları dine yaklaştırıyor mu, uzaklaştırıyor mu? Gerçekten samimi dindar herkesin sorması gereken soru budur.
Bu dünyanın “mümkün dünyaların en iyisi” olduğuna, şükredip “kaderdir” diyerek eleştiride bulunmamak gerektiğine bizi inandırmak isteyenler; mal, mülk, servet, gösteriş, ihtişam ve makam yığınakları yapmaktan niye geri durmuyor? 
İşte Türkiye’nin yeni aydınlanma mücadelesi tam da bu sorularla başlayacak. Yeni aydınlanma, inançları da istismardan kurtaracak. Var mıdır başka yolu?
Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder